Tag Archives: duygusal emek

Empati seksi bir şey mi?

Empatik misin? Ben değilmişim. Öyle diyorlar. Ben inanmıyorum onların lafına.

Empatiyi iki açıdan anlatıyorlar: başkasının perspektifinden bakmak ve başkasıyla duygudaşlık yaratmak. Perspektif olayında onların bağlamını anlamak, düşünce ve hislerini besleyen geçmiş deneyimleri tahmin etmek gibi şeyler var. Duygudaşlık derken de, onların hissettiklerini senin de derinden hissetmenden bahsediyorum.

Bence bunlar bende var. Ama iki ciddi durumda hiç de empatik olmadım / olmayageldim: bunlardan biri cinsellik, diğeri de açık ilişki konusunda.

Empatik cinsellik

Cinsellikte empati yoksunluğumdan birlikte olduğum hemen herkes şikayet ediyor.

Önce şuradan başlayayım: öküz değilim, partnerimin zevk alması ve tatmin olması baş önceliğim. Bunu böyle söyleyince çok mekanik bir “yapılacaklar listesi”nde üstü çizilecek bir şeymiş gibi oldu. (Bu konuda çok yazdım, onlara bak zamanın olursa.)

Şikayet emek sarf etmememden değil. Şikayet, partnerime zevk vermekten zevk almamam. Yani, soyut olarak eğlenceli bulsam da, rasyonel olarak yapmak istesem de, faaliyetin doğrudan kendisinden zevk almayışım. Parmak da kullansam dil de kullansam partnerimde sanki bir görev yerine getiriyormuşum hissi uyandırıyorum. Öyle olunca da partnerim çabucak orgazm olması gerekiyormuş gibi bir strese giriyor.

Buradaki duygudaşlık eksikliğini görüyor musun? O zevk alıyor, ben o zevkten hiçbir şey anlamıyorum.

Empatik açık ilişki

Açık ilişkide de zevk değil acı ile ilgili aynı şey oluyor bana.

Uzun uzun açık ilişki anlatmayacağım şimdi sana. Özetle, açık ilişkiyi “doğal olarak” kıskançlık duymayan insanların yaşadığı doğru değil. Kıskançlık bir eylem. Bu eylemin altında ıstırap, endişe, kaybetme korkusu duyguları var. Bu duyguları hepimiz yaşıyoruz farklı ölçülerde. Bu duyguların altında da güvenlik, güven duyma ve istikar ihtiyaçları var. İhtiyaçlar karşılanmayınca duygularımız kendilerini eylemlerde dışa vuruyorlar. İhtiyaçlar evrensel, duygular kişiye has, davranışlar ise bizim tercihimiz. Davranışlarımız sırf anlık duygularımızla belirlenmiyorlar.

Ay ne uzun özet oldu. Demem o ki: ben on küsür yıldır açık ilişki yaşıyorum, ve hiç de öyle duygusal olarak kolay bir şey değil. Hepimiz hep güvensiz hissediyoruz. Partnerim başkasıyla çıkınca korkuyorum. Ben çıkınca o korkuyor. Bu diğer insanlarla işler ciddileşince panik oluyoruz. Bunların hepsi oluyor. Ve bunların ciddi bir kısmı geçen yıl oldu benim ilişkimde.

Görüşmeye başladığım bir kişiyle sık görüşür oldum, çok şey paylaşır oldum. Asli partnerim de neler olup bittiğini anlamaya çalışıp bana sorular sordu. Ben bu sorulara düzgünce yanıt veremedim, çünkü yanıtları bilmiyordum ve yanıt vermem gerektiğini hissetmedim. Böylece partnerim çok acı çekti ve ben bunu geçiştirdim.

En çok sevdiğim insanın acısını hissetmedim içimde. Yine duygudaşlık eksikliği bak.

Bu konuları anlamak için Roman Krznaric’in Empathy kitabını okudum.

Neler empatiye engel olur?

Diyor ki, empatiyi engelleyen dört sosyal bariyer varmış: önyargı, otorite, mesafe ve inkar.

Önyargı bildiğin şey.

Otoriteden kasıt mesela polisin emirlere uyması ve böylece kendi davranışıyla bu davranışların sonuçları arasındaki sorumluluğunu görmezden gelmesi.

Mesafeden birçok şey anlaşılabilir: fiziksel mesafe (“ay bana ne Filistin’de ne oluyorsa oluyor”) ve zamansal mesafe (“gelecek nesiller kuraklıktan aç kalacakmışsa ne olmuş yani”), sosyal mesafe (“ekmek alamıyorlarsa pasta yesinler”) empati önünde engel olabilir.

İnkar daha tuhaf: duygudaşlıktan kaçmak değil de, o duygunun o kişide olduğunu toptan reddetmek gibi bir şey. Bu sonuncunun bir sebebi, empati yorgunluğu (her gün onlarca felaket haberi okuyunca bir süre sonra etkilenmemek).

Bu engelleri nasıl aşarız?

Krznaric üç yöntem öneriyor bu engelleri aşmak için:

1. Ötekileştirmeden kaçınıp karşımızdaki kişiyi yeniden insanlaştırmak: onun bireyliğini ve öznelliğini tanımak.

Şöyle sorular sorabilirmişiz kendimize:

  • İnsanların seninle ilgili ne gibi varsayımlar yaptığını düşünüyorsun? Bunlar ne kadar doğru sence?
  • Biriyle ilgili yanlış yargı veya varsayımda bulunduğun üç örnek düşün. Bu hatanın sonuçları ne oldu?
  • Başkalarıyla ilgili ne sıklıkla varsayımda bulunuyorsun? Hangi çeşit insanlarla ilgili varsayımda bulunuyorsun?

2. Karşımızdaki kişiyle paylaştığımız (ve paylaşmadığımız) şeylerin farkına varmak.

Burada “Sana nasıl davranılmasını istiyorsan insanlara öyle davran.” kuralının ötesinde geçip “İnsanlara, kendilerine nasıl davranılmasını istiyorlarsa öyle davran.” kuralını koyuyor.

3. Düşmanımızla empati kurmak.

Bu yöntem, anlama ve yargılama arasındaki mesafeyi açıyor. Karşımızdaki kişiyi anlamak için çaba sarf edebiliriz ve bu sürecin sonunda hala onların ırkçı şakalarını yargılayabiliriz.

Tüm bunlardan bana ne?

Ben partnerimin ne duygusuna ne zevkine kafa yoruyorum.

Bunun sebebi önyargı veya otorite değil.

Biraz inkar var ama daha genel anlamda: ben genel olarak cinselliği pek ciddiye almıyorum ve duyguları da geçiştirmeye meyilliyim. Yani sadece onun duygularıyla ilişkilenmek değil mesele, kendi duygularımı da sallamıyorum genellikle.

Sosyal mesafe açık ara önde geliyor tabii ki açıklamada. Erkek olduğuma göre, cinsellikte de “egemen” taraftayım. Bu bana öyle çok ciddi fırsatlar ve iktidar vermiyor. Ama cinsellikle ilgili hiçbir travmam olmamasını sağlıyor. Cinsellik benim için konulardan bir konu. Duygularda da durum aynı: neredeyse hiç duygusal emek sarf etmem gerekmiyor sosyalleşirken.

Böyle olunca bu kitabın önerdiği yöntemler işe yaramıyorlar. Mesele karşımdaki kişiyi ötekileştirmem değil, bencillik de değil. Mesele yapısal ve de toplumsal.

Bunlarla ilgili ne yapabileceğimi merak ettim şimdi bak. Feminist devrim olsa güzel olur, ama onu yapana kadar ben ne yapabilirim?

İlişkiyi açınca içeri doluşanlar: empati, duygusal emek ve diğer karın ağrıları

On beş yıldır ilişkilerim hep açık ilişki. Ama açık ilişkiden anladığım ve yaşadığım tabii ki zamanla değişti. Bunun yanı sıra, tabii ki “açık ilişki” diye genel-geçer bir kategori yok: her insanla yaşadığın şeyler, o insandan beklediklerin, o insanın senden bekledikleri falan değişiyor, dolayısıyla da açık ilişkinin tanımı pek de açık olamıyor.

Son açıklıkta ortalık karıştı. Yani daha doğrusu, ben berbat ettim işleri.

Geçen yıl görüşmeye başladığım yeni kişinin hayatıma yavaşça girmesi mümkün değildi. Bir yandan acayip bir çekim oluştu aramızda. Bir yandan da ortak ortamlarda bulunduğumuz için çokça birlikte zaman geçiriyorduk zaten. Böylece hayatıma girişi çok hızlı oldu. Normalde ben böyle şeylerde pek yavaşımdır. Ne kendi hislerimi anlarım, ne ne istediğimi ifade edebilirim, ne de karşımdakini anlarım. Tüm bunlar bir dünya duygusal emek gerektiren şeyler, benimse işim gücüm var bununla mı uğraşacağım yani?

Kriz şöyle ortaya çıktı: Birlikte yaşadığım uzun süreli partnerim olan kişi, bu yeni insanın ilişkimizi riske attığını hissetti. Yani zamanla yeni kişinin onun yerini alacağından korktu. Ben bu korkusunu pek paylaşmadım açıkçası, çünkü ben kiminle birlikte yaşamak istediğimi biliyorum bence. Aylarca, bu yeni ilişkinin bizim için ne anlama geldiğini konuştuk, ve ben pek de netlik getiremedim hislerime.

Eğer internette açık ilişkiler, çok-aşklılık gibi konularda bir şeyler okuduysan, hep bir “bolluk” rejiminden bahsederler. Sevginin peynir olmadığını, yani öyle bölüp paylaştırılınca biten sınırlı bir şey olmadığını söylerler. Birçok insanı birçok farklı şekillerde sevdiğimizi falan anlatırlar. Bunların hepsi doğru muhtemelen, ama kıt olan şeyleri görmezden gelince işler kolaylaşmıyor kendiliğinden. Zamanımız sınırlı. Mekanımız sınırlı. Enerjimiz sınırlı. Libidomuz sınırlı. Duygusal emek kapasitemiz sınırlı. Ay hele benimki hiç sorma.

İşte ben bu yeni ilişkiden ne istediğimi ve bu yeni ilişkinin nereye doğru gittiğini netleştiremedim. Bir yandan tabii ki çok nepnet olmam mümkün değildi çünkü keşif ve merak aşamasındaydım. Ama aynı zamanda paldır küldür başlayan heyecanlı bir ilişki esnasında asıl partnerime güven veremedim.

Böylece işte aylarca partnerim acı çekti, bense “ay aman kıskançlık ediyor” demediysem de “abartıyor canım bir şey olduğu yok” deyip geçiştirdim. Yani onun acısını hissetmedim ve meşru bulmadım. Bu ayların sonunda da “e sen benim canım acıdığında yanımda olmayacaksan sevgi dediğin ne ki?” dedi bana. Yani, benim sevgi dediğim şeyde empatik bir motivasyon olmadığını fark ettik. Sonrasında haftalarca bunu konuştuk.

Empati çok mu lazım? Bende az mı var?

Bu empati olayı önemli mi değil mi bilemiyorum, ama eğer ortada “Kadınların beyni erkeklerinkinden daha empatik.” diyen makaleler ve kitaplar varsa, muhtemelen toplumsal cinsiyet olayları devreye giriyordur. Duygusal emeği kadının erkekten “doğası gereği” daha iyi yaptığını söylemek tabii ki çok rahatlatıcı olurdu benim için. Böylece bu meseleyle uğraşmam gerekmezdi. Ama bunu diyecek olsam zaten bu bloğu da hiç açmazdım.

Konuya girelim. En az iki tür empati varmışmış.

Bilişsel (cognitive) empati, karşındakinin bakış açısını benimsemekle ilgili. Karşındakinin geçmişini ve bağlamını göz önünde bulundurarak, onun söylediği veya hissettiği şeyleri tahmin etmekle ilgili. Mesela bembeyaz bir Türk olsan bile, Kürdistan’dan bir arkadaşın Türkiye devleti hakkında konuştuğunda onun ev yıkan kardeş öldüren bir makineden bahsettiğini anlayabilirsin.

Duygusal (affective / emotional) empati, karşındakinin duygusal tepkisini paylaşmakla ilgili. Bu duygu yansıtması gibi, yani karşımızdakinin duygusunu doğrudan kendimizin hissetmesiyle ilgili. Bunu mesela film izlerken yaşıyoruz: baş karakterin canı acıyınca biz de üzülüyoruz, o korkunca biz de geriliyoruz.

Bence bende bilişsel empati var, çünkü bu stratejik olarak gerekli ve ben toplantılarda falan kullandığımı biliyorum. Karşımdaki kişinin kullandığı kelimeleri, yüz ifadesini, beden dilini anlayabiliyor, buna karşılık onu dilediğim şekilde etkileyecek sözcükleri, yüz ifadesini ve beden dilini kullanabiliyorum. (Uç örnek olsun: psikopatlarda tam da bilişsel olup duygusal olmayan empatiden bahsediliyor.)

Partnerimin canı acıyınca bunun bana dokunmadığından bahsetmiştim. Yani acaba bende duygusal empati mi eksik?

Bu da çok mantıklı gelmiyor bana, çünkü ben bayağı aktivist falan bir insanım. Başka insanların dertlerini ve acılarını anlamakla kalmıyorum, bu dert ve acılar beni üzüyor, kızdırıyor ve harekete geçiriyor.

Yine de bir fark var sanki.

Filipinler’deki bir fırtınada evini ve sevdiklerini kaybeden insanlarla empati kurabiliyorum. Filistin’de bombardımanlar yüzünden artık ev inşa etmekten vazgeçmiş insanlarla empati kurabiliyorum. Ya da en azından teoride empati kuruyorum diyelim. Çünkü ben aslında bu insanların hiçbirini tanımıyorum. Yaptığım şey biraz daha dolambaçlı. Önce bilişsel empatiyle onların bağlamına kendimi koyuyorum, sonra acıyla eşleşiyorum. Yani önce onların perspektifine geçiyorum (ya da işte geçtiğimi varsayıyorum diyelim, ben oturduğum yerden nasıl geçecekmişim onların yerine), sonra bu soyut adımdan sonra onların derdini tanıyorum.

Tanıdığım insanlarla bunu yapmıyorum pek.

Şöyle bir açıklama getirdim buna şimdilik: Aklımda “yüksek değerler” ve “alçak değerler” diye iki kategori var. Yüksek değerler muhtemelen politik, sosyoekonomik, felsefi konularla ilgili. Alçak değerler de muhtemelen kişisel ve kişiler arası konularla ilgili. Eğer bir duyguyu “yüksek” değerlerle ilişkilendiriyorsam, bu duyguyu “meşru” buluyorum ve böylece empatiye layık buluyorum. Eğer bir duyguyu “alçak” değerlerle ilişkilendiriyorsam, muhtemelen bu duyguyu bir çeşit kapris veya ayrıcalık olarak yorumlayıp görmezden geliyorum.

Yüksek değerler ve alçak değerler dediğim bu şeylerin toplumsal cinsiyetle tertemiz ayrıştığını fark ettim. Bir ev kadınının dertleri (ev işlerinden kaynaklanan dertleri) beni ilgilendirmiyor mesela, ama kur krizinden kaynaklı enflasyon beni ilgilendiriyor. COVID-19 kaynaklı ölümler beni ilgilendiriyor, ama bir arkadaşımın teyzesi ölmüşse onun tuttuğu yas bana hiç bulaşmıyor.

Sorunum empati eksikliği, ama bu empati eksikliğinin altında erkek olmam var.

Empatik olmam gerekmemiş pek. Niye gereksin ki? Başkaları bu işleri benim için yapmışlar hep.

Bunlardan bahsedeceğim önümüzdeki haftalarda. Seks, acı, ihanet, pek yakında! Bizden ayrılmayın!

Şey’in hiç de muhteşem olmayan yeniden geri dönüşü

Ne yapsan ne kadar zaman geçse bir türlü yok olmayan solcu örgütlere döndü blog. Ben geri geldim. Yeni hikayelerim var. Hiç de “yoğun istek üzerine” falan değil dönüşüm. Ödevim var, yapmaya geldim.

En son demişim ki “geçmişte taciz ettiğim, rahatsız ettiğim, gereksiz ısrarlarımla gerdiğim vb. en az üç kadınla irtibata geçip yukarıda yazdığım hesap-verebilirlik adımlarını uygulamaya çalışacağım”. Bunu Aralık 2020’de demişim ve kendime 6 ay süre koymuşum. Ben aslında bunu yaptım ve sonra sana anlatmaya üşendim çünkü hiç de görkemli olmayan bir şekilde 17 kişilik bir uzun liste yaptım, bunlardan 5’iyle iletişime geçtim (insanın çocukluk/gençlik arkadaşlarını bulması Facebook’ta kolay ama ciddi bir konuyu öylece açamıyor ki insan 20 yıldır konuşmadıysan), 3’üyle oturdum konuştum. Üstelik de 6 aylık mühletin içinde! Bunu sonra anlatırım. Şimdi ödevim başka.

Bak 2021’den beri benim ilişkilerim karıştı karmaşıklaştı. Yeni bir ilişkiye başladım. Bu yeni ilişki ikincillikten birincilliğe geçti, ama birincil ilişkim de birincil kaldı. Yani demem o ki harbiden çok-aşklı bir yerlere geldim ilişkilerimde. Gerçi birincil partnerimin tek birincil ilişkisi ben değildim. Ay bu yazdıklarım anlaşılıyor mu Türkçe yazınca? Diyorum ki: Benim 1 tane asıl partnerim vardı, ama bu kadının 2 tane asıl partneri vardı. Ben yeni bir tali ilişkiye başladım ama bu ilişki hızla asli hale geldi. Böyle deyince daha mı kolay oldu acaba.

Neyse, diyorum ki, çok-aşklı bir durumdaydım öncesinde de, ama aktörden çok gözlemci rolündeydim çünkü çok-aşklı ilişki benim yaptığım değil başıma gelen bir şey gibiydi. Evet her Pazar oturup sonraki haftayı planlıyorduk falan ama yani bu lojistik meseleler dışında beni duygusal emek anlamında zorlayan bir durum yoktu.

Bak dikkat et, “duygusal emek anlamında” zorlamıyordu diyorum. Çünkü duygusal anlamda elbette ki zorluyordu.

Yeni durumda (2 asli partnerimin olduğu durumda yani) artık yalnızca kendi duygularımı değil, başkalarının duygularını da idare etmem gerekti: yaptığım ve yapmadığım ve söylediğim ve söylemediğim şeylerin diğer insanlar üzerinde etkisini tahmin ve tespit etmem, hatta bir de buna göre harekete geçmem gerekti.

Böyle deyince sanki bunları önceden yapmıyormuşum gibi geliyor, değil mi?

Öyle esasında.

Ödev de bu aslında.

Velhasıl kelam, ortalığı ahıra çevirdim ve her iki ilişkimi de yüzüme gözüme bulaştırdım. Şimdi de kararım, duygusal emek ve duygusal zeka hakkında düşünmek ve kendimi geliştirmek. Bu “kendini geliştirmek” lafının ne kadar manasız olduğunu bildiğimden, bu soyut hedefi somut bir ödeve dönüştürüp düşündüklerimi buraya yazmaya karar verdim.

Daha fazla spoiler yapmak istemiyorum (hem, diğer yazılara da malzeme kalsın, değil mi ama?) ama herhalde bu yukarıdaki girizgahta ataerkil kültürü görmekte zorlanmıyorsundur. Ben zorlandım önce… sonra daha az zorlanır oldum ama hala kolay değil. Diyeceğim o ki: merak etme, oturup burada şahsi sorunlarım hakkında günlük tutmayacağım, blog hala düz erkek cinselliği hakkında olacak.

Yeniden hoşgeldin ve hoşgeldim.