İşler çığırından çıkmadan

Sevgilinle tartışırken bir an aklından “ay bu yolun sonu iyi değil” diye geçirdiğin oldu mu hiç? Yani, tartışmanın varabileceği yerlerin hiçbirinin ne seni ne onu tatmin edeceğini hissettiğin bir an… Geldiğiniz noktada, konuşmaya devam etmenin manasını yitirdiği…

Duygusal zekası olanlar böyle bir anda mola verirlermiş, derin soluk alıp verirler, sonra şiddetsiz iletişim falan gibi tekniklerle konunun özüne dönüp duygusal gereksinimlere odaklanırlarmış. Aşırı empatik insanlar ise, kendi yoğun duygularının yanı sıra karşılarındaki kişinin duyguları da onlara bulaşınca boğulup paralize olabilirlermiş. Mesela bloke olup hiçbir şey söyleyememe veya sarsıla sarıla ağlama gibi tepkiler verirlermiş.

Ben düz erkek olduğum için iki avantajım var. Birincisi, bağırış çağırışa, kavga dövüşe alışığım. İkincisi, çoğunlukla durumun böyle çözümsüz bir yere gelmesinin sebebi benim, çünkü ilişkilerimde kendimi empoze etmem öğretildi bana. Bu iki avantajım sayesinde, işlerin düğümlenmesinin sebebi genellikle ben oluyorum. Dolayısıyla da, sorunun parçası olmak suretiyle, çözümün parçası olmamak konumunda oluyorum.

Ama geçen gün tersi oldu, ve üstelik her şeyi öyle güzel biçimde çözdüm ki ben bile hayran kaldım.

Partnerim, birlikte katıldığımız bir etkinlikte ona yeterince ilgi göstermediğim için bana darıldı. Etkinliğin sonunda eve doğru yürürken bu üzüntüsünü benimle paylaştı. Ben de ona, etkinliğin başından itibaren ikimizin de ayrı ayrı meşgul oluverdiğimizi ve bunu normal karşıladığımı söyledim. Böylece o da daha çok üzüldü.

Buraya kadar her şey normal. Buradan sonra biraz rayımızdan çıktık. Onunla birlikte zaman geçirmek istemediğimi, değişen koşullar (acil bir iş çıkınca mesela) onun ihtiyaçlarını tamamen unuttuğumu (acil işim çıktığını söylemeyi bile akıl etmediğimi mesela) söyledi. Onun duyguları bana da bulaştı. Onun çizdiği yoldan ben de kendimi suçlamaya başladım. Hiçbir çıkış yolu bulamıyordum. Özür dilemenin bir faydası yoktu, çünkü mesele benim bir hatam değildi. Böylece, eve döndüğümüzde ikimiz de umutsuz biçimde birbirimize bakıyorduk.

Sonra ben balkona astığım çamaşırları toplamaya başladım. Pratik şeyler yapınca kafamı toparlayabiliyorum. Ve aklıma geldi: Etkinliğin başında ben kendimi kötü hissetmiştim bir sorun yüzünden. Ama o ortalıkta yoktu. Önce tuvalete gitmiştir diye düşündüm, ama sonra uzun süre geri dönmeyince başka bir işi çıktığını anladım. Onu yanımda isterdim, ama müsait değildi. Ben bunu yadırgamadım. Yadırgayabilir ve onu suçlayabilirdim – tam da bana yaptığı suçlamanın aynısıyla. Bunu yapmadım çünkü ona ve ilişkimize güveniyordum.

Ve her zaman yaptığımın tersi bir şey yaptım. Ben böyle durumlarda ortamı yumuşatır, partnerimin huyuna giderim. Ama şimdi:

O salona geldiğinde “Ya bu arada, demin konuştuğumuz şeyleri düşünüyordum da. Ben kabul etmiyorum dediklerini.” dedim. Sonra da “Olgular seni bir sonuca götürmüyor. Sonuçtan başlayıp olguları diziyor ve yorumluyorsun.” diye açıkladım. “Bana saldıran bir hikaye kurguluyorsun. Buna ihtiyacımız yok ve bunun bize herhangi bir faydası yok. Bu konuşmayı böyle bir düzlemde yapmayı kabul etmiyorum.” dedim.

Yani ortamı yumuşatmanın tam aksini yaptım, ama içimdeki korku ve sıkıntı geçiverdi.

Önceki yazıdan: Duygular, eylem gerektiren nörolojik programlar. Duygunun tanımı bu. Eğer duygunun gerektirdiği eylemi yerine getirirsen, duygu geri çekiliyor. Getirmezsen, duygu seni tüketmeye devam ediyor.

Doğru eylemi yaptığımı biliyordum. Sakindim. Partnerim çok etkilendi bu yanıtımdan ve odaya çekildi. Ben de onu hiç rahatsız etmedim. Sonra korkuyla salona geri döndü ve bana gitmesini isteyip istemediğimi sordu. İstemiyordum öyle bir şey. Sonra yanıma uzandı ve konuyu baştan açtık. Neden kaygılandığını, ne korkuları olduğunu ve bunları neyin beslediğini anlattı. Sonra da bu konuda benim ne yapabileceğimi söyledi. Şartlar değişince iletişim kurmam, önerilerinden biriydi. Diğeri daha da basit: kendini böyle terk edilmiş hissettiğinde ve üzgün olduğunda, konuya odaklanmak yerine sadece “ben buradayım” deyip ona sarılmam.

İlk defa böyle bir döngüden çıkmakta aktif bir rol oynadım. Çok gurur duydum kendimle ve duygusal zekamla. Normalde bu döngüleri fark etmem bile ben. Şimdi döngüyü fark etmenin yanı sıra, duygularımı hızla ve doğru tespit ettim, ve onların gerektirdiği bir şekilde eyleme geçtim. Okumalar işe yarıyor mu acaba?

Haftaya bu yeni kabiliyetlerimi seks yaparken deneyeceğim, bakalım gerçekten bir şey öğrenmiş miyim.

Duygusal zeka

Nihayet oturdum ve duygusal zekayla ilgili yazılmış ilk ciddi kitabı okudum. Daniel Goleman’ın 1995’te ortaya attığı ve sonra hızla popülerleşen bu kavram hakkında artık binlerce araştırma ve yüzlerce kitap var.

Bugün artık Goleman’ın söylediği bazı şeyler fazla basit kalıyor. Mesela “Başarılı olmak istiyorsanız IQ her şey değil.” argümanını uzun uzun ve farklı açılardan savunuyor, ama biz bugün artık bunu tabii ki biliyoruz.

Seninle bu kitaptan öğrendiğim iki şeyi paylaşmak istiyorum.

Duygu ne demek?

Biz Türkçe’de emotion ve feeling kelimelerinin ikisini de duygu/his olarak çeviriyoruz. Bazı yazarlar bu ikisini ayrıştırıyor. Ben de şimdilik emotion=duygu, feeling=his diye bir sahte eşleştirme yapıp ilginç bulduğum bir detayı paylaşacağım.

Duygu, beynimizde amigdalanın yönettiği sinirsel ve hormonal bir tepki. His, bu duyguyla bizim kurduğumuz bilinçli ilişki. Mesela, bağırış çağırışlı bir kavgada ‘Neden bu kadar öfkelendiğini anlamıyorum.” diyen birine “Ben öfkeli değilim!” diye bağırdığımızda, öfke duygumuzu hissetmediğimizi, yani onun bilincine varmadığımızı söyleyebiliriz. Daha makul örneklerde, duygularımıza tam isim veremediğimizde “Nasılsın?” sorusunu “İyiyim.” veya “Eh işte.” diye geçiştiriyoruz.

Duyguyla hissi ayırmanın bir avantajı var.

Duygular, eylem gerektiren nörolojik programlar.

Duygunun tanımı bu. (Emotion kelimesinde gizli motion=hareket köküne dikkat et.)

Eğer duygunun gerektirdiği eylemi yerine getirirsen, duygu geri çekiliyor. Getirmezsen, duygu seni tüketmeye devam ediyor. Demek ki, duygunun farkında olmazsan ve onunla konuşmazsan, olaydan çıkmana imkan yok.

Ve tersi de doğru! Duygu olmadan eyleme geçmek mümkün değil.

Antonio Damasio’nun çok meşhur bir araştırmasını örnek veriyorlar bununla ilgili. Damasio, beyni hasar gördüğü için duygularına erişimini kaybetmiş biriyle yaptığı bir sohbeti aktarıyor. Bu kişi son derece sağlıklı, zihinsel işlevlerine hakim, hafızası yerli yerinde biri. Damasio bu kişiye, bir sonraki randevu için iki öneride bulunuyor. Ama bu kişi bu soruya yanıt veremiyor. Yarım saat boyunca, iki seçeneğin artılarını ve eksilerini listeliyor (ajandasındaki diğer işler, trafik koşulları, hava şartları, vb.) ama bir sonuca varamıyor. Sonra Damasio iki seçenekten birini önerince hemencecik kabul ediyor ve rahat biçimde ayrılıyor. Damasio’nun tespiti, bu kişinin iki seçenek arasındaki farkları rasyonel olarak ayırt edebildiği, ama bu farklara anlam yükleyemediği ve bu yüzden de hangisinin ağır bastığına karar veremediği. Ve bu duygulara erişimsizlik öyle bir düzeyde ki, kişi Damasio’nun ‘hadi bitir ama’ anlamındaki bedensel sinyallerini (esneme, saatine bakma, sabırsızlanma) bile fark etmiyor. En nihayetinde de, hangi gün buluşulduğunun hiçbir önemi olmadığı ortaya çıkıyor.

Duygularımızla düzgün biçimde iletişime geçmezsek, kendi davranışlarımızı yönetemiyoruz. Başkalarının duygularını doğru biçimde analiz etmezsek, onların davranışlarını da isabetli biçimde yorumlayamıyoruz.

Beş adımda duygusal zeka

Bu alandaki her kitap gibi, Goleman da bir liste yapıyor. Her liste gibi bu da biraz rastgele. Ben kutular ve kategorilerle düşünmeyi seviyorum, o yüzden bu listeyi paylaşmak istedim seninle (listedeki her bir madde aslında kitabın bir bölümüne denk geliyor).

  1. Kendi duygularını bilmek.
  2. Duygularını yönetmek.
  3. Kendini motive etmek.
  4. Başkalarında duyguları fark etmek.
  5. İlişkileri idare etmek.

Kendi duygularını bilmek, kendinin farkında olmak anlamında. Yani duygu ve his arasındaki doğrudan ilişki. Bir duygu belirdiğinde ona isim verebilme (“Kendimi X hissediyorum.”) becerisi.

Duygularını yönetmek, baskınlaşan duyguları kontrol altına almak ve bilinçli bir biçimde onların gerektirdiği eylemi bulmak becerisi. Böylece duyguların seni ele geçirmesini veya duyguların altında ezilmesini önleyebilirsin.

Kendini motive etmek, bir duyguyu güçlendirmen gerektiğinde bunu yapabilme becerisi. Mesela çok sevindiğinde, ama ortam bu heyecanı yansıtmana izin vermiyorsa, bu tepkini geciktirebilmen.

Başkalarında duyguları fark etmek, empati becerisi. (Bununla ilgili yazıp duruyorum haftalardır.)

İlişkileri idare etmek, başkalarının duygularını tahmin etme ve buna uygun hareket etme becerisi.

Duygusal zeka geliştirilebilen bir şey. Bu beş becerinin her birini güçlendirmek için yapılabilecek bir dünya alıştırma var. Ayrıca, duyguların tanındığı ve aktif biçimde kullanıldığı ortamlar da daha sağlıklı çalışıyorlar.

Benim vardığım sonuçlardan biri şu: Eğer duygular eylem gerektiren nörolojik programlarsa, o zaman herhangi bir şey yapmak veya yapmamak istediğimizde, ve başka birinin bir şeyi yapmasını veya yapmamasını istediğimde, bunu elde etmek için duyguları kullanmam gerekiyor. Yani bu duygu meselesi hafife alınacak bir konu değil.

Hayır’a Evet demek.

Acayip çekici bulduğun o kadınla konuşmak için cesaretini topluyorsun. Acaba çoktan biliyor mudur senin ondan hoşlandığını? Geçen gün bacaklarına baktığını fark etti mi yoksa?

Gidip direkt konuşsan mı? Ya da belki de yüzüne bakarak sormayı beceremeyeceğini hissettiğinden mesaj atmayı mı tercih etsen? Ama ya hiç yanıt bile vermezse? Zaten ne yazacaksın ki? Bir yolunu bulup ona yaklaşıyorsun. Gidip selam veriyorsun.

Artık bilemeyeceğim nasıl yapıyorsun, ama bir şekilde ondan hoşlandığını söylemeyi başarıyorsun.

Ve o da seni reddediyor.

Nasıl reddediyor bilmiyorum. Belki görünüşünü kurtarmana izin verir. (“Şu anda bir ilişkiye başlamaya hazır değilim.” vb.) Belki kızar bu teklifine. (“Yok artık, deli misin?” vb. veya hatta direkt yüzüne karşı gülebilir.) Belki korkar senin bu reddedilmeye vereceğin tepkiden. (“Hayatımda başka biri var.” vb.) Veya belki de hepten geçiştirmek ister seni. (“Seni arkadaş olarak görüyorum ben.” vb.)

Sonuç aynı: Kalakaldın orada şimdi lök gibi.

Ne yapabilirsin ki? Hiç de düşünmemişsin bak sağlam bir çıkış taktiği.

Düşünüyorsun. Rezil mi oldun? Mahcup mu oldun? Endişeli misin?

Tüm bunlar aynen benim de yapageldiğim ve düşündüğüm şeyler.

Bir anlığına, bu kendime odaklı bakış açısından çıkıp karşımdaki kadının neler hissettiğine bakmaya çalışsam ne olur? Keyfi yerinde mi? Tuhaf mı hissediyor? Tehdit altında mı hissediyor? Rahatsız oldu mu? Söylemek istediği başka bir şey olabilir mi?

Reddedilen benken, niye beni reddeden kişiyle empati kurayım ki? Yanıtım duygusal adalet. Kim bilir benim bu çıkma teklifimi nasıl yorumladı. Geçmiş deneyimleri buna nasıl etki ediyor olabilir? Kendini güvende hissediyor mu?

Duygusal adalet bu soruları sormamı gerektiriyor. Ama yanıtları vermiyor.

Zaten ben de yerin dibine girmişken onunla uğraşacak duygusal enerjim yok. Daha ziyade, oradan koşarak kaçasım ve zamanı geri alasım var.

Ama aslında bu konuda yapabileceğim bir şey var: Hayır’a Evet demek. Hayır’ı her nasıl dediyse demiş olsun. İster “şimdi değil”, ister “bilmem ki”, ister “hayır”, ister “isterdim ama…” demiş olsun, Hayır’ı duyabilirim. Ve duyduğumu ona gösterebilirim.

En kolayı “Hm, yanıtının Hayır olduğunu anladım. Teşekkür ederim. Bu durum senin için rahatsız edici olduysa üzgünüm.” demek mesela.

Bunu açıkça söylememle geçiştirmem arasında ciddi bir fark olabilir onun açısından. Benimse, zaten reddedildiğime göre, bunu söylemekle kaybedeceğim başka bir şey yok.

Soyut soyut konuşmuyorum, denedim bunu ben.

Karşımdaki kadın için etkisi olumlu oldu (onun sonradan söylediğine göre), aynı zamanda benim için de bir nefes alma fırsatı oldu. Hayır’ı açıkça kabul edince konuyu kapatabildim; böylece ortamdaki tuhaf gerginlik kırıldı; ben de sanki bu teklif ve reddedilme hiç olmamış gibi konuyu işe, derslere, gündelik konulara getirip gevşetebildim.

Sonrasında düşününce de, sanki çok sağlam bir çıkış taktiğim varmışmış gibi hissettiğimi fark ettim. Biliyorum ki taktiğim maktiğim yoktu, ama bana varmış da onu uyguluyormuşum gibi geldi o anda.

Bence denemene değebilir.

Duygusal adalete giriş

Zeka katsayısı (IQ) tartışmalarını bilmem duymuş muydun. Lineer ve mekanik düşünmenin ayrıcalıklı tutulduğu toplumların bunu “zeka”nın tek kriteri sayıp uydurdukları bir seviyelendirme sistemi. Elbette analitik düşünme becerisini ölçmek önemli, ama soruların soruluş biçimine aşinalık bile önemli bir etken. (Mesela yıllarca üniversiteye giriş sınavlarına hazırlanmış biri IQ testlerini daha rahatça çözecektir.) Öte yandan bir insanın zeki olup olmadığını bu sınavın ölçtüğünü sanmak abartılı olacaktır. Tam da bu yüzden “duygusal zeka”, “fiziksel zeka” vb. başka kavramlar öne sürüldü, zekayı farklı açılardan ölçmenin yolları olarak. Bu da benim empati yazılarımla örtüşüyor, çünkü bu “diğer” zekalarda erkekler genellikle geri zekalı çıkıyorlar.

Neyse, asıl konuya gireyim.

Duygusal adalet (emotional justice) diye bir kavramla tanıştım. Kabaca şu: Erkek egemen toplumun baskısı tikel olaylarda değil, genel bir toplumsal ortamda hissediliyor. Sırf taciz veya tecavüz edilen kadınlar değil kendini güvensiz hisseden. Bu vakıaların çokluğu, yaygınlığı ve normalliği yüzünden tüm kadınlar güvensiz hissediyorlar, ve haklılar. Biri onlara bakış attığında veya yaklaşıp tanışmak istediğini söylediğinde, kadının aklına gelenlerle erkeğin aklına gelenler bir değil. Erkek durumu “olduğu gibi” ele alabilir, yani “biri bana baktı işte ne yani” diye düşünebilir. Kadının aklına gelen “bu kişi bana ne yapacak?” oluyor, çünkü baskı sistemi baskıda olanın üzerinde psikolojik, duygusal ve ruhsal bir etki yaratıyor. Ve bu etki kalıcı – doğrudan o kadının başına bir şey gelmemiş olsa da.

İşte duygusal adaletsizlik burada başlıyor, çünkü flört etmeye eşit zeminde başlamıyoruz, sevişmeye de.

Ben genellikle “rıza” (consent) kavramını anladığımı, ona göre hareket ettiğimi düşünmüşümdür, yani en azından bu konuya kafa yormaya başladığım son yıllarda.

Yanılıyormuşum.

İşte bunu öğrendim son haftalarda.

Flört etmeye eşit zeminde başlamadığımızı fark ettiğinde, tüm rıza tartışması başka bir şekil alıyor. Çünkü tekliflerin “ben sordum, o Hayır dedi, ben de yoluma gittim” gibi düz bir mantık izleyemiyor. O teklifin karşı taraftaki karşılığı bambaşka olabilir. Ve esasında bu eşitsizliğe hassasiyet göstermek, adalet kavramını ilişkilerimize entegre etmek anlamına geliyor.

Bana Hayır diyen birine “teşekkür ederim yanıtın için, rahatsız ettiğim için özür dilerim, iyi günler” demem gerektiğini anlamam için bu kadar zaman geçmiş olması üzücü tabii, ama geç olsun güç olmasın diyelim. Bunu gerçekten öğrenmem daha zamanımı alacak gibime geliyor. Aklımdaki rıza/taciz kavramları alt üst oldu diyebilirim sana rahatça.

Senden bana ne?

Bir aydır etrafında dolaştığım, ama aslında ağzımda geveleyip durduğum meseleye harbiden bir giriş yapasım var bugün.

Toplumsal adalet gibi ciddi konular beni ilgilendiriyor. Üzülüyorum, öfkeleniyorum, endişeleniyorum, uykularıma giriyor, harekete geçme dürtüm canlanıyor, ve basbayağı her gün çözüme katkım olması için bir şey yapıyorum, bir şeyler yapınca (ve özellikle de yaptıklarımın sonuçlarını görünce) seviniyorum, bu şeyleri başkalarıyla yaptıkça hayatım anlamlanıyor. Falan filan. Elalemin geçtiği acılar bana dokunuyor.

Elalem olmayanların, yakınımdaki insanların çektiği acılar ve sevinçlerse bana hiç koymuyor.

Son birkaç yılda bunun olumsuz sonuçlarını gördüm ilişkilerimde.

Acından bana ne?

Partnerimle açık ilişki yaşıyoruz başladığımızdan beri. Geçen yıl hayatıma giren yeni bir kişi, ilişki önceliklerimi değiştirir gibi oldu ve alışageldiğimiz zaman, enerji, mekan dengelerini bozdu. Partnerim bu değişikliklerden korktu ve benden daha net olmamı istedi. Ben bu netliği sağlayamadım çünkü kendim de ne istediğimi bilemiyordum. Bu belirsizlik halinde partnerime güvence veremedim ve durumu geçiştirdim. Durumu geçiştirebildim, çünkü partnerimin ne kadar acı çektiğini görmedim – daha doğrusu gördüm de ciddiye almadım diyelim. (Gerçi hayatıma giren yeni kişi de durumu pek kolaylaştırmadı, ama oraya girmeyelim şimdilik.)

Birçok ay geçtikten sonra ve partnerim ısrar ettikçe ben nihayet olaya uyandım, ama bu arada ilişkimize çok zarar vermiş olduğumu fark ettim.

Şu soruları sordum kendime: Partnerimin üzüntüsü bana neden bulaşmadı? Bu üzüntüye yol açan tatmin edilmemiş ihtiyaçları neden merak etmedim? Bu ihtiyaçlarına karşılık verecek şekilde neden harekete geçmedim?

(Bu sorular önemli, çünkü konu toplumsal adalet falan olunca tam da bu basamaklardan geçerek belirliyorum ne yapıp ne yapmayacağımı.)

Sevincinden bana ne?

İkinci örneğimi tersten vereyim: Sevişirken partnerimin hoşlandığı şeyler (de) yapıyorum, çünkü onun zevk aldığını görmek beni mutlu ediyor. Ama onun zevk almasından ben şahsen zevk almıyorum oturduğum yerde. Ne bileyim, ona oral seks yaparken mesela, evet, onun tepkilerini izlemekten hoşlanıyorum, ama arada dikkatim dağılabiliyor, veya uzun sürerse canım sıkılabiliyor. O daha çok zevk aldıkça ben daha çok zevk almıyorum.

Uzun süreli ilişkide bu sorun olabiliyor. İlk zamanlarda ikimiz de heyecanlı olduğumuzdan pek fark etmiyorduk bu durumu. Sonrasında birbirimize uyum sağladıkça ve yeni şeyler keşfettikçe de heyecanımızı canlı tuttuk. Ama aynı zamanda o da benim neyden ne kadar zevk aldığımı anlamaya başladı. Uzun vadede, yapageldiğim birçok şeyi aslında sırf bir görev duygusuyla yaptığımı tespit edince o da zevk almamaya başladı ve bir kısır döngüye girdik.

Daha bir dünya örnek verebilirim, ama bunun yerine bence asıl konuya girebiliriz artık.

Empati zımbırtısı

İlişki krize girince bu sorunların altında yatan asıl meseleyi bulmaya çalıştık. Kabaca empati eksikliği diyebileceğimiz bir yere geldik.

Yani konu şu: Ben birtakım hatalar yaptım. Bu hatalar için özür diledim ve sebep olduğum hasarları telafi etmek için elimden geleni yapıyorum. Ama bu hatayı tekrar etmeyeceğimin garantisi ne? Bu garanti, bu hataya yol açan asıl sorunu bulup düzeltmeye başlamamda. Bu sorunun ne olduğunu el yordamıyla buluyoruz, şimdilik empati üzerinde okuyorum işte, buradan bir şey çıkar mı diye.

Empatinin altı veçhesine baktığımda fark iyicene ortaya çıkıyor.

(1) Başkalarının duygularının bana bulaşması zaman alıyor. Kişisel ilişkilerimde bu ciddi bir sorun, çünkü duyguyu gördüğümde onun çağırdığı eylemi hemen yerine getirmem gerekiyor. Bu sorun toplumsal meselelerde ortadan kalkıyor, çünkü zaman bol: tecavüz edilip öldürülen genç kadınlarla ilgili farklı farklı hikayeleri farklı farklı kişilerden ve kaynaklardan takip edebilirim, bu hikayelerin gerçek anlamını birçok makaleden öğrenebilirim, ne yapmam gerektiğini düşünebilir ve başkalarının ne yaptığını araştırabilirim. Bunlar günler, haftalar, hatta aylar sürebilir. Bu süreçte üzüntü, endişe, öfke, umut gibi duygular kademeli olarak bulaşıyorlar bana. Ve sonunda bu duygularla ne yapacağıma ben karar veriyorum; kimse bana ne zaman nasıl harekete geçeceğimi dikte etmiyor.

(2) Aynı zaman ve mesafe hususları, duyguları isabetli biçimde tespit etmemde de geçerli. Ormanda köyü yanıp kül olan birinin gerçekten ne hissettiğini benim isabetli biçimde anlamama gerek yok, çünkü onun duygularını bana tane tane anlatan videolar, kitaplar ve röportajlar var. İçimde derin bir adalet duygusu oldukça, yolumu bulacağım ve ilişki kuracağım o kişiyle. Özel hayatımda ise isabetli tahminde bulunmak doğrudan benim görevim çünkü kimse bunu benim için yapmıyor, yapmayacak. Bu görevi yapmıyorum, çünkü politik emekle aram iyiyken duygusal emekle aram kötü.

(3) Duygularımı regüle etmekte sıkıntı çekmiyorum. Çok yoğun duyguların üstüme üstüme geldiği durumlarda tepkilerimi filtreleyip hislerimi yönetebiliyorum. Böylece duyguların altında ezilmiyorum ve onları yavaşça sindirebiliyorum. Kişisel ilişkilerimde bu, dramatik krizler çıkarmamam ve çıktıklarında da onları idare edebilmem anlamına geliyor. Toplumsal meselelerde de stratejik düşünmeme izin veriyor bu duygusal ayar mekanizmam.

(4) Karşımdakinin bakış açısını edinmekte de zorlanmıyorum. Politik ortamlarda bu tabii ki daha kolay, çünkü duygulardan ziyade düşüncelerini ve önceliklerini anlamam bekleniyor karşımdaki kişinin (mesela, bir toplantıda bir konuyu tartışırken). Toplumsal konularda da zamanla perspektif kazanıyor insan. Kişisel ilişkilerimde de aynı şekilde, partnerimi tanıdıkça onun bakış açısını edinebiliyorum.

(5) Başkaları için endişelenme konusunda ise ciddi sıkıntılarım var. Sanırım bunu, üniversitedeki Kürdistanlı arkadaşlara borçluyum. Ben Türkiye’nin batısında doğdum ve büyüdüm. Antalya’nın batısına gitmem istisnaidir. Kürdistanlı arkadaşlar kampüsteki toplantılarımızda bize hayatımızın (görece) ne kadar huzurlu ve ayrıcalıklı olduğunu öğrettiler. Bunu bizi eleştirerek değil, kendi yaşadıklarını tane tane anlatarak yaptılar. Tabii ki onların hikayelerinden hareketle Filistin’i, Yemen’i, Latin Amerika’yı, savaşı da anlamaya başladık yirmili yaşlarımızın başında. Konuya dönersek: Benim acı çeken halklar (ve kadınlar, ve LGBT bireyler, ve, ve, ve) için endişendiğim bariz olsa gerek. Ama öte yandan, etrafımdaki, oturup çay içtiğim insanların dertlerini göreceleştirdiğim bir gerçek. Bunu kendi duygularım için de yapıyorum bak. Partnerimle ayrılma noktasına geldiğimizde, işimi kaybetme riski altındayken, veya birçok arkadaşım beni yarı yolda bıraktığında, tabii ki üzülüyorum, ama öyle pek de çok üzülmüyorum. Hayatımın özünde iyi olduğu bilinciyle, dertlerimi geçiştiriyorum. Bunu etrafımdakilere de yapıyorum herhalde, ve bu ciddi bir sorun, çünkü nihayetinde, arkadaşlarıma duygularına hakları olmadığı mesajını veriyorum dur otur.

(6) Son olarak, nasıl ki tanımadığım insanlara toplumsal düzeyde faydalı olmaya çalışıyorsam, birlikte olduğum insanların da ihtiyaçlarına yanıt vermeye yatkınım. Bu anlamda, eğer ne yapmam istendiği açıksa (tahmin etmem gerekmiyorsa) ve somutsa (beklenen davranışın tam olarak ne zaman nerede nasıl yerine getirileceği netse), harekete geçiyorum genellikle. Yani birinin önceki basamaklardaki duygusal emeği sonucuna erdirip bana bir talep veya ricayla gelmesi gerekiyor ki ben harekete geçeyim. Bu da kriz anlarında pek manalı bir yöntem değil elbette.

Yani, iki kategori var kafamda: kişisel meseleler, toplumsal meseleler. Kişisel meseleleri küçümsüyorum (5), toplumsal meselelerin de zaman ve mekan konusunda avantajları var (1,2). Buradan cinselliği de pek önemsemediğim sonucu çıkıyor, ki bu bayağı tuhaf çünkü cinsellikle ilgili bir blogum var ve şu anda bu blogun 172. yazısını yazıyorum. Önemsemediğim bir konu için abartılı bir çaba israfı.

Sanki tüm bu kategorilerin altında başka bir şey varmış gibime geliyor, ama ne olduğunu henüz çözemedim. Aslında, bu sorunlarımın erkeklerde ne kadar yaygın olduğunu da merak ediyorum, ama kime nasıl sorabileceğimi bilemiyorum.

İlişkiler, empati ve duygusal emek

Birlikte olduğum insanları pek dinlemediğim, anlamadığım ve onların duygularını ciddiye almadığım bir gerçek. Bunun nedenini henüz çözemedim. Belki etrafımdaki insanları merak etmiyorumdur yeterince. Belki benim merakımla onların ihtiyaçları arasında bağlantı kurmuyorumdur. Belki de tüm bunları yapmama gerek yoktur, çünkü erkeğim ve erkekler böyle şeylerle uğraşmazlar (çünkü başkaları bu işi onlar için yapar).

Bu konuların etrafında dolaşırken, Karla McLaren’in “The Art of Empathy” kitabını okumaya başladım. McLaren empatinin altı yönünden bahsediyor. (Bu, önceki bir yazımdaki iki çeşit empati – bilişsel ve duygusal – ile yer yer örtüşüyor, yer yer ayrışıyor.)

1. Duygu bulaşması (emotion contagion): Bir başkasında bir duygunun belirdiği veya senden bir duygu beklendiği hissi.

2. Empatik isabetlilik (empathic accuracy): Kendinde ve başkalarında duygusal hal, düşünce ve niyetleri doğru tespit edebilme yeteneği.

3. Duygu ayarı (emotion regulation): Kendi duygularını anlama, regüle etme ve onlar üzerinde çalışma becerisi.

4. Bakış açısı alma (perspective taking)

5. Başkaları için endişelenme (concern for others)

6. Kavrayışlı ilişkiye geçme (perceptive engagement): Empatine dayanarak kavrayışlı kararlar alma ve karşındaki kişinin ihtiyaç duyduğu şekilde harekete geçme (veya geçmeme) yeteneği.

Umarım tanımlar yeterince açıktır. Çok uzatıp kitabı buraya kopyalamak istemedim. (Çevirilerimden hiç de memnun değilim, bu yüzden İngilizce orijinalini de yazdım.)

Şimdi tek tek bunlarla ilgili kendime bakmak istiyorum. Sen de kendine bakabilirsin belki benimle birlikte? Empatinin her bir yönünü ilişkilerimde ve cinselliğimde değerlendirmek istiyorum.

Duygu bulaşması

Bu bende gerçekten pek az var. Başka birini mutlu görünce sevinmiyorum, mutsuz görünce üzülmüyorum. Ama mesela bir orman yangını veya sel baskını veya savaş beni gerçekten üzebiliyor. Yani kişisel düzeyde bulaşma olmasa da, daha soyut, toplumsal bir düzeyde duygu bulaşması yaşayabiliyorum.

Cinsellikte durum daha karışık. Bir yandan, partnerimi heyecanlandıran şeyler beni de heyecanlandırıyor diyebilirim, ama aynı zamanda sanki sırf ona zevk vererek mutlu ve tatmin olamıyorum. Şöyle düşün: partnerim uzun süre farklı şekillerde uyarılmak istediğinde, canım sıkılabiliyor. Onun zevk alıyor olması illa ki benim de mutlu olmamı sağlamıyor.

Empatik isabetlilik

Bunda zayıf olduğumu söyleyebilirim, ama konu empati değil. Genel anlamda duygusal sözcük dağarcığım kısıtlı. Duygusal okuryazarlığım zayıf da diyebilirim. Yani mesela başkalarında duyguları isabetli biçimde tespit edip etmemenin ötesinde, kendim de dahil olmak üzere duygular arasındaki nüansı görememem.

Cinsellikte bunun karşılığı, neyin beni nasıl hissettirdiğinin farkında olmamam. Tabii ki neyi sevip neyi sevmediğimi biliyorum, abartma hemen. Ama mesela mutlu-mutsuz veya iyi-kötü gibi kalıpların ötesinde, farklı aktivitelerin farklı etkilerini düzgünce ifade edemiyorum bence. Böyle olunca tabii ki partnerimi de doğru dürüst anlamıyorum.

Duygu ayarı

Bunda iyiyim bak. Kendi duygularımın veya başkalarının duygularının altında ezilmiyorum pek. Mantıklı yanım hep uyanık oluyor. Çıldırmıyorum – sevinçten de öfkeden de. Yoğun duygular üstüme üstüme geldiklerinde onlarla nasıl başa çıkacağımı biliyorum. Cinsellikte de durum pek farklı değil. Hep her şeyin bilincindeyim.

Bakış açısı alma

Bunda da iyiyim sanki. Romantik ilişkilerimde de, daha genel anlamda sosyal ilişkilerimde de hep karşımdakinin neyi neden söylediğini anlamakta zorlanmıyorum. Tabii yapamadığım şeyler var. Özellikle karşımdakiyle aramda ciddi bir toplumsal mesafe varsa işler karışabiliyor.

Toplumsal mesafeden kastım öyle soyut şeyler değil. Önceki yazımda da dediydim: ben kadınların neyi nasıl yaşadıklarını ve hissettiklerini anlamıyorum. Yani mesela cinsiyet başlı başlına ciddi bir mesafe oluşturabiliyor.

Başkaları için endişelenme

Bu enteresan bak. Benim hayatımın çok büyük bir kısmı aktivizmle dolu. Yani, öyle ya da böyle toplumsal meselelerle haşır neşirim düzenli olarak. Bunu, başkaları için endişe duymadan sürdürmek mümkün değil.

Ama mesele ilişkiler olunca sanki o kadar da ciddiye almıyorum bu endişe konusunu. Derinlerden bir yerden, bana, hayatımın kıyaslanamaz derecede iyi olduğunu, etrafımdakilerin hayatının da olağanüstü ayrıcalıklarla dolu olduğunu söyleyen bir ses var. Bu ses kişisel endişeleri bastırıyor. Bu konuya haftaya girmek istiyorum.

Kavrayışlı ilişkiye geçme

Benim harekete geçme, angaje olma kabiliyetim olağanüstü yüksek. Ama tabii ki bu kabiliyeti önceki maddelerden bağımsız düşününce biraz sakat oluyor. Eğer duygu bulaşmıyorsa veya bulaşan duyguyu doğru tespit edemiyorsam, harekete geçip geçmemem biraz manasız bir tartışma. Sırf şunu söylemek istiyorum kabiliyetim yüksek derken: eğer karşımdakini anladıysam, bu benim için harekete geçmekle eşanlamlı. Soyut bir “anlamak” yok yani, illa ki bir şey yapmak için bir iç motivasyonum oluyor.

Bu son madde romantik ilişkiler ve cinsellik konularında bana umut veriyor, çünkü yaşadığım sorunlar soyut değil somut. Beklenen bazı davranışları gerçekleştirmediğim, beklenen bazı tepkileri vermediğim için ilişkilerimi kaybediyorum. Ama eğer bu yazdıklarım doğruysa, asıl mesele duygusal yakınlık ve isabetlilikte çözülebilir.

Senin empatinin bu altı yönüyle ilgili yanıtların nasıl oldu? Kendinle ilgili yeni bir şey fark edebildin mi?

Duygusal emek

Tüm bu yukarıdakileri biri benim için yapıyor. Eğer duygu bulaşmıyorsa, partnerim tane tane açıklıyor ve sıklıkla tekrar ediyor. Eğer yanlış anlıyorsam, sabırla beni düzeltiyor. Eğer harekete geçmiyorsam, partnerim doğrudan rica ediyor şunu bunu yapmamı.

Ve ters yönde de böyle bu: kendi duygularımı tespit ediyor ve buna göre nasıl davranması gerektiğini saptayıp harekete geçiyor.

Bunları hep başkaları benim için yapıyorlar. Yapmasalar ölür müyüz? Sanmam. Yapmasalar durum çok mu fena olur? Emin değilim. Yine de, ortada bir emek var ve biri bu emeği sarf ediyor.

Biraz daha düşünmem lazım bu duygusal emek konusunda.