Tag Archives: duygusal zeka

Duygusal söz dağarcığı

Yeni öğrendiğim şeylerden birini seninle paylaşacağım bugün.

Önceki yazılardan şunu çekip alayım: Duygular, eylem gerektiren nörolojik programlar. Duygunun tanımı bu. Eğer duygunun gerektirdiği eylemi yerine getirirsen, duygu geri çekiliyor. Getirmezsen, duygu seni tüketmeye devam ediyor.

Bunu kabul edersek, duyguları anlamanın ve duygularımıza isim vermemizin önemi ortaya çıkıyor.

Karla McLaren Art of Empathy kitabında bir duygu sınıflandırması yapıyor. Duyguları kabaca “kızgınlık” (anger), “üzüntü” (sadness), “mutluluk” (happiness), “korku” (fear), “kıskanma ve imrenme” (jealousy and envy), “utanç ve suç” (shame and guilt) ve “intihara yönelim” (suicidal urge) diye gruplara ayırıyor.

Ama sonra bir sınıflandırma daha yapıyor. Her duyguyu, üç seviyeye ayırıyor: hafif (soft), ruhsal durum (mood-state) ve yoğun (intense).

Bu seviyelerin anlamı şu: Yoğun duygular genellikle bizi ele geçiren ve tüm algımızı yöneten duygular. Ruhsal durum dediğim, kolaylıkla farkına vardığımız, biri bize “nasılsın?” diye sorduğunda verdiğimiz yanıttaki duygular. Hafif duygular ise belli belirsiz hissettiğimiz ama bizi çok da etkilemeyen duygular.

Seninle paylaşacağım şey, McLaren’ın hazırladığı Duygusal Söz Dağarcığı. Bu liste yardımıyla nasıl hissettiğimizi daha iyi anlayabiliriz ve başkalarının gerçekten nasıl hissettiklerini de daha kolay fark edebiliriz.


Kızgınlık

Hafif kızgınlık: rahatsız, sinirli, kayıtsız, huysuz

Ruhsal-durum kızgınlığı: kızgın, çileden çıkmış, kışkırtılmış, gına gelmiş

Yoğun kızgınlık: agresif, öfkeli, düşmanca, şiddetli


Üzüntü

Hafif üzüntü: hayal kırıklığına uğramış, dikkati dağılmış, pişman

Ruhsal-durum üzüntüsü: üzgün, melankolik, keyifsiz, kederli, bitkin

Yoğun üzüntü: ümitsiz, depresif, tesellisiz, acı dolu


Mutluluk

Hafif mutluluk: dostane, açık, umutlu, sakin

Ruhsal-durum mutluluğu: mutlu, neşeli, keyifli, tatmin, heyecanlı

Yoğun mutluluk: coşkun, sevinçten havalara uçan, mest olmuş


Korku

Hafif korku: düşünceli, temkinli, tetikte, endişeli, güvensiz, kararsız

Ruhsal-durum korkusu: korkmuş, sinirleri gerilmiş, alarm halinde, tedirgin

Yoğun korku: şoke olmuş, dehşete düşmüş, panik olmuş


Kıskanma ve imrenme

Hafif kıskanma ve imrenme: şüpheci, güvensiz, korumacı

Ruhsal durum kıskanma ve imrenmesi: kıskanç, imrenen, gıpta eden, talepkar, tehdit edilmiş

Yoğun kıskanma ve imrenme: doyumsuz, sahiplenici, açgözlü, gücenmiş


Utanç ve suç

Hafif utanç: tereddütlü, içine kapanık, sıkıntılı

Ruhsal durum utanç: utanmış, suçlu, mahcup, pişman

Yoğun utanç: rezil olmuş, aşağılanmış, kovulmuş, küçümsenmiş


Son kategori intihar eğilimi ama benim söylemek istediklerim için önemi yok şimdilik.

McLaren’in listesi çok daha uzun ve detaylı, ama ben çeviri yeteneğime güvenmediğim için 3-4 örnekle yetindim. Listenin devamını şurada İngilizce olarak bulabilirsin.

Duygulara isim vermek birçok kez duyguların çekilmesini ve sakinleşmesini sağlıyor. Ama tabii ki ortadan kalkmaları veya kontrol altına alınmaları için farkındalık yeterli değil. Sonraki yazıda bu duygulardan eylemlere nasıl geçebileceğimizi yazacağım.

İşler çığırından çıkmadan

Sevgilinle tartışırken bir an aklından “ay bu yolun sonu iyi değil” diye geçirdiğin oldu mu hiç? Yani, tartışmanın varabileceği yerlerin hiçbirinin ne seni ne onu tatmin edeceğini hissettiğin bir an… Geldiğiniz noktada, konuşmaya devam etmenin manasını yitirdiği…

Duygusal zekası olanlar böyle bir anda mola verirlermiş, derin soluk alıp verirler, sonra şiddetsiz iletişim falan gibi tekniklerle konunun özüne dönüp duygusal gereksinimlere odaklanırlarmış. Aşırı empatik insanlar ise, kendi yoğun duygularının yanı sıra karşılarındaki kişinin duyguları da onlara bulaşınca boğulup paralize olabilirlermiş. Mesela bloke olup hiçbir şey söyleyememe veya sarsıla sarıla ağlama gibi tepkiler verirlermiş.

Ben düz erkek olduğum için iki avantajım var. Birincisi, bağırış çağırışa, kavga dövüşe alışığım. İkincisi, çoğunlukla durumun böyle çözümsüz bir yere gelmesinin sebebi benim, çünkü ilişkilerimde kendimi empoze etmem öğretildi bana. Bu iki avantajım sayesinde, işlerin düğümlenmesinin sebebi genellikle ben oluyorum. Dolayısıyla da, sorunun parçası olmak suretiyle, çözümün parçası olmamak konumunda oluyorum.

Ama geçen gün tersi oldu, ve üstelik her şeyi öyle güzel biçimde çözdüm ki ben bile hayran kaldım.

Partnerim, birlikte katıldığımız bir etkinlikte ona yeterince ilgi göstermediğim için bana darıldı. Etkinliğin sonunda eve doğru yürürken bu üzüntüsünü benimle paylaştı. Ben de ona, etkinliğin başından itibaren ikimizin de ayrı ayrı meşgul oluverdiğimizi ve bunu normal karşıladığımı söyledim. Böylece o da daha çok üzüldü.

Buraya kadar her şey normal. Buradan sonra biraz rayımızdan çıktık. Onunla birlikte zaman geçirmek istemediğimi, değişen koşullar (acil bir iş çıkınca mesela) onun ihtiyaçlarını tamamen unuttuğumu (acil işim çıktığını söylemeyi bile akıl etmediğimi mesela) söyledi. Onun duyguları bana da bulaştı. Onun çizdiği yoldan ben de kendimi suçlamaya başladım. Hiçbir çıkış yolu bulamıyordum. Özür dilemenin bir faydası yoktu, çünkü mesele benim bir hatam değildi. Böylece, eve döndüğümüzde ikimiz de umutsuz biçimde birbirimize bakıyorduk.

Sonra ben balkona astığım çamaşırları toplamaya başladım. Pratik şeyler yapınca kafamı toparlayabiliyorum. Ve aklıma geldi: Etkinliğin başında ben kendimi kötü hissetmiştim bir sorun yüzünden. Ama o ortalıkta yoktu. Önce tuvalete gitmiştir diye düşündüm, ama sonra uzun süre geri dönmeyince başka bir işi çıktığını anladım. Onu yanımda isterdim, ama müsait değildi. Ben bunu yadırgamadım. Yadırgayabilir ve onu suçlayabilirdim – tam da bana yaptığı suçlamanın aynısıyla. Bunu yapmadım çünkü ona ve ilişkimize güveniyordum.

Ve her zaman yaptığımın tersi bir şey yaptım. Ben böyle durumlarda ortamı yumuşatır, partnerimin huyuna giderim. Ama şimdi:

O salona geldiğinde “Ya bu arada, demin konuştuğumuz şeyleri düşünüyordum da. Ben kabul etmiyorum dediklerini.” dedim. Sonra da “Olgular seni bir sonuca götürmüyor. Sonuçtan başlayıp olguları diziyor ve yorumluyorsun.” diye açıkladım. “Bana saldıran bir hikaye kurguluyorsun. Buna ihtiyacımız yok ve bunun bize herhangi bir faydası yok. Bu konuşmayı böyle bir düzlemde yapmayı kabul etmiyorum.” dedim.

Yani ortamı yumuşatmanın tam aksini yaptım, ama içimdeki korku ve sıkıntı geçiverdi.

Önceki yazıdan: Duygular, eylem gerektiren nörolojik programlar. Duygunun tanımı bu. Eğer duygunun gerektirdiği eylemi yerine getirirsen, duygu geri çekiliyor. Getirmezsen, duygu seni tüketmeye devam ediyor.

Doğru eylemi yaptığımı biliyordum. Sakindim. Partnerim çok etkilendi bu yanıtımdan ve odaya çekildi. Ben de onu hiç rahatsız etmedim. Sonra korkuyla salona geri döndü ve bana gitmesini isteyip istemediğimi sordu. İstemiyordum öyle bir şey. Sonra yanıma uzandı ve konuyu baştan açtık. Neden kaygılandığını, ne korkuları olduğunu ve bunları neyin beslediğini anlattı. Sonra da bu konuda benim ne yapabileceğimi söyledi. Şartlar değişince iletişim kurmam, önerilerinden biriydi. Diğeri daha da basit: kendini böyle terk edilmiş hissettiğinde ve üzgün olduğunda, konuya odaklanmak yerine sadece “ben buradayım” deyip ona sarılmam.

İlk defa böyle bir döngüden çıkmakta aktif bir rol oynadım. Çok gurur duydum kendimle ve duygusal zekamla. Normalde bu döngüleri fark etmem bile ben. Şimdi döngüyü fark etmenin yanı sıra, duygularımı hızla ve doğru tespit ettim, ve onların gerektirdiği bir şekilde eyleme geçtim. Okumalar işe yarıyor mu acaba?

Haftaya bu yeni kabiliyetlerimi seks yaparken deneyeceğim, bakalım gerçekten bir şey öğrenmiş miyim.

Duygusal zeka

Nihayet oturdum ve duygusal zekayla ilgili yazılmış ilk ciddi kitabı okudum. Daniel Goleman’ın 1995’te ortaya attığı ve sonra hızla popülerleşen bu kavram hakkında artık binlerce araştırma ve yüzlerce kitap var.

Bugün artık Goleman’ın söylediği bazı şeyler fazla basit kalıyor. Mesela “Başarılı olmak istiyorsanız IQ her şey değil.” argümanını uzun uzun ve farklı açılardan savunuyor, ama biz bugün artık bunu tabii ki biliyoruz.

Seninle bu kitaptan öğrendiğim iki şeyi paylaşmak istiyorum.

Duygu ne demek?

Biz Türkçe’de emotion ve feeling kelimelerinin ikisini de duygu/his olarak çeviriyoruz. Bazı yazarlar bu ikisini ayrıştırıyor. Ben de şimdilik emotion=duygu, feeling=his diye bir sahte eşleştirme yapıp ilginç bulduğum bir detayı paylaşacağım.

Duygu, beynimizde amigdalanın yönettiği sinirsel ve hormonal bir tepki. His, bu duyguyla bizim kurduğumuz bilinçli ilişki. Mesela, bağırış çağırışlı bir kavgada ‘Neden bu kadar öfkelendiğini anlamıyorum.” diyen birine “Ben öfkeli değilim!” diye bağırdığımızda, öfke duygumuzu hissetmediğimizi, yani onun bilincine varmadığımızı söyleyebiliriz. Daha makul örneklerde, duygularımıza tam isim veremediğimizde “Nasılsın?” sorusunu “İyiyim.” veya “Eh işte.” diye geçiştiriyoruz.

Duyguyla hissi ayırmanın bir avantajı var.

Duygular, eylem gerektiren nörolojik programlar.

Duygunun tanımı bu. (Emotion kelimesinde gizli motion=hareket köküne dikkat et.)

Eğer duygunun gerektirdiği eylemi yerine getirirsen, duygu geri çekiliyor. Getirmezsen, duygu seni tüketmeye devam ediyor. Demek ki, duygunun farkında olmazsan ve onunla konuşmazsan, olaydan çıkmana imkan yok.

Ve tersi de doğru! Duygu olmadan eyleme geçmek mümkün değil.

Antonio Damasio’nun çok meşhur bir araştırmasını örnek veriyorlar bununla ilgili. Damasio, beyni hasar gördüğü için duygularına erişimini kaybetmiş biriyle yaptığı bir sohbeti aktarıyor. Bu kişi son derece sağlıklı, zihinsel işlevlerine hakim, hafızası yerli yerinde biri. Damasio bu kişiye, bir sonraki randevu için iki öneride bulunuyor. Ama bu kişi bu soruya yanıt veremiyor. Yarım saat boyunca, iki seçeneğin artılarını ve eksilerini listeliyor (ajandasındaki diğer işler, trafik koşulları, hava şartları, vb.) ama bir sonuca varamıyor. Sonra Damasio iki seçenekten birini önerince hemencecik kabul ediyor ve rahat biçimde ayrılıyor. Damasio’nun tespiti, bu kişinin iki seçenek arasındaki farkları rasyonel olarak ayırt edebildiği, ama bu farklara anlam yükleyemediği ve bu yüzden de hangisinin ağır bastığına karar veremediği. Ve bu duygulara erişimsizlik öyle bir düzeyde ki, kişi Damasio’nun ‘hadi bitir ama’ anlamındaki bedensel sinyallerini (esneme, saatine bakma, sabırsızlanma) bile fark etmiyor. En nihayetinde de, hangi gün buluşulduğunun hiçbir önemi olmadığı ortaya çıkıyor.

Duygularımızla düzgün biçimde iletişime geçmezsek, kendi davranışlarımızı yönetemiyoruz. Başkalarının duygularını doğru biçimde analiz etmezsek, onların davranışlarını da isabetli biçimde yorumlayamıyoruz.

Beş adımda duygusal zeka

Bu alandaki her kitap gibi, Goleman da bir liste yapıyor. Her liste gibi bu da biraz rastgele. Ben kutular ve kategorilerle düşünmeyi seviyorum, o yüzden bu listeyi paylaşmak istedim seninle (listedeki her bir madde aslında kitabın bir bölümüne denk geliyor).

  1. Kendi duygularını bilmek.
  2. Duygularını yönetmek.
  3. Kendini motive etmek.
  4. Başkalarında duyguları fark etmek.
  5. İlişkileri idare etmek.

Kendi duygularını bilmek, kendinin farkında olmak anlamında. Yani duygu ve his arasındaki doğrudan ilişki. Bir duygu belirdiğinde ona isim verebilme (“Kendimi X hissediyorum.”) becerisi.

Duygularını yönetmek, baskınlaşan duyguları kontrol altına almak ve bilinçli bir biçimde onların gerektirdiği eylemi bulmak becerisi. Böylece duyguların seni ele geçirmesini veya duyguların altında ezilmesini önleyebilirsin.

Kendini motive etmek, bir duyguyu güçlendirmen gerektiğinde bunu yapabilme becerisi. Mesela çok sevindiğinde, ama ortam bu heyecanı yansıtmana izin vermiyorsa, bu tepkini geciktirebilmen.

Başkalarında duyguları fark etmek, empati becerisi. (Bununla ilgili yazıp duruyorum haftalardır.)

İlişkileri idare etmek, başkalarının duygularını tahmin etme ve buna uygun hareket etme becerisi.

Duygusal zeka geliştirilebilen bir şey. Bu beş becerinin her birini güçlendirmek için yapılabilecek bir dünya alıştırma var. Ayrıca, duyguların tanındığı ve aktif biçimde kullanıldığı ortamlar da daha sağlıklı çalışıyorlar.

Benim vardığım sonuçlardan biri şu: Eğer duygular eylem gerektiren nörolojik programlarsa, o zaman herhangi bir şey yapmak veya yapmamak istediğimizde, ve başka birinin bir şeyi yapmasını veya yapmamasını istediğimde, bunu elde etmek için duyguları kullanmam gerekiyor. Yani bu duygu meselesi hafife alınacak bir konu değil.

Hayır’a Evet demek.

Acayip çekici bulduğun o kadınla konuşmak için cesaretini topluyorsun. Acaba çoktan biliyor mudur senin ondan hoşlandığını? Geçen gün bacaklarına baktığını fark etti mi yoksa?

Gidip direkt konuşsan mı? Ya da belki de yüzüne bakarak sormayı beceremeyeceğini hissettiğinden mesaj atmayı mı tercih etsen? Ama ya hiç yanıt bile vermezse? Zaten ne yazacaksın ki? Bir yolunu bulup ona yaklaşıyorsun. Gidip selam veriyorsun.

Artık bilemeyeceğim nasıl yapıyorsun, ama bir şekilde ondan hoşlandığını söylemeyi başarıyorsun.

Ve o da seni reddediyor.

Nasıl reddediyor bilmiyorum. Belki görünüşünü kurtarmana izin verir. (“Şu anda bir ilişkiye başlamaya hazır değilim.” vb.) Belki kızar bu teklifine. (“Yok artık, deli misin?” vb. veya hatta direkt yüzüne karşı gülebilir.) Belki korkar senin bu reddedilmeye vereceğin tepkiden. (“Hayatımda başka biri var.” vb.) Veya belki de hepten geçiştirmek ister seni. (“Seni arkadaş olarak görüyorum ben.” vb.)

Sonuç aynı: Kalakaldın orada şimdi lök gibi.

Ne yapabilirsin ki? Hiç de düşünmemişsin bak sağlam bir çıkış taktiği.

Düşünüyorsun. Rezil mi oldun? Mahcup mu oldun? Endişeli misin?

Tüm bunlar aynen benim de yapageldiğim ve düşündüğüm şeyler.

Bir anlığına, bu kendime odaklı bakış açısından çıkıp karşımdaki kadının neler hissettiğine bakmaya çalışsam ne olur? Keyfi yerinde mi? Tuhaf mı hissediyor? Tehdit altında mı hissediyor? Rahatsız oldu mu? Söylemek istediği başka bir şey olabilir mi?

Reddedilen benken, niye beni reddeden kişiyle empati kurayım ki? Yanıtım duygusal adalet. Kim bilir benim bu çıkma teklifimi nasıl yorumladı. Geçmiş deneyimleri buna nasıl etki ediyor olabilir? Kendini güvende hissediyor mu?

Duygusal adalet bu soruları sormamı gerektiriyor. Ama yanıtları vermiyor.

Zaten ben de yerin dibine girmişken onunla uğraşacak duygusal enerjim yok. Daha ziyade, oradan koşarak kaçasım ve zamanı geri alasım var.

Ama aslında bu konuda yapabileceğim bir şey var: Hayır’a Evet demek. Hayır’ı her nasıl dediyse demiş olsun. İster “şimdi değil”, ister “bilmem ki”, ister “hayır”, ister “isterdim ama…” demiş olsun, Hayır’ı duyabilirim. Ve duyduğumu ona gösterebilirim.

En kolayı “Hm, yanıtının Hayır olduğunu anladım. Teşekkür ederim. Bu durum senin için rahatsız edici olduysa üzgünüm.” demek mesela.

Bunu açıkça söylememle geçiştirmem arasında ciddi bir fark olabilir onun açısından. Benimse, zaten reddedildiğime göre, bunu söylemekle kaybedeceğim başka bir şey yok.

Soyut soyut konuşmuyorum, denedim bunu ben.

Karşımdaki kadın için etkisi olumlu oldu (onun sonradan söylediğine göre), aynı zamanda benim için de bir nefes alma fırsatı oldu. Hayır’ı açıkça kabul edince konuyu kapatabildim; böylece ortamdaki tuhaf gerginlik kırıldı; ben de sanki bu teklif ve reddedilme hiç olmamış gibi konuyu işe, derslere, gündelik konulara getirip gevşetebildim.

