Not: Bu makale, Sorun Yayınları tarafından yayımlanan “Kriz Nasıl Aşılabilir ?” dizisinin Sosyalizmin Sorunları Üzerine Açılım Tartışmaları başlıklı ikinci kitabı içinde “1992 Tezleri” şeklinde yer almış; aşağıda bulacağınız gözden geçirilmiş hali ise Çıkış Hattına Doğru kitabında yayınlanmıştır.

YENİ BASIMA ÖNSÖZ

1991 yılında, birbirinden ayrı iki acil konuyu, o günün Türkiye’sindeki ekonomik ve politik durum ile çözülmekte olan reel sosyalizmi, iki ayrı bölümde “1991 Tezleri” başlığı altında ele aldım. Amaç nesnel gerçekliğin anlaşılmasına yardımcı olmak, bu iki konuyu devrimci çevrede tartışmaktı. Yayınlanması düşünülmemişti. Daha sonra, 1992’de, dostların önerisiyle, SORUN yayınları tarafından yayımlanan “Kriz Nasıl Aşılabilir ?” dizisinin “Sosyalizmin Sorunları Üzerine Açılım Tartışmaları” başlıklı ikinci kitabı içinde “1992 Tezleri” şeklinde yeraldı. Gözden geçirilmiş bu ikinci versiyonun önsözünde, ileri sürülen tezlerin “aşırı yoğunlaştırmadan doğan ve eksik ifade biçiminde dışavuran birtakım sakıncaları taşıyor olabilecekleri” vurgulandı, perspektif açıcı bir işleve sahip olmalarının istendiğinin altı çizildi. Aradan neredeyse dokuz yıl geçti. Yazının Türkiye’yle ilgili bölümü başka çalışmalara hammadde oldu, bundan sonra da olacak. Reel sosyalizmin çözülüşüyle ilgili bölüm ise hâlâ tartışmalara konu oluyor ve güncelliğini koruyor.

Bu dokuz yıl içinde bu bölümü her yıl yeniden okumayı alışkanlık haline getirdim. İçerdiği görüşleri bir bütün olarak hâlâ savunuyorum. Bir deneme şeklinde sunulan bu görüşlerin, konuyla ilgili ilerde yapılabilecek daha teorik çalışmalarla çelişebilecek bir yönünü henüz göremedim. SSCB’nin hukuksal varlığının son yılında yazılan bu metin, o günün kaosu andıran ideolojik ortamındaki tozu dumanı üzerinde taşıyor. Ancak, solcuların Sovyetler Birliği’nin çözülüşünden olumsuz yönde etkilenerek kitlesel biçimde marksizmi terkettikleri o günlerin tozuna dumanına katlanarak teorik bir duruş, kaçışı biraz da olsa frenleyici bir duruş gerekiyordu. Çöküşün öznel nedenlerinin aşırı abartıldığı o günün ortamında, nesnel nedenleri kasıtlı olarak, hatta biraz fazlaca öne çıkarmak gerekiyordu. Kanımca önümüzdeki onyıllar boyunca Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizm deneyimi daha çok tartışılacaktır. Yetmiş günlük Paris Komünü’nün ürettiği literatürü düşünün. Şimdi önümüzde arşivlerde saklı milyonlarca belgede yazılı 70 küsur yıllık bir deneyim var. “Bardağın yarısını boş bıraktılar” saptaması, her geçen yıl yerini, “o bardağı yarıya kadar nasıl da doldurabildiler” düşüncesine bırakacak. Sovyet deneyiminin tarihselliği, onu günlük politik kaygılardan arındıran tarih içinde uzaklaştıkça daha iyi ortaya çıkacak, bu deneyimle ilgili çalışmaların teorik düzeyi de derinleşecektir. Bu birikimci bir süreç olacaktır. Bu süreci izleyebilmek için, en azından sosyalizmle ilgili çalışmaların kaybolmaması, bunların birbirine el feneri işlevi görmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu yazı bu düşünceyle elinizdeki kitaba alındı. Metin-sonu eki olarak, 1990 başında yazılmış ve yayımlanmış, Gorbaçof iktidarını o gün nasıl gördüğümü özetleyen bir yazım kondu. Metnin içinde bugünden geriye bakarak “şu fikir daha iyi ifade edilebilirdi” ya da “şu da söylenebilirdi” dediğim pasajlar vardır. Ayrıca “yazı yeterli bir teorik düzeyde midir ?” sorusu da sorulabilir. Bütün bunlara rağmen, deneme niteliğindeki bu yazının okur için bugün de faydalı olacağına inanıyorum. İkincil önemde bir iki formülasyonun eklenmesi ya da çıkarılması, bazı imla hatalