Tuhaf bir şey fark ettim dün. Romantik ilişkilerle veya cinsellikle alakası yok ama var.
Politik olarak çok güvendiğimiz ve bizimle aynı görüşte olduğunu düşündüğümüz bir kişi hakkında konuşurken, başka, bizim görüşlerimizle uzaktan yakından alakası olmayan insanların da bu kişi hakında aynı hisleri paylaştığını söylediler. Yani herkes bu kişinin kendisiyle aynı görüşte olduğunu düşünmüş. Sonra biraz kafa yorduk. Bu yanlış anlaşmanın sebebi kişinin kendisi değil. Yalancı değil, sahte değil, sözünden dönmüyor. Tek yaptığı, samimiyetle ve empatiyle karşısındaki kişiyi dinlemek.
Birbirimizi gerçekten dinlemeye alışmamışız. Birinin bizi dinlemesine hele hiç.
Biri bizi sakin sakin ve merakla dinliyorsa, illa ki bizimle aynı görüştedir diye düşünüyoruz. Hele bir de bizim bakış açımıza hakimse, yani aklımızdan geçenleri tahmin ediyorsa, bunu anca bizimle aynı görüşteyse yapabilir sanıyoruz.
Aynısı kişisel ilişkilerde de geçerli, özellikle de duygusal bağ yoksunu erkeklerde. Biri beni gerçekten dinliyorsa, benden hoşlanıyordur kesin, diye düşünüyoruz. Böyle düşünmesek de, böyle hissediyoruz; yani bir noktadan sonra bizi dinleyen kadından hoşlanmaya başlıyoruz ve sanki karşılıklı bir romantik çekim varmış gibi geliyor. Tam da bu yüzden, erkekler kadınlarla dostluk kuramıyorlar. (Hetero erkekleri kast ettiğim açıktır herhalde. Düz odun erkek cinselliği blogundasın.) Ben de kuramıyorum.
İşte bu herkesi dinleyen ve herkese dinlendiğini ve anlaşıldığını hissettiren kişi, herkes tarafından sevilen ve güvenilen biri olmuş. Öyle bir noktadayız ki, sırf bu kişisel güven yüzünden insanlar ona “Ya peki sen ne düşünüyorsun X konusunda? Senin görüşün ne?” diye sormamışlar bile. Çünkü aslında bu kişi konuşuyor da. Yani görüşlerini saklayan falan biri de değil. Oturup dinlesek, bizimle aynı görüşte olup olmadığını anlayacağız kolaylıkla. Ama bizi dinliyorsa ve anlıyorsa anca bizdendir kafasıyla yaklaştığımız için, şimdi kendimizi keriz yerine konmuş hissettik.
Oysa bu kişi sadece yapması gerekeni yapıyordu. Ben mesela bir sunum yaptım ona. Sunum benim sunumum, demek ki onun görevi dinleyip anlamak, sonra eve dönünce de bir görüş oluşturmak. Sunum sırasında, beni anlamak için sorular sordu. Tabii ki bu soruları benim bakış açımdan sordu, kendi bakış açısından değil, çünkü sunumu anlamak istiyorsa benim aklımdan geçenleri anlaması lazım ve bunun için de benim bakış açımdan bakması lazım. Benim haklı olduğumu falan da düşünmesine gerek yok bunu yaparken.
Duygusal emeğe öyle uzağım/uzağız ki, böyle normal empatik insanlar ortamı kolaylıkla ele geçirebiliyorlar.
Empati zor iş, sabır ve enerji gerektiyor, ama iki işe yarıyor: karşımızdaki insanın bize güvenmesini sağlıyor ve bizim karşımızdaki insanla gerçekten aynı fikirde olup olmadığımızı tespit etmemize yardımcı oluyor.
Bu empati eyleminden sonra, ne şekilde harekete geçeceğimize biz karar veriyoruz. Eğer sevdiğimiz ilgilendiğimiz biriyse muhtemelen onunla duygudaşlık kurup destek olmaya çalışırız mesela. Bu da önceki yazının konusuydu. Sonraki yazıda da bu konuları birleştirmeye çalışayım bakalım.