Evet doğrudur, ilkesel tavır boykottur, ancak ne yazık ki hem bu ilkesel tavrın bugün toplumda politik karşılığı ve deneyimi yoktur, hem de İmamoğlu’nun yarattığı hava ve beklenti bu ilkesel tavrı koymayı çok zorlaştırmıştır. Ancak şu unutulmamalıdır: Yeniden seçim kararı hukuka aykırıdır. Ama hukuka aykırı bir seçime katılmak da hukuka aykırıdır. Yeniden seçim kararı anti-demokratiktir. Ama anti-demokratik bir karara uymak da anti-demokatiktir. Yeniden seçim gayrimeşrudur. Ama gayrimeşru bir seçime katılmak da gayrimeşrudur. Bu durumda seçime tüm siyasi katılımlar gayrimeşru olduğu için 23 Haziran seçiminin sonucu fiilen meşrudur.
*
§.1. Türkiye’de toplumsal ilerlemenin bu yüzyılın başından beri hedefi, toplumsal gerilemeyi durdurmaktır. Bugün toplumsal gerilemeyi durdurma hedefi toplumsal ilerleme hedefinin ta kendisidir. İleriye hareketi başlatmak için önce geriye kayışı durdurmak şarttır.
§.2. Son yirmi yıldır toplumsal gerilemenin ruhu, motoru, mimarı Erdoğan’ın paylaşılmaz iradesidir. Bu iradeyi hangi yöntemlerle dayatabildiği ve uygulayabildiği ayrı bir konudur.
§.3. Bu iradeyi çatlatmadan, parçalamadan Erdoğan’ın diktatörlüğüne son vermek imkânsızdır.
§.4. İmamoğlu, nesnel olarak bu iradeyi parçalayacak ve Erdoğan’ın diktatörlüğüne son veren süreci başlatacak somut bir fırsat olarak ortaya çıkmıştır. İmamoğlu olgusunun nesnel-tarihsel anlamı budur.
§.5. İmamoğlu olgusunda, sadece ve sadece Erdoğan’ın diktatörlüğüne son verebilecek somut tarihsel fırsatı görmek yeterlidir. Kendilerini komünist veya solcu gören bazıları, herhalde irade nedir bilmediklerinden olacak, Erdoğan’ın iradesini parçalama fırsatını küçümsüyorlar ve yenilenen seçimde oy vermemeyi yeğliyorlar. Yani Erdoğan’ın iradesiyle İmamoğlu’nun iradesini kafalarında eşitliyorlar. Oysa Erdoğan ve İmamoğlu aynı kişi değildir. Kaldı ki iktidardaki iradeyle bu iktidardaki iradeye karşı duran irade arasında tarafsız kalmak, fiilen iktidardaki iradeyi desteklemektir. Bunu anlamıyorlar. Bu seçim toplumsal ilerlemeyle toplumsal gerileme arasında bir seçim değildir. Bir programla başka bir program arasındaki bir seçim değildir. Seçim, toplumsal gerileme “devam etsin” ile toplumsal gerilemeyi durduracak süreç “başlasın” arasında bir seçimdir. Zaten seçimin bu olduğu Erdoğan’ın programıyla İmamoğlu’nun programı arasındaki karşıtlığa da yansıyor: Biri “israfa, ranta, talana, yağmaya, hortuma devam”, diyor, diğeri “israfa, ranta, talana, yağmaya, hortuma son”, diyor. Bunlar toplumsal ilerlemenin hedefleri değildir.
§.6. Erdoğan, İmamoğlu üzerinden başlayan yığın hareketinde ve tüm ülkeye dalga dalga yayılan havada iktidarının mezar kazıcısını görmüştür, Gezi “kabusunu” yeniden yaşamak olasılığı karşısında ne yapacağını bilemez haldedir. Bugünlerde yıllar önceki Gezi’ye tekrar saldırıya başlaması belki de bu yüzdendir. Hava dönmüştür, tüm ülkede sevinç dolu, umut dolu bir rüzgâr esmektedir. İktidarın paniği, hataları, saçma sapan biçare saldırı ve sataşmaları, esen bu havadandır. Pontus, Bizans, Rum, İslambol, PKK, FETÖ, CHP “faşizmi”, HDP, Mursi, Sisi ellerine ne geçerse firlatıyorlar. Ama artık hedefi tutturamıyorlar, hep karavana atıyorlar.
§.7. Herkes biliyor ki 23 Haziran seçimi özünde İstanbul Belediye Başkanı seçimi değildir. Erdoğan’ın diktatörüğü’ne “evet”/”hayır” seçimidir, 31 Mart seçimi gibi… Ülke tarihinin belki de en önemli seçimidir. Seçim nesnel olarak “diktatörün iradesi parçalanmasın” diyenlerle “parçalansın” diyenler arasındadır. Diktatörün iradesinin parçalanmasını seçmek, toplumsal gerilemenin durdurulması için mücadelede daha elverişli koşulların oluşmasını seçmek gerekir.
§.8. Sandık riskini alan bir diktatör kendisine “hayır” denen bir seçimden sonra ayakta kalamaz. Yerel seçimleri kendisi için ölüm kalım meselesi haline getiren Erdoğan’dır. Buna mecbur kalmıştır, çünkü iktidar dizginlerinin yavaş yavaş elinden kaydığını hissetmiştir.
§.9. Evet, iktidar dizginleri elinden kayıyor, bu nedenle bu seçimin sonucu ne olursa olsun, ki normal olarak İmamoğlu kazanacak gibi görünüyor, seçimden sonra ülke sakin sakin, uslu uslu dört yıl 2023 genel seçimlerini beklemeyecektir. Böyle sakin, uslu beklemeyi de bizzat Erdoğan ortadan kaldırmıştır. 6 Mayıs YSK darbesiyle savaşımı başka bir düzeye, ülke tarihinde görülmemiş olağanüstü bir düzeye yükseltmiştir. O artık her gün, “ya hep ya hiç” savaşı verecektir. Yani 2023 diye bir tarih artık yoktur. Her şeyden önce bu tarih toplumsal bilinçten silinmelidir.
§.10. Seçimin sonucu ne olursa olsun, kim kazanırsa kazansın, nasıl kazanırsa kazansın, daha doğrusu seçim nasıl biterse bitsin, 24 Haziran’dan itibaren Erdoğan’ın ve tüm AKP yöneticilerinin yargı önüne çıkarılacakları güne kadar sürecek kesintisiz bir mücadele süreci başlayacaktır. Savaşım artık, demokratik yığın eylemleri, grevler, sivil itaatsizlik, sosya medya propaganda ve ajitasyonu, ve Gezi’deki gibi, Sarı Yelekler hareketindeki gibi savaşımın içinden doğacak binbir türlü yeni eylem biçimiyle yürüyecek bir savaşımdır. Bu dönem yeni bir savaşım dönemidir.
§.11. Bu dönem İmamoğlu’yla değil de Erdoğan’la başlarsa, yığın eylemleri patlayacak, Erdoğan son çarelerinin tümünü kullanıp bitirecek, ülkeye çok pahalıya da patlasa kısa zamanda gidecektir.
§.12. Bu dönem Erdoğan’la değil de İmamoğlu’yla başlarsa, devrimci demokratik güçlerin görevi, yine Erdoğan’ı iktidardan düşürmek perspektifiyle, ülke çapında toplumsal gerilemeyi durdurmaya yönelik her sözü, politikayı, girişimi ve eylemi desteklemek, toplumsal gerilemeyi durdurmaya yaramayan, hatta bu gerilemeye destek veren her söze, politikaya, girişime ve eyleme karşı çıkmak olacaktır. İstanbul seçiminin iptaline bile, sanki toplum yurttaşlardan değil de kullardan oluşuyormuş pişkinliği içinde, “kul hakkı yediler” ana belgisiyle karşı çıkan CHP sözcüleri ve İmamoğlu, Cumhuriyet’in tanımlayıcı ögesinden, “yurttaşlık” kavramından bu kadar çabuk vazgeçebiliyorlarsa, soldan eylemli bir baskı altında tutulmaları gerekiyor demektir. Dinbazların aldattıkları dindarlardan ciddi bir baskı bile görmeden kendiliğinden çabucak taviz verebilenlerin toplumsal geriye kayışı desteklemesi artık önlenmelidir.
§.13. CHP ve İmamoğlu toplumsal geriye kayışı artık ne seyretmeli, ne de desteklemelidir. Yurttaşlık kavramını görmezden gelmenin yanı sıra laiklik kavramını da görmezden geliyorlar. Toplumun seküler yaşam tercihini de önemsemiyorlar. İmamoğlu, içtenlikle de olsa, dinbazların dinle aldattıkları insanlara şirin göründüğünü bilerek sık sık İslamcı bir dil kullanıyor. Toplanan yüzbinlerce insana hep bir ağızdan “Amin” dedirtiyor, mazbata mitingini Kuran okutarak açıyor, Eyüp Sultan’da yasin okuyor, Hırka-ı Şerif’te titriyor. İşçi düşmanı dinci Özal’ı saygıyla anıyor. Beylikdüzü’nde açtığı dokuz sosyal tesise alkol sokmamış olmakla, kadınların ve erkeklerin ayrı saatlerde ve günlerde kullandığı iki yüzme havuz açmakla övünüyor. Programının halktan ve yoksuldan yana görünmesi, şeffaf belediyecilik anlayışını savunması, israfa karşı çıkması, yumuşak ve samimi üslubu, laiklikten ve seküler yaşamdan taviz vermeye her an hazır olduğu gerçeğini saklayamıyor. İnsanların yaşam biçimine müdaheleyi doğal görüyor. Bir belediye tesisine alkol sokmayı, o tesise giren herkese alkol içme zorunluluğu dayatmakmış gibi algılayabiliyor. Aynen dinbazlar gibi… Laikliğin, seküler yaşamın önemini bu kadar basit ve kaba bir düzeyde bile anlamıyor.
§.14. CHP laikliği hiçbir zaman uğrunda savaşılması gereken bir hedef olarak görmedi. Gericiliğin laikliğe çeyrek yüzyıldır aralıksız süren saldırısını eleştirmekle yetinmeyi mücadele sandı. Bırakalım laikliği savunmak için bir odak oluşturmayı, tek bir eylem bile koymadı, dinbazların laik eğitime saldırısına dahi tek bir mitingle de olsa yanıt vermedi. CHP ve İmamoğlu laikliği ve seküler yaşamı savunanların baskısını mutlaka üzerlerinde hissetmelidirler.
§.15. Çeyrek yüzyıl boyunca İslamcı dinbazlığın sistemli, sürekli ve yoğun baskısı ve bombardımanı sonunda toplum bir bütün olarak, yaygın ibadet anlamında değil, politik tercihler anlamında değil, ama dinbazlığın dinsel söylemini ve eylemini hoşgörmek anlamında dine kaydı. Bunun en çarpıcı göstergesi, etkin politik partilerin tümünün, dinsel referanslar yapmadan seçmen karşısına çıkamaz hale gelmesidir. Sosyalist olduğu halde CHP Beyoğlu Belediye Başkanı adayı bile, politik açıdan yararlı olacağını düşündüğü için olsa gerek, imam hatip lisesi mezunu olduğunu vurgulayabilmiştir.
§.15. Çeyrek yüzyıl sonunda ortaya çıkan bu olumsuz tabloda, devrimci demokratik mücadelenin birinci hedefi laiklik savunusudur. Laiklik ve seküler yaşam çok hızlı aşınmaktadır. Laikliği ve seküler yaşamı başarıyla savunamamak, hak, hukuk ve demokrasi kavgasında, yurttaşlık hakları kavgasında, kadınlar ve çocuklar üzerine çöken olağanüstü zulme karşı kavgada başarılı olamamak demektir. Hukukun, adaletin yok edildiği doğrudur, Anayasa’nın rafa kaldırıldığı doğrudur. Ama rafa kaldırılmış da olsa, Anayasa, 2. Maddesinde, “Türkiye Cumhuriyeti… demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir”, diyor. O zaman laiklik savunusu, aynı zamanda anayasal bir hakkın savunusudur. Yani laiklik savunusunun kağıt üzerinde de kalsa hukukî bir temeli vardır ve yürürken bastona dayanmak gibi eylemde bu temele dayanmak mümkündür.
*
Laikliği, seküler yaşamı, hakları, hukuku, adaleti, demokrasiyi, yurttaşlığı, yalnız Erdoğan’a karşı değil, herkese karşı, tüm siyasal güçlere karşı savunmak gerekir. Bu savunuda ne kadar başarı sağlanırsa sınıf savaşını o kadar daha elverişli koşullarda yürütme olanağı doğar. Laiklik, seküler yaşam, haklar, hukuk, adalet, demokrasi, yurttaşlık, hem sınıf savaşının elverişli dış koşullarıdır, hem de komünizme doğru yürüyüşte yabancılaşmayı toplumsal bilinçten ve bilinçaltından parça parça sökecek, insanın kendini yabancılaşmadan kurtarmasına yardım edecek araçlardır. İşte bunun için burjuvazinin kendi devriminden yüz çevirdiği emperyalizm çağında, burjuva demokratik devrimlerinin tarihsel kazanımlarını korumak da işçi sınıfının görevidir.
Bu yazıyı PDF formatında bilgisayarınıza indirmek için tıklayın.
Gidecekler. Bunu gören insan sayısı her gün artıyor. Ama yakıp yıkıp yok edip gidecekler. Bunu gören insan sayısı da her gün artıyor. Büyük ve yaygın bir suç şebekesi, yakıp yıkıp yok etmeden çökmez. İstanbul’u vermek iktidarı vermektir. Erdoğan onun için her an sahnededir. İstanbul’u vermemek için aklımızın ucundan bile geçmeyecek ve inanılmaz boyutlarda her türlü kötülüğü yapabilirler. Bunu gören insan sayısı da her gün artıyor. Ama insanlarda bu kez korku değil ‘pilavdan dönenin kaşığı kırılsın’ neşesi hâkim. Hava bu kez cidden değişmiş görünüyor.
*
§.1. Şöyle bir haber var:
“Terör örgütü IŞİD 36 canlı bombayı sahaya sürdü. Örgütün sözde Dış İlişkiler Sorumlusu Ebu Hamza tarafından canlı bomba eğitim sorumlusuna gönderilen talimat ortaya çıktı… İntihar eylemcilerinin Irak üzerinden 14 farklı ülkeye gönderileceği belirtiliyor. Bu 14 ülke arasında Libya, Cezayir ve Türkiye de bulunuyor. Diğer ülkeler ise birkaç Asya ülkesi ile Avrupa Birliği ülkeleri.(Yeni Şafak)” Cumhuriyet 20 Mayıs 2019.
Dikkatli bir şekilde taradık, dünya basınında bu haberin üstelik AB ülkelerini yakından ilgilendirmesi gereken bu haberin izine rastlamadık. Üstelik Cumhuriyet gazetesinin verdiği tek kaynak Yeni Şafak gazetesi. Yani büyük bir olasılıkla yeni bir haberle değil, temelsiz bir iddiayla, kaos yaratmaya yönelik algı operasyonlarına katkı yapması için ortaya atılmış bir yalanla karşı karşıyayız. İslamcı terör örgütü çökertildi, ama bu yalanı ortaya atanlar bunun farkında değil…
Bir gün önce, 23 Haziran seçimi için oy isteyen Süleyman Soylu şöyle dedi:
“İstanbul üzerinden Türkiye’ye yönelik bir siyasal çatışmanın önü açılmak isteniyor. Bir meşruiyet kavgası başlatmak istiyorlar. Bu meşruiyet kavgasının ötesinde bir de ideolojik kavga da başlatmak istiyorlar. Yönetilecek İstanbul’dur, bu rövanşizm aklı Türkiye’ye kaybettirir. Epey yol aldık bu mesafeden geri dönmeyelim. Bizim ülkemizi zayıfa düşürüp içerideki çatışmaları arttırmak isteyenler şu an dört gözle bekliyorlar. Geçen gün söyledim, DEAŞ şu sıralar Türkiye’de çok hareketli. Onun için, siyasi, ekonomik ve güvenlik anlamında istikrarımızı devam ettirmek durumundayız. Bunlar kolay kolay yakalanacak fırsatlar değildir, Türkiye önemli bir noktaya geldi. Onun için desteğinize ihtiyacımız var.” (abç) (Cumhuriyet 19 Mayıs 2019)
Yeni Şafak kaynaklı, sahte veya eski olma olasılığı yüksek habere paralel bir laf. Daha doğrusu adeta bir gün sonra Yeni Şafak tarafından “doğrulanan” bir laf. Sanki bir pislik karılıyor gibi…
Sivil halk, terör örgütü IŞİD’la ya da Arapça ismiyle DEAŞ’la nasıl baş edebilir? Edemez. Ama terör saldırısına uğrayıp demoralize olabilir, korkabilir, umudunu kaybedebilir, Soylu’nun haklı çıktığını sanabilir. 23 Haziran’a kadar olası terör saldırılarının kimin işine yarayacağı açıktır.
§.2. Seçimin iptali yasadışıdır, gayrimeşrudur, darbedir. AKP’nin seçim sonuçlarına bütün itirazları, delilden ve mantıktan yoksun saçmalıklardır. KHK ile işten atılanların anayasal seçme ve seçilme hakkının gaspedilmesine kalkışılmasında da görüldüğü gibi, bir kişinin niyetinin yasanın yerine konmasıdır. Yani Türkiye’de güçler ayrılığı bitti, yargı bağımsızlığı bitti, hukuk devleti yok edildi lafları eski laflardır. Hukuk devleti bitince kanun devleti başlar, ama bugün Türkiye’de kanun devleti de yok edilmiştir. Kanunların yerine tek bir kişinin iradesi geçmiştir. Bu nedenle seçimi yenileme, orman kanununu yürürlüğe sokma stratejisinin bir aracıdır. Bu nedenle ilkesel politik tavır boykottur. Boykot demokrasiye son darbeyi boşa çıkarmanın tek yoludur. Ancak, ana muhalefet partisinin başını çekmediği bir boykot hüsranla sonuçlanır. CHP’nin asla boykot gibi bir niyeti olmadı. CHP, iktidarın hukuka, haklara, demokrasiye her tür saldırısına, seçimlerde ahlaksızca ve fütursuzca, göstere göstere giriştiği tüm rezilliklere ve iğrençliklere yıllardır meşruiyet kazandıra kazandıra, halkta başka türlü bir demokratik mücadele iradesinin oluşmasını sürekli engelledi ve hâlâ engelliyor. Oysa tarihin bazı anlarında toplumun geleceğini ancak ilkesel politik tavır kurtarabilir. Pragmatik, faydacı yaklaşım ise toplumun geleceğini karartır.
§.3. YSK, 16 Nisan 2017 Anayasa referandumunda hem kendi içtihatlarına hem de Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun’un emredici nitelikteki maddelerine aykırı olarak mühürsüz oy pusulalarını geçerli saymıştır. Üstelik yurtdışından ve Doğu’da erken kapanan sandıklardan gelen mühürsüz oy pusulalarını geçersiz sayarak aynı seçim alanında birbirine ters iki uygulama yaparak seçim alanının bütünlüğünü de bozmuştur. Son belediye seçimlerinin birçok bölgesinde de itiraz eden partiye göre yine birbiriyle çelişen iki ayrı uygulama yaparak seçim alanının bütünlüğünü bozmuştur. Tepesinde YSK’nın bulunduğu bir örgütün alt birimleri olan sandık kurullarında, başkan ve bir üyenin kamu görevlisi olması kuralı emredici değil düzenleyici bir kuralken, birçok yerde bu düzenleyici kural bizzat iktidar tarafından görmezden gelinirken ve buna hiçbir partinin seçim anında itirazı yokken, yer yer bu kurala uyulmamış olması İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçiminin iptaline gerekçe olmuştur. Bu iptal kararında hukuksal bir mantık varsa 24 Haziran 2018 Genel Seçimi de derhal iptal edilmelidir.
§.4. Aynı zarftaki dört pusuladan sadece birini geçersiz sayma, diğer üçünün de geçersiz sayılması talebini reddetme dahil, daha bir çok kanunsuzluğu, kural tanımazlığı, adillik ilkesini yok sayan kararlarını bir kenara koyalım. Bunları artık çocuklar bile biliyor. YSK’ya bunlar da yetmemiştir: Anayasa’da YSK üyelerini belirleme usulüne dair kesin, açık ve ayrıntılı hükümler varken, 7 asil ve 4 yedek üyeyle birlikte toplanıp yedek üyelere oy hakkı vermiş ve iptal kararı almıştır, yani Anayasa’yı da ihlal etmiştir. Sonuç olarak, İstanbul seçimlerini iptal kararı Anayasa’ya aykırı teşekkül etmiş bir YSK heyetince verildiğinden, hiç oluşmamıştır, yok hükmündedir. Yok hükmünde bir karara dayanarak yenilenecek seçim de Anayasa’ya aykırıdır, nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın yok hükmündedir. YSK’nın kısa gerekçede yazmadığı yeni gerekçeleri sonradan gerekçeli karara eklediğinin ortaya çıkması, yani iptal kararının gerekçelerine AKP’nin seçim propagandasına yararlı olacak yeni cambazlıklar eklemesi, hatta gerekçeli kararın 16 gün sonra bile hâlâ yazılmamış olması, diğer bir deyişle gerekçeli kararın yazılmadan çöp tenekesine atılması, hatta hatta usulsüzlük yaptıklarını iddia ettikleri sandık kurulu üyeleri hakkında, ki bu kişiler 24 Haziran seçimlerindeki kişilerdir, suç duyurusunda bulunulmasına karar verilmesine rağmen hâlâ tek bir kişinin bile ifadesinin alınmamış olması artık hukuk rezaletleri değildir, düz tenekeli mahalle rezaletleridir.
§.5. İktidar çetesinin emir kulu YSK eliyle gerçekleştirdiği gayrimeşru, hukuk dışı, kanun tanımaz seçim iptal eylemi ortada. Amacımız bunları yineleyerek dupdururken okurun tansiyonunu yükseltmek değil. Amacımız başka. Amacımız, muhalefetin kendini sıkıştırdığı gayrimeşru, hukuk dışı, kanun tanımaz alanda politika yapmayı seçmiş olduğunu teşhir etmek ve bu durumdan çıkışa çare aramaktır.
§.6. Seçimin iptalinin hiçbir meşruluğu yok ise, bu iptal, hukuku yok saymak, anayasayı ve bir dizi kanunu çiğnemek anlamına geliyorsa, yenilenecek seçime katılmak da seçimin iptalini onaylamak ve meşrulaştırmak anlamına gelir. Muhalefet gayrimeşru, hukuk dışı, kanun dışı bir seçime niçin katılıyor? Sadece ve sadece “bu sefer daha açık arayla kazanacağız, hiçbir şey diyemeyecekler” diye düşünerek katılıyor. Yani ortada pragmatik politik bir beklenti vardır, ilkesel bir politik duruş yoktur. Bu yaklaşım 24 Haziran Genel Seçimi öncesinde Kılıçdaroğlu’nun, “%60 oyla kazanacağımız seçimi niçin boykot edelim?” mantığıyla aynıdır. CHP boykota karşı olduğu için diğer muhalefet partilerinin de seçime katılmaktan başka seçeneği zaten kalmamıştır.
§.7. Yeniden seçim kararı hukuka aykırıdır. Ama bu seçime katılmak da hukuka aykırıdır. Yeniden seçim kararı anti-demokratiktir. Ama bu seçime katılmak da anti-demokratiktir. Yeniden seçim kararı gayrimeşrudur. Ama bu seçime katılmak da gayrimeşrudur.
§.8. Bu durumda, boykot lafının hiç edilmediği bir ortamda, halkın her zaman boykot fikrinden uzak tutulduğu ve boykot fikrine yabancı olduğu bir ülkede, bu saatten sonra boykotun örgütlenmesinin olanaksız kılındığı bir ortamda, hukuka aykırı, anti-demokratik ve gayrimeşru bu seçime katılmak, ancak ve ancak bu katılım hukuksal, demokratik ve meşru bir mücadelenin yan eylemi olursa bir haklılık kazanır. Bu mücadele sürekli yığın eylemleridir. Minareyi çaldılar, kılıfını da uydurdularsa bu kılıfı kullanmalarının önlenmesi, oyunun bozulması gerekir. Oyunu ancak yığın eylemleri bozar. Yığın eylemleri bugün demokratik, hukuksal ve meşru yegâne politik mücadele silahıdır. Ayrıca demokrasinin son kalıntılarının gömülmesi ancak yığın eylemleriyle önlenebilir.
§.9. Yığın eylemleri hukuka uygundur, hukukun gereğidir. Demokratiktir, demokrasinin gereğidir. Seçim bu eylemlere tali, ikincil bir eylem olarak görülmelidir. Aksi takdirde iktidar bu seçimi de çalabilir ve geriye yılgın bir toplum bırakır. Yığın eylemleri seçimin arka planında ikincil bir mücadele yöntemi gibi algılanmamalıdır, aksine seçim yığın eylemlerinin arka planında tekil bir eylem olarak kalmalıdır.
§.10. Bugün isteyen istediği kadar “İmamoğlu İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanıdır” desin. “Sandıkta kazandığımızı masa başında vermeyiz” dedikten sonra tükürdüğünü afiyetle yalayan CHP, hukuk dışına çıkarak YSK’nın iptal kararına, yani Erdoğan’ın YSK’ya verdiği iptal talimatina, ve yeni seçime meşruiyet vermiştir. İmamoğlu İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı değildir. Onun mazbatasını Kılıçdaroğlu geri almıştır.
§.11. Kılıçdaroğlu anayasaya aykırı olduğunu bilerek ve bunu açıkça beyan ederek nasıl dokunulmazlıkların kaldırılmasını destekleyip iktidarın HDP’ye amansız saldırısına meşruiyet verdiyse, anayasa referandumunda “HAYIR” oyunun “51,2 ile” kazandığını bildiğini tam on ay sonra itiraf ederek o itiraftan on ay önce 16 Nisan 2017 akşamı düşen Erdoğan’ı yerden kaldırıp o yok hükmündeki anayasaya nasıl meşruiyet verdiyse, nasıl hileli oylar sonucu ortaya çıkan o anayasaya dayalı olarak yapılan 24 Haziran seçimlerine meşruiyet verdiyse, genel olarak nasıl Cumhuriyet’in ve parlamenter rejiminin yıkılış sürecine, daha doğrusu parça parça sökülüş sürecine meşruiyet verdiyse, bugün de İstanbul seçiminin iptaline ve yenilenmesine öyle meşruiyet vermiştir. İmamoğlu seçimi hileyle hurdayla kaybederse, Binali’nin başkanlığına da hiç vakit kaybetmeden meşruiyet verecektir.1
*
Türkiye’de hukuk ve demokrasi gasp edilmiştir. Türkiye’nin anayasası ve cumhurbaşkanı yoktur. Takvimde artık 2023 diye bir tarih de yoktur. Yığınlar bu bilinçle eyleme geçmelidir. Olaylar, İmamoğlu’nun Belediye Başkanlığı çerçevesini çoktan ve çok çok aşmıştır. Ok yaydan çıkmıştır. Yığın eylemleri hemen başlayıp toplumsal gerileme süreci durduruluncaya kadar kesintisiz sürmedikçe, mücadele iktidardaki çete mahkeme önüne çıkarılıncaya kadar kesintisiz sürmedikçe, Kılıçdaroğlu-Bahçeli desteğiyle Erdoğan bir süre daha iktidarda kalacaktır. Sadece bir süre daha…
Coşkun ADALI, 22 Mayıs 2019
1 Erdoğan Avrupa’da ve dünyada artık çok iyi tanınıyor. Erdoğan’a sürekli meşruiyet veren CHP bugün Avrupa’da büyük bir prestij kaybına uğramıştır. Avrupa Parlamenterler Meclisi’nin AB aday üyesi olarak Türkiye’yi denetim altına alan 25 Nisan 2017 tarihli “Türkiye’de Demokratik Kurumların İşleyişi” başlıklı 2156 sayılı karar tasarısına CHP red oyu vermiştir. Oysa bu karar tasarısına temel olan aynı başlıklı ve 14282 nº’lu ve 05 Nisan 2017 tarihli, raportörlerinden birisi muhafazakar gruptan Norveçli GOSKESEN diğeri sosyalist gruptan Estonyalı MIKKO olan komitenin raporunda yazılan her şeyi, her sözcüğü CHP yıllardır savunduğu halde, karar tasarısına reddetmiştir. Hem de devasa 16 Nisan hilesinin üzerinden daha on gün bile geçmeden hilecilerden AKP ve MHP’yle birlikte reddetmiştir. Esasında CHP kendini reddetmiştir. Aynı şekilde dokunulmazlıkların kaldırılmasına anayasaya aykırı olduğunu bilerek arka çıkması da Avrupa kamuyoyunun anlayabileceği bir şey değildir. Anayasa referandumunun hileli sonucunu gerçeği bilerek kabullenmek Avrupa için yine başka bir anlaşılmaz durumdur. Bu doğrultuda daha birçok şey söylenebilir. Kılıçdaroğlu’na linç girişiminde bulunuldu ve iktidar suçluların yanında durdu. Üyesi olduğu ve bir zamanlar ikinci başkanlığını bile yaptığı Sosyalist Enternasyonal’den CHP’nin liderine en ufak bir destek geldi mi? Hatta iki satırlık bir geçmiş olsun mesajı ya da tweet geldi mi? Sosyalist Enternasyonal’den vazgeçtik, herhangi bir sosyalist veya sosyal demokrat partiden herhangi bir destek veya geçmiş olsun mesajı veya tweet’i geldi mi? İmaj ve prestij kaybı böyle bir şeydir. Diktatöre ve diktatörlüğüne yıllarca bıkmadan, usanmadan meşruiyet kazandırarak asıl CHP kendini deşifre etmiştir. Avrupa kamuoyu Kılıçdaroğlu’nu görmezden gelmekte haklıdır. Kılıçdaroğlu suratına yumruğu atanın elini sıkmaya koşa koşa gitmiş ve yüz yılın en gerici 19 Mayıs rezilliğine hayalindeki “yüce” devletin kutlama töreniymiş gibi katılmış, böylece o yediği yumruğa bile meşruiyet kazandırmayı ihmal etmemiştir. Yani utanmazlığının, onursuzluğunun sınırı yoktur.
Erdoğan’ın iktidarda kalmak için ana stratejisi, 17 yıldır birçok eksende bölüp durduğu, iliklerine kemiklerine kadar ayıkladığı toplumu bu halde tutmaktır. Bu seçimlerde de bu ana stratejisinin bir parçası olarak toplumu yine “devletin bekası” sorunuyla korkutma taktiğini uyguluyor. En büyük yardımcısı Bahçeli’dir.
*
§-1. Özellikle içi geçmiş, çürümüş toplumsal meşruiyetini kaybetmiş iktidarlar ömürlerini biraz daha uzatmak için ‘devletin bekası’ söylemine sarılırlar, bu söylemle sahte gündem yaratmaya, bu söylemle düzenini kabullenmiş muhaliflerin oylarını çalmaya çalışırlar. Araya soktukları bu lafla muhaliflerin sözünü keserler, genelde onlar da bu lafı eveleyip gevelemeye başlarlar.
§-2. ‘Devletin bekası’, devletin kalıcı bir varlık olduğu ve bir ima olarak da varlığının devamının toplumda her tür kaygının önüne geçtiği anlamına geliyor. Erdoğan ise ‘devletin bekası’ dediğinde sadece ve sadece kendi partisinin, daha doğrusu, Ahmet Şık’ın nitelemesiyle yıllardır “ülkeyi yağmalayan siyasi parti kılıklı mafya grubunun” 1 bekasını, buna bağlı olarak da kendi kişisel iktidarının ve tatlı tezgâhının bekasını kastediyor. Bahçeli de ‘devletin bekası’ dediğinde kendi partisinin, kendi rejim yardakçılığının ve kendi parti liderliğinin bekasını, özel olarak da Kürt düşmanlığının bekasını kastediyor. Yani ikisinin de ‘devletin bekası’ söyleminin, partiler üstü bir devlet bekası anlayışıyla uzaktan yakından ilgisi yoktur.
§-3. Devletin bekasından ve devletin bekası sorunundan ne anladıklarından, bugün bu söylemi niçin yine piyasaya sürdüklerinden bağımsız olarak, tarihsel-toplumsal anlamda partiler üstü bir devlet bekası anlayışı var mıdır? Varsa nedir?
§-4. Ulus-devlet doğar doğmaz, sermaye birikimindeki tarihsel misyonunu başlatmak için yekpare ve homojen bir ünite olarak ulusal pazarı oluşturur. İlk gün hemen iç gümrükleri kaldırır. Ulusal pazarın oluşması için her şeyden önce o pazarın üzerinde var olacağı bir toprak, ki eski sahibinden devren mutlaka bir toprak kalır, bu toprağa sınırlar, o sınırlara da sınırları koruyacak ve bu koruma hakkı dünyaca kabul edilecek bir devlet gerekir. Ulus-devlet, tarihin bir aşamasında, birçok etnik grubu barındıran bir feodal imparatorluğun çözülmesiyle ortaya çıkar. Bu toprakların üstüne, feodal imparatorluktan kopuşu simgeleyen bir tabela olarak da, kendisine ait bir bayrak diker. Ulusal pazarda sermaye biriksin diye ulusal para basar, ulusal banka kurar, ulusal bir marş bulur, ulusal birliği pekiştirecek ulusal sloganları ve ulusal simgeleri giderek çeşitlendirir. Bütün ulus-devletler karşılıklı olarak birbirlerine bu hak ve yetkileri er geç tanırlar.
§-5. Bu ‘devletin bekası’, sınırların, pazarın, paranın, bayrağın, marşın bekasıdır. Görüldüğü gibi “beka torbasının” içinde insan yoktur. İnsanın olmadığı yerde yurttaş da yoktur. Yurttaşın olmadığı yerde yurttaş hakları da yoktur, toplum da yoktur. ‘Beka’, toplumun ‘bekası’ değildir. Yanlış anlaşılmasın: Burada ülkenin siyasi ve ekonomik yaşamından, hukukundan bahsetmiyoruz, sadece “beka torbasının” içinde olanı ve olmayanı söylüyoruz.
§-6. Ulus ve ulus-devlet iç içe geçen süreçlerde, sınırlarının güvenliği sağlanan bir toprakta, eşzamanlı olarak inşa edilirler. Ulus, etnik ve kültürel farklılıkları yok sayan homojen bir ulusal kimlik anlayışı temelinde yükselir. Farklılıklar varlıklarını duyurduklarında da devlet onları ezer. Bu nedenle ‘devletin bekası’ söylemi tek başına gelmez, bir söylemler kümesinin bir parçası olarak gelir. Bu söylemi, kümenin diğer parçalarını reddederek almak diye bir şey olmaz, “şunu alayım da ötekileri almayayım, bana dokunuyor” diye bir şey yok. Bu kümede ‘devletin bekası’ söyleminin kardeş söylemleri milliyetçilik ve ırkçılıktır. ‘Devletin bekası-milliyetçilik-ırkçılık’ üçlü söylem kümesi, ulus-devletin söylem kümesidir. Tarihte de görüldüğü gibi bu küme, değişik zamanlarda ve değişik yoğunluklarda inkâr, etnik temizleme, soykırım, savaş kışkırtıcılığı, savaş, devlet terörü ve daha birçok pislik üretir.
§-7. Yani uzun lafın kısası Erdoğan aslında sadece oy istiyor. Hepsi o kadar… Çoğunluğun bu durumun farkında olduğuna kesin gözüyle bakabiliriz. “Bu sefer yemedik” diyenlerin yeterince büyük bir çoğunlukla “yetti artık” oyu atıp atmayacağı ise başka bir sorudur. Erdoğan’ı destekleyen kitleler yıllardır ona oylarını, “gerçeği bilmedikleri” ya da “kandırıldıkları” için değil, “bir şeyler yapar Erdoğan en kötü durumdan bile bizi kurtarır” şeklindeki kör inançlarını sorgulayacak kadar berbat bir duruma düşmedikleri için veriyorlar. Karizmasının büyüsüne tutuldukları Erdoğan’ın söylediklerinin doğru olup olmadığını asla sorgulamıyorlar. Kafalarında muhalefetin, yani “düşmanın” söylediği doğrular yanlışa, iktidarın, yani “velinimetlerinin” söylediği yalanlar ise doğruya dönüşüyor. Post-truth’un, yani hakikat sonrasının, gerçek ötesinin zihinlerde egemenlik kurmasına çalışıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Gerçek çarpıtılarak, manipüle edilerek yaratılan sahte gerçeklik zorla, şiddetle, zulümle, algı operasyonlarıyla dayatılıyor. Gerçek değersizleştirilmeye çalışılıyor. Açıkta çürüyen neo-liberal dogmanın leşinin yaydığı Trump, Bolsonaro, Orban, Le Pen, Farage vb (!) gibi mikropların neden olduğu enfeksiyonların yaygınlaştığı bir dünyada yaşıyoruz.
§-8. Erdoğan’a dönersek, Erdoğan ‘devletin bekası sorunu’ söylemine muhtaçtır, mutfağında bu temcit pilavından başka bir şey kalmamıştır, ekmek kırıntısı bile yoktur. Erdoğan, bir seçim taktiği olduğu açık seçik görünen ‘devletin bekası sorunu’ söylemini, tüm eleştirilere ve halk için çekilmez hale getirdiği yaşama karşı yükselen her itiraza karşı kalıp yanıt olarak kullanıyor: Ekonomik kriz? “Beka sorunu var”, Hayat pahalılığı? “Beka sorunu var”, İşsizlik? “Beka sorunu var”, İş cinayetleri? “Beka sorunu var”, Eğitimsizlik? “Beka sorunu var”, Adalet? “Beka sorunu var”, İnsan hakları? “Beka sorunu var” vb.
§-9. Erdoğan esasında küresel ekonomiye entegre olan ve bu entegrasyonun hediyesi olarak da yarım trilyon dolar borçlanan kapitalist Türkiye’de ‘devletin bekası’ diye gerçek bir sorunun olmadığını gayet iyi biliyor. Türkiye devletinin ‘bekası’ yarım trilyon dolar eder mi? Erdoğan gerçekten böyle bir sorun olduğunu düşünseydi Türkiye’nin Irak’tan Akdeniz’e kadar olan sınırını kendi elleriyle yok eder miydi? Yoğun ve sürekli kişisel çabasıyla ulusal birliği fütursuzca parçalarken, toplumu artık bir arada yaşamak istemeyen insan gruplarına bölerken, milyarlarca dolar sermayenin yurtdışına kaçmasına neden olurken, her çağda gerekli olan eğitimli işgücünü, nitelikli emeği ve üniversite öğrencilerini ülkeyi terke zorlarken, aşağıladığı Kürt halkına çifte zulüm altında olağanüstü eziyet vererek onları ve meşru temsilcilerini siyasi yaşamın dışına itip barut biriktirirken aklına gelmeyen ‘beka sorunu’, ekonomiye zararlı politikalarıyla liranın değerini eritirken mi, konu soğan, patlıcan, domates “terörizmi” olunca mı aklına gelirdi?
§-10. Aslında Erdoğan, ulus-devlet çağının değil, önceki cemaatler çağının “reisi” olduğundan, örneğin laiklik gibi ulus-devlet ilkelerini tanımaz. Atatürk’ün tarihsel kişiliği, bayrak, marş, TC kısaltması vb gibi Cumhuriyetin geniş kitleler tarafından benimsenmiş bir sürü simgesel değerleri de onu ilgilendirmez. Yani kastettiği ‘beka sorunu’ bu ulus-devletin beka sorunu olamaz.
§-11. Öte yandan Erdoğan dış güçlerin, artık onlar kimlerse, Türkiye’yi parçalamak gibi hayali planlarının olmadığını da biliyor. Yoksa Ortadoğu batağına kendini zorla sokar mıydı? Uluslararası planda bu kadar çabuk, bu kadar sık dost-düşman değiştirip durur muydu? Sonunda oy için Yeni Zelanda’ya bile provokasyon yapmayı becerdi. Bu kadar dengesiz, diplomasi kurallarından uzak, anlamsız ve riskli, ana işletim biçimi tehdit ve provokasyon olan bir dış politika yürütür müydü?
§-12. Erdoğan için Türkiye devletinin ‘beka sorunu’ yoktur, ama Osmanlı İmparatorluğu devletinin ‘beka sorunu’ vardır. Ne kadar komik ve absürt değil mi? Var olan bir devletin bekasıyla ilgilenmez, ama yok olmuş bir devletin bekasını düşünür… Osmanlı sultanlarının Fransız devriminden sonra rüyalarında bile görmedikleri bir Osmanlı devletinin hayalini gören, üstelik Osmanlı hanedanından olmayan Erdoğan için ‘beka sorunu’ işte o hayal devlet için vardır. Bahçeli de yine onun gibi ama başka bir hayalin ‘bekasının’ peşindedir. Orta Asya’dan bu yana gelen hayali bir “Türklüğün” hayali ‘bekasını’ düşünür. Yukarıda dediğimiz post-truth dünya, yani gerçek ötesi dünya, sadece ezilenleri değil, ezen sınıfların bir takım dar kafalı tiplerini de içine alıyor. Bir dünya gerçek ötesi bile olsa yine de ezenli ezilenli bir dünyadır.
§-13. Bu tablonun içinde burjuva muhalefet de alışılagelen görkemli zavallılığını sürdürüyor. Erdoğan’ın var olmadığını bildiği ama var dediği sahte ‘beka sorununu’ sahici bir sorun sanıyor, sahipleniyor. ‘Devletin bekası’ için seve seve canlarını verirlermiş, hatta hatta aralarında güle oynaya canını vermeyecek tek bir kişi bile yokmuş, şehit olurlarmış falan filan… Erdoğan’ı bile şaşırtıyorlar. Zavallılıklarının birinci soyutlama düzeyi bu: ‘Beka sorunu’ yaşamayan devletin olmayan beka sorununu “çözmeye hazırız” diyorlar. Üstelik devlet deyince “ülkeyi yağmalayan siyasi parti kılıklı mafya grubunu” değil, çocukluğumuzdaki ortaokul yurttaşlık bilgisi kitaplarında yazılı soyut devleti anlıyorlar. Zavallılıklarının ikinci soyutlama düzeyi de şu: Erdoğan ‘devletin bekası’ dediğinde somut olarak cumhuriyeti yıkan çetenin bekasını anlayacaklarına, yıkılan cumhuriyetin artık olmayan devletinin bekasını anlıyorlar. Yani onlar da hayal görüyorlar. Erdoğan “Beka sorunu var, onu bir tek ben çözerim” diyor, çünkü kendi iktidarını korumak için bunu demesi gerekiyor, beka diye bir sorun olmadığını biliyor. Muhalefet ise atlayıp oltayı yutuyor, “Evet beka sorunu var ama bu sorunu sen çözemezsin, çünkü sen yarattın” diyor. Hem böyle bir sorunun olmadığını halktan saklıyor, hem de olmayan bir sorundan Erdoğan’ı sorumlu tutuyor. Böylece Erdoğan’a sadece tek bir iş kalıyor: Muhalefete FETÖ, PKK terör işbirlikçileri vb. etiketini yapıştırıp saldırarak, muhalefeti gerçek sandığı beka sorununu yaratmakla suçlamak.
§-14. Devletin ‘bekası’ konusu bir “yan ürün” olarak da ulusalcıların, gerçek ülke sorunlarından ve eylemden kaçabildikleri bir konudur. Erdoğan’ın onların oynamalarına izin verdiği bir kum havuzudur. Bu kum havuzunda oynayarak, tehlike dolu sokaklara çıkmamış olurlar.
§-15. Peki CHP, Atatürkçüler vb. niçin devletin ‘beka sorunu’ var sanıyorlar? Önce şunları hatırlayalım: Ulusalcıdırlar, bu ulus-devletin kurulduğu dönemin özlemiyle yaşarlar. Zaten bu özlemle sık sık cumhuriyetin fabrika ayarlarına dönmek gerektiğinden bahsederler. Tek bir ithal ikameci kapitalist ekonominin kalmadığı bir dünyada ithal ikameciliğe geri dönmek isterler. Saatleri durmuştur. Cumhuriyetin, Birinci Dünya Savaşı’nı kaybedip parçalanan Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden doğduğu dakikaya çakılıp kalmışlardır. Anahtar sözcükleri emperyalizmdir. Ulus-devletin kuruluşuna yolu açan Kurtuluş savaşına emperyalistlere karşı bir savaş derler, ama nedense Kurtuluş savaşını, Osmanlı İmparatorluğu’nun büyük hevesle girdiği emperyalistler arası savaşın bir parçası olan Çanakkale muharebelerinin tarihsel süreklilik içinde bir devamıymış gibi sunarlar. Mondros-Sevres-Sykes Picot-Lozan dünyasında yaşarlar, o noktada sabitlenmişlerdir. Türkiye’nin nefesini tuttuğu bir kabus olarak yaşadığı İkinci Dünya Savaşı da “doğru noktada” sabitlendiklerini kendilerine teyit etmiştir.
§-16. Ulusalcılar bugün bir dış gücün 82 milyonluk dev bir ülkeyi parçalamayı düşünebileceğine büyük bir içtenlikle, ciddi ciddi inanmışlardır. O gün Yunan ordularına Anadolu’yu işgal ettiren tarihsel dinamiğin bugün de aynen var olduğunu sanmaktadırlar. Ve Kurtuluş Savaşı olmasaydı o günkü Yunan ordularının bugün hâlâ Anadolu’da duruyor olacağına dahi emindirler. Bir Arena programında Uğur Dündar, “Dumlupınar olmasaydı benim adım bugün Uğur olmazdı belki de Dimitri olurdu” gibi bir şey bile söyleyebilmiştir. Dünya kapitalist sistemi hakkında en ufak bir bilgileri yoktur. Ama istisnasız hepsi “jeostrateji uzmanı”dır. Bilimsel teknolojik devrim, kökten değişen üretim süreçleri, küresel dinamikler onların düşünce dünyasına girmez. Kendilerine, “Dış güçler niçin Türkiye’yi parçalamak istiyor?” diye can sıkıcı bir soruyu sormayı yasaklarlar, çünkü bu tür sorular buzkıran gibi hayalkıran sorulardır. “Mustafa Kemal’in askerlerine” yakışmaz. ‘Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ derler ama en hassas oldukları konularda bile etkin muhalefet yapmazlar, sadece konuşurlar. Örneğin şeker fabrikalarının yok pahasına satılmasına karşı ciddi bir eylem koymazlar. “Laiklik” derler, “laik eğitim” derler ama laikliği savunmak için 20 yılda tek bir miting örgütlemezler.
§-17. Özetlersek, yukarıda dediğimiz gibi, ulusalcılar için de ‘beka sorunu’, bir hayalin ‘beka sorunudur’: Yıkıldığını algılamayı reddettikleri cumhuriyetin, bugün artık yok olan cumhuriyetin kuruluş yıllarında var olan devletinin ‘beka sorunu’. Bu da komik, bu da absürt. Post-truth dünyanın, yani gerçek ötesi dünyanın ulusçu dışavurumu…
§-18. Evrimcilere ve devrimcilere gelince durum açıktır. En kaba hatlarıyla söylersek, evrimci siyasi çizgiye göre, komünistler barışçıl yoldan, somut olarak sandık yoluyla iktidara gelir, devleti ele geçirir, bazı ciddi rötuşlar yapar ve bu devleti toplumu komünizme giden yola yöneltmek için kullanır. Bu çizgiyi savunanlar İspanya İç Savaşı, Şilili Salvador Allende’nin trajik akıbeti gibi konularda hafıza kaybı yaşarlar. Devrimci siyasi çizgiye göre ise, komünistler keskin sınıf savaşlarını kazanarak devrim yoluyla, yani barışçı olmayan yoldan, devleti ele geçirir ve paramparça eder. Bambaşka mekanizmalarla işleyen yeni bir devlet kurar ve bu devleti toplumu komünizme giden yola yöneltmek için kullanır. Bu yolda giderken devlet yavaş yavaş erir. Birinci çizgide devlet her durumda lazım olacağı için ‘devletin bekası’, tüm toplumun bir bütün olarak çıkarları için şart görülür. İkinci çizgide ise var olan devlet sadece hâkim sınıfların çıkarları için gerekli olduğundan, hiçbir durumda, kapitalizmin ne yarınında, ne de bugününde lazım değildir. Lazım olmayan devletin ‘bekası’ da lazım değildir. Kapitalist pazarın, paranın, bayrağın, marşın ‘bekası’ lazım değildir. Milliyetçiliğin, ırkçılığın bekası hiç lazım değildir. Geriye kalır sınırların ‘bekası’… Son iki yüz yıllık tarih defalarca göstermiştir ki, devrimden önce sınırların ‘bekası’ diyerek toplumu ezenler, kendi çıkarları için milyonları beyhude savaşlarda ölüme gönderenler, devrimden sonra kurulan devletin değil sınırlarını, doğrudan kendisini hedef almış ve yeni devleti yok etmek için eski düşman-yeni dost dış güçlerle elele savaşmışlardır. Devrimciler ise eski kapitalist pazarın sınırlarını korumak için değil, yeni devrimci iktidarın hüküm süreceği toprağın sınırlarını korumak için savaşmışlardır.
Sonuçta kapitalist dünyada bir devrimci ‘devletin bekası’ lafını ağzına alamaz. Mantıklı olmak lazım: Devrimci yıkacağı düzenin devleti “devrilmesin, ayakta kalsın” diyebilir mi? “Bu devletten bir şeyler kazanılabilir, ayakta kalsın” diyebilir mi? Burjuva demokrasisi ve burjuva hukuku, sınıf savaşlarında burjuvaziden ve burjuva devletinden zorla alınır, eylemle kazanılır, burjuva devletinin hediyesi değildir. Bu devletin bekası gerekmez.
Şimdi de tarihteki bazı devrimlerden örneklerle, devrimcilerle ‘devletin bekası’ ilişkisine kısaca bakalım.
§-19. III. Napolyon, Bismarck’a Temmuz 1870’te açtığı savaşta çok hızlı bir şekilde yenildi. Paris ayaklandı ve 4 Eylül 1870’te İmparatorluk yıkıldı. Alman orduları Paris’i kuşattı, açlık başladı. Paris işçi sınıfı ayaklandı ve 18 Mart 1871’de Paris Komünü’nü ilan etti. Alman orduları Paris’i kuşatmışken, Fransız burjuvazisi ülkeyi Almanya’ya teslim etmek ve bunu Fransız halkına kabul ettirmek için bir hükümet kurmuşken, işçi sınıfı, devletin bekasını düşünmeden, düşman işgali altındaki ülkede tarihin ilk proletarya diktatörlüğünü kurdu. Bunun üzerine üç gün önce birbirini boğazlayan düşmanlar can ciğer dost olup esas düşmana, sınıf düşmanına, proletaryaya karşı birleşti. Ülkesini işgal eden ve devletini yıkan Almanlarla ittifak yaparken Fransız hükümetinin aklına ‘beka sorunu’ gelmedi. Komün 72 gün dayanabildi. Eli silah tutan 40 bine yakın kadınlı erkekli komüncüye karşı Fransız devleti Alman Bismarck’ın yardımıyla 65 bin kişilik bir ordu çıkardı. Bismarck elindeki 135 bin savaş esiri Fransız askerini serbest bırakıp bu orduya ekledi. Yani komün 5 askere karşı ancak 1 asker çıkarabildi. Yenilgi sonrasında olağanüstü bir katliam yaşandı. Tarihe “Kanlı Hafta” olarak geçen haftada, 21 Mayıs-28 Mayıs arasında, Paris’te 25 bin komüncü kurşuna dizildi.
§-20. Lenin, Şubat Devrimi’nden sonra sosyalist devrim perspektifiyle Rusya’ya, savaş koşulları altında gidişini örgütlemesi için, o anda ülkesiyle savaş halinde olan Alman devletiyle “haince”, “alçakça” işbirliği yaptı. Bu pazarlıkta Lenin’in Alman devletini “kandırdığını” düşünmeyelim. Lenin’in dönüşünü örgütlemekle Alman devleti de düşmanı olan Rus Çarlık devletinin aleyhine bir iş yapmış oldu. Ama sonunda Ekim Devrimi oldu. Ekim Devrimi olduğu için tarih Lenin’in “hain”, “alçak” olduğunu değil ileri görüşlü olduğunu yazdı, Alman devletinin ise “kandırılmış”, “aptal” değil dar görüşlü olduğu ortaya çıktı. Lenin Alman istihbaratıyla ilişki kurmak için uğraşırken acaba biri ona “Çar gitti peki ama geride bıraktığı devletin bekası ne olacak, savaş bitince bu devletinin sınırları ne olacak?” deseydi herhalde Lenin ona bayat balık gözüyle boş boş bakardı. Ekim Devrimi’nden hemen sonra Lenin Çarlık Rusyası’nın bütün gizli anlaşmalarını dünyanın gözleri önüne serdi ve hepsini yırtıp attı. Hem de kimse ondan bunu istemeden… “Önce bir bakalım bizim topraklar, sınırlar ne olacak” diye düşünmedi. Bolşevik iktidarla Almanya, Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri arasında Brest-Litovsk anlaşması imzalanırken de Lenin’in derdi toprak kaybı, sınırların nerelerden geçeceği değildi, derdi devrimi “Barış” sloganı sayesinde, yani halka savaşa son vereceklerine dair verdikleri söz sayesinde yaptıklarını bildiğinden, iktidarı konsolide etmek için gerekli hayati zamanı kazanmaktı. Koca koca toprakları bir imzayla verdi. Daha sonra çıkan iç savaşta Bolşevik iktidarı devirmek için Menşevikler dahil tüm güçler işgalci emperyalistlerle ittifak yaptı. Onlar da toprağın, sınırların bekasını filan asla düşünmedi. Zaten doğası gereği hiçbir iç savaşta hiçbir şeyin bekası olmaz, iç savaşın kendisi beka “bozumudur”. Kısacası Lenin ne Çarlık Rusyası devletinin, ne de kendi devletinin beka sorununu düşünmedi. Devrimin sınırlarını elbette korudu. Daha doğrusu teknik koruma altına aldı.§-21. Küba devrimcileri iktidarı aldıklarında ABD’nin adayı işgal edebileceğini düşünüyorlardı, ayrıca Batista ABD’yle seve seve işbirliği yapacaktı. Ama bu kaygı iktidarı almadaki kararlıklarını hiç sarsmadı. ABD Küba’yı işgal etmedi. Ya Küba devriminin Sovyetler Birliği’yle organik bağını saptayamadığı için bir ‘bekle-gör’ politikasını tercih etti, ya da hata yaptı. İki durumdan hangisinin söz konusu olduğu önemli değil, çünkü iki yıl sonra, 1961 yılı başında Kennedy, Castro’nun Küba’da iktidarı Latin Amerika’da Sovyetler adına devrimler yapmak üzere aldığına artık iyice ikna olmuştu. CIA’nin ABD’ye kaçan karşı-devrimci Kübalılardan gizlice kurduğu ve eğittiği tugay büyüklüğündeki bir askeri gücün Castro iktidarını devirmek üzere Küba’yı işgal etmesine, yasadışı ve gizli olarak onay verdi. 17 Nisan 1961’e Domuzlar Körfezi’ne çıkartma yapan birlik, Küba devrimcileri tarafında iki günde hızla likide edildi. Karşı-devrimciler direnir ve iktidarı alabilir gibi olsalardı, eylemleri Küba halkı gözünde bir meşruiyet kazanabilseydi, ABD savaş jetlerinin bombalarından ve açıkta bekleyen ABD savaş gemilerinin top atışlarından destek alacaklardı. Ancak sabun köpüğü gibi derhal yok edildikleri için ABD savaş jetlerini ve gemilerini devreye sokamadı, dupdururken ortaya saldırgan tarafın ABD olduğu bir ABD-Küba savaşı çıkmış olacaktı, Sovyetler Birliği’nden korktu. Kennedy sorumluluğu üstlendi, hata yaptığını söyledi ve dünyaya rezil oldu. Ama yine de aynı yılın Kasım ayında CIA’nın gizli Mongoose operasyonunu onayladı: Bu ikinci gizli plana göre Küba’da devrimci iktidara karşı bir ayaklanma örgütlenecek, karşı-devrimciler ABD’yi yardıma çağıracak ve Küba işgal edilecekti. Ancak bu arada Sovyetler Birliği de olası bir ABD işgalini önlemek için Küba’ya gizlice orta menzilli nükleer füzeler yerleştirmişti. ABD füzeleri keşfetti. ABD için, topraklarının 90 km uzağına sinsice yerleştirilmiş bu nükleer füzelerin varlığı asla kabul edilemezdi. Nükleer füzelerin bir gün düşman tarafından fırlatılmasını beklemektense önce davranıp bir nükleer savaş çıkarmak bile daha kabul edilebilir bir opsiyondu. ABD ve SSCB’yi ilk ve son kez dünya çapında bir nükleer savaşın eşiğine getiren ünlü Küba füze krizi böyle başladı. Castro, ABD’nin dünya çapında bir nükleer savaş çıkarma tehdidi altında dahi iktidarı ABD’ye bırakmayı düşünmedi. Bırakabilirdi, bir nükleer savaşta ilk yıkılacak devlet Küba olacağından sırf Küba devletinin bekası için iktidarı bırakabilirdi, bırakmadı. ABD’nin blöf yapmadığını biliyordu ama yine de ABD’nin restini gördü, çünkü geri adımı atacak olanın Kennedy değil Khruschev olacağını düşünüyordu, çünkü oyunu elindeki kartların gücünün ötesinde oynayanın Khruschev olduğunu düşünüyordu, belki füzeler Küba’ya ilk yerleştirildiğinde bile olayların böyle gelişeceğini tahmin ediyordu. Haklı çıktı. Ama burada altı çizilmesi gereken nokta şudur: Castro, ortada dünya çapında olağanüstü bir tehlikenin somut kanıtları varken, kafasının içinde kendisiyle konuşarak yaptığı tahminlere göre davrandı ve Küba’nın bekasını çöpe atma olasılığını seçti. Doğru seçim yaptığının ex-post olarak yani sonradan ortaya çıkması, seçim anındaki inadında haklı olduğunu kanıtlamaz. Bir de o gün, “önemli olan Küba’nın bekasıdır, devrim bir başka bahara kalsın” deseydi, iktidarını feda etseydi, böyle bir fedakârlık Sovyetler Birliği’ne o gün derin bir nefes aldırırdı…Tabii böyle bir derin nefesin de büyük bir bedeli olurdu, ABD aynı nükleer savaş tehdidini o günden sonraki bütün devrimlerin ve devrimci süreçlerin tepesinde bir Demoklesin kılıcı gibi sallardı. Castro’nun devrimci kararlığı ve inadı bu karşıdevrimci “geleneğin” yerleşmesini önledi.
*
Ya işte böyle, tarihin tüyler ürperten bu devasa boyutlardaki dramatik akışı karşısında kişiliksiz AKP çetesinin soğan, patlıcan, domates “terörizmine” karşı bekası ne kadar eften püften bir beka kalıyor değil mi ?
Coşkun ADALI, 21 Mart 2019
1 . Cumhuriyet, 13 Haziran 2018. Gerçekten de, kendi belediye başkanı adayları için “Hırsızsa bizim hırsızımız” diyen Mersin il yönetecisi nasıl tür bir örgütün üyesi olabilir ?
Durumu kısaca değerlendirmek ve devrimci duruş açısından şunları söyleyebiliyorum:
Elbette Trump ve çıkarlarını temsil ettiği petrol ve silah tekellerinin ülkeye her türlü müdahelesine karşıyız. ABD’nin Venezuela politikasına karşıyız.
Yüklendiği işin altından kalkabilecek çapta olup olmamasından, daralan sosyal tabanından, politik hatalarından, kapitalist ilişkinin kendisini sorgulamamasından, Recep’le aşırı fingirdeşmesinden bağımsız olarak Maduro’yu destekliyoruz. Ayrıca nerede, ne yanlış yaptığı, ‘ne yapsa daha iyi olurdu’yu bugün tartışmanın yanlış olduğunu düşünüyoruz.
Türkiye’nin ilerici güçleriyle dayanışmak yerine Recep’le fingirdeşmeyi seçmesi bizim onunla dayanışmamızı engellemez. Onunla dayanışmamız onun aleyhimize olan tavrıyla ilgili değildir. Dayanışanın dayanışması dayanışılanın davranışıyla ilgili değildir. Devrimci dayanışma karşılıklı olabilir, olmayabilir. Onun bizimle devrimci dayanışma göstermiyor olması onun bileceği iş, bizim onunla devrimci dayanışma gösteriyor olmamız bizim bileceğimiz iş… Elbette karşılıklı olmasını isterdik.
ABD ambargosu karşısında uluslararası kredisini korumak için Maduro’nun Türkiye’ye ve Birleşik Arap Emirlikleri’ne geçen yıl 73 ton altın sattığı kesin gözüküyor. Bu ticarete de “denize düşen yılana sarılır” diyelim.
Öte yandan ABD’nin dünyada gerileyen hegemonyası Ortadoğu’da bölge güçlerine bir politik manevra alanı açıyor. Ama bu alan sadece “mızıkçılık” yapmalarına izin verilen bir alandır, çünkü siyasi varlıklarının devamı dün olduğu gibi bugün de ABD politikasına bağlıdır. Bugün dünyada 4-5 milyar insanın küfürlerine alışık olan ABD için bölgedeki bir müteffikinin “mızıkçılığı” dış politikalarının oluşmasına etki etmez, “mızıkçılık” oyunun kurallarını da değiştirmez. Recep biraz altın karşılığında sadece “mızıkçılık” alanını genişletti, bölgeden çıktı, Latin Amerika “fırsatına” da bulaştı, o kadar… Bu tür mızıkçılığa anti-emperyalist bir demagojinin eşlik etmesi iç propaganda amaçlıdır, bu demagojiye bunun ötesinde bir amaç yüklemek için milliyetçi, sosyal demokrat vb. olmak gerekir.
Kapitalist Venezuela’nın en büyük tarihsel talihsizliği petrolüdür. Petrol, ABD için tüm diğer ülkeler için olduğundan daha hayati bir ihtiyaçtır. Bir numaralı ihtiyaçtır. Kapitalist ekonominin ve toplumun maddi altyapısı bir kez öyle kurulmuş. Kaldı ki ABD’de petrol tekelleriyle silah tekelleri iktidar blokunun en güçlü bileşenleridir. Kapitalist Venezuela talihsizdir, hem gözü dönmüş aç aslanın dibinde oturacaksın, hem de taze kuzu etini ona vermeyeceksin. Çoğunu versen yine yetmez, hepsini ister. Zor iş…
Ayrıca, yine petrol yüzünden, kapitalist Venezuela’nın dünya kapitalist sistemine petrole alternatif bir entegrasyon şansı yoktur. Petrol ekseninde entegrasyonda ise, petrolün uluslarötesi bir ekonomisi olduğundan, bağımsız ulusal politika izlemesi çok zordur. Halkın dayanılmaz ağır yaşam koşulları da bunu gösteriyor. Bu zorluğa meydan okumak en az yüz binlik silahlı halk milisleri ister. Bu örgütlenme de kapitalist çerçevede kurtuluş gibi dar bir perspektifle hayata geçemez.
Venezuela’da olup bitenler son iki yüz yıllık Latin Amerika tarihinin inişli çıkışlı bir parçasıdır. Latin Amerika ABD’nin arka bahçesidir. Latin Amerika’da hiçbir kayıp ebedi kayıp, hiçbir kazanç ebedi kazanç değildir. Latin Amerika, fay hatlarının karman çorman olduğu yoğun bir deprem bölgesidir. Bir deprem olması da, uzun süre deprem olmaması da, bir daha deprem olmayacağını göstermez. Bugün Latin Amerika’da rüzgârlar ters yönde esiyor. Hepsi bu…
Brezilya, “kıtasal ülkeler” kategorisinde olduğundan, ayrı tutulabilir, ama diğer bütün Latin Amerika ülkelerininin geri dönüşsüz kurtuluşu ancak bir Latin Amerika devrimi bağlamında düşünülebilir. Bu bize ait ukalaca bir saptama değildir. Bolivar’dan Che’ye bütün büyük enternasyonalist Latin Amerika devrimcilerinin tarihsel perspektifidir. Devrimden sonra Küba’da kalmayan, dünya devrimini önce gidip Afrika’da arayan ve bulamayan, sonra da Latin Amerika’ya geri gelen Che’nin, Bolivya’da, oldu ya, gerçekleşen bir devrimden sonra o ülkede kalacağını hayal etmek zordur. Bolivya’da devrimden sonra büyük bir olasılıkla kendi ülkesine, Arjantin’e geçecekti.
Che ne dünya devrimini, ne de Latin Amerika devrimini göremedi, ama Küba devrimine verdiği enternasyonalist devrimci ruhla Küba devleti otuz yıl tüm anti-emperyalist hareketleri destekledi. O o gündü, bugün Maduro bambaşka bir Latin Amerika’da ve bambaşka bir dünyada yaşıyor. Seçtiği yolda sonuna kadar gitmekten başka çaresi yok gibi görünüyor. Gidebildiği kadar gittiğinde kendi iradesi dışında ortaya çıkabilecek olası bir kayıp, bu yoldan isteyerek çıkarsa karşılaşacağı kayıptan daha az olacaktır. Biz de ona “devam” diyoruz.