Sonrasında düşününce de, sanki çok sağlam bir çıkış taktiğim varmışmış gibi hissettiğimi fark ettim. Biliyorum ki taktiğim maktiğim yoktu, ama bana varmış da onu uyguluyormuşum gibi geldi o anda.

Bence denemene değebilir.

Duygusal adalete giriş

Zeka katsayısı (IQ) tartışmalarını bilmem duymuş muydun. Lineer ve mekanik düşünmenin ayrıcalıklı tutulduğu toplumların bunu “zeka”nın tek kriteri sayıp uydurdukları bir seviyelendirme sistemi. Elbette analitik düşünme becerisini ölçmek önemli, ama soruların soruluş biçimine aşinalık bile önemli bir etken. (Mesela yıllarca üniversiteye giriş sınavlarına hazırlanmış biri IQ testlerini daha rahatça çözecektir.) Öte yandan bir insanın zeki olup olmadığını bu sınavın ölçtüğünü sanmak abartılı olacaktır. Tam da bu yüzden “duygusal zeka”, “fiziksel zeka” vb. başka kavramlar öne sürüldü, zekayı farklı açılardan ölçmenin yolları olarak. Bu da benim empati yazılarımla örtüşüyor, çünkü bu “diğer” zekalarda erkekler genellikle geri zekalı çıkıyorlar.

Neyse, asıl konuya gireyim.

Duygusal adalet (emotional justice) diye bir kavramla tanıştım. Kabaca şu: Erkek egemen toplumun baskısı tikel olaylarda değil, genel bir toplumsal ortamda hissediliyor. Sırf taciz veya tecavüz edilen kadınlar değil kendini güvensiz hisseden. Bu vakıaların çokluğu, yaygınlığı ve normalliği yüzünden tüm kadınlar güvensiz hissediyorlar, ve haklılar. Biri onlara bakış attığında veya yaklaşıp tanışmak istediğini söylediğinde, kadının aklına gelenlerle erkeğin aklına gelenler bir değil. Erkek durumu “olduğu gibi” ele alabilir, yani “biri bana baktı işte ne yani” diye düşünebilir. Kadının aklına gelen “bu kişi bana ne yapacak?” oluyor, çünkü baskı sistemi baskıda olanın üzerinde psikolojik, duygusal ve ruhsal bir etki yaratıyor. Ve bu etki kalıcı – doğrudan o kadının başına bir şey gelmemiş olsa da.

İşte duygusal adaletsizlik burada başlıyor, çünkü flört etmeye eşit zeminde başlamıyoruz, sevişmeye de.

Ben genellikle “rıza” (consent) kavramını anladığımı, ona göre hareket ettiğimi düşünmüşümdür, yani en azından bu konuya kafa yormaya başladığım son yıllarda.

Yanılıyormuşum.

İşte bunu öğrendim son haftalarda.

Flört etmeye eşit zeminde başlamadığımızı fark ettiğinde, tüm rıza tartışması başka bir şekil alıyor. Çünkü tekliflerin “ben sordum, o Hayır dedi, ben de yoluma gittim” gibi düz bir mantık izleyemiyor. O teklifin karşı taraftaki karşılığı bambaşka olabilir. Ve esasında bu eşitsizliğe hassasiyet göstermek, adalet kavramını ilişkilerimize entegre etmek anlamına geliyor.

Bana Hayır diyen birine “teşekkür ederim yanıtın için, rahatsız ettiğim için özür dilerim, iyi günler” demem gerektiğini anlamam için bu kadar zaman geçmiş olması üzücü tabii, ama geç olsun güç olmasın diyelim. Bunu gerçekten öğrenmem daha zamanımı alacak gibime geliyor. Aklımdaki rıza/taciz kavramları alt üst oldu diyebilirim sana rahatça.

Şey’in hiç de muhteşem olmayan yeniden geri dönüşü

Ne yapsan ne kadar zaman geçse bir türlü yok olmayan solcu örgütlere döndü blog. Ben geri geldim. Yeni hikayelerim var. Hiç de “yoğun istek üzerine” falan değil dönüşüm. Ödevim var, yapmaya geldim.

En son demişim ki “geçmişte taciz ettiğim, rahatsız ettiğim, gereksiz ısrarlarımla gerdiğim vb. en az üç kadınla irtibata geçip yukarıda yazdığım hesap-verebilirlik adımlarını uygulamaya çalışacağım”. Bunu Aralık 2020’de demişim ve kendime 6 ay süre koymuşum. Ben aslında bunu yaptım ve sonra sana anlatmaya üşendim çünkü hiç de görkemli olmayan bir şekilde 17 kişilik bir uzun liste yaptım, bunlardan 5’iyle iletişime geçtim (insanın çocukluk/gençlik arkadaşlarını bulması Facebook’ta kolay ama ciddi bir konuyu öylece açamıyor ki insan 20 yıldır konuşmadıysan), 3’üyle oturdum konuştum. Üstelik de 6 aylık mühletin içinde! Bunu sonra anlatırım. Şimdi ödevim başka.

Bak 2021’den beri benim ilişkilerim karıştı karmaşıklaştı. Yeni bir ilişkiye başladım. Bu yeni ilişki ikincillikten birincilliğe geçti, ama birincil ilişkim de birincil kaldı. Yani demem o ki harbiden çok-aşklı bir yerlere geldim ilişkilerimde. Gerçi birincil partnerimin tek birincil ilişkisi ben değildim. Ay bu yazdıklarım anlaşılıyor mu Türkçe yazınca? Diyorum ki: Benim 1 tane asıl partnerim vardı, ama bu kadının 2 tane asıl partneri vardı. Ben yeni bir tali ilişkiye başladım ama bu ilişki hızla asli hale geldi. Böyle deyince daha mı kolay oldu acaba.

Neyse, diyorum ki, çok-aşklı bir durumdaydım öncesinde de, ama aktörden çok gözlemci rolündeydim çünkü çok-aşklı ilişki benim yaptığım değil başıma gelen bir şey gibiydi. Evet her Pazar oturup sonraki haftayı planlıyorduk falan ama yani bu lojistik meseleler dışında beni duygusal emek anlamında zorlayan bir durum yoktu.

Bak dikkat et, “duygusal emek anlamında” zorlamıyordu diyorum. Çünkü duygusal anlamda elbette ki zorluyordu.

Yeni durumda (2 asli partnerimin olduğu durumda yani) artık yalnızca kendi duygularımı değil, başkalarının duygularını da idare etmem gerekti: yaptığım ve yapmadığım ve söylediğim ve söylemediğim şeylerin diğer insanlar üzerinde etkisini tahmin ve tespit etmem, hatta bir de buna göre harekete geçmem gerekti.

Böyle deyince sanki bunları önceden yapmıyormuşum gibi geliyor, değil mi?

Öyle esasında.

Ödev de bu aslında.

Velhasıl kelam, ortalığı ahıra çevirdim ve her iki ilişkimi de yüzüme gözüme bulaştırdım. Şimdi de kararım, duygusal emek ve duygusal zeka hakkında düşünmek ve kendimi geliştirmek. Bu “kendini geliştirmek” lafının ne kadar manasız olduğunu bildiğimden, bu soyut hedefi somut bir ödeve dönüştürüp düşündüklerimi buraya yazmaya karar verdim.

Daha fazla spoiler yapmak istemiyorum (hem, diğer yazılara da malzeme kalsın, değil mi ama?) ama herhalde bu yukarıdaki girizgahta ataerkil kültürü görmekte zorlanmıyorsundur. Ben zorlandım önce… sonra daha az zorlanır oldum ama hala kolay değil. Diyeceğim o ki: merak etme, oturup burada şahsi sorunlarım hakkında günlük tutmayacağım, blog hala düz erkek cinselliği hakkında olacak.

Yeniden hoşgeldin ve hoşgeldim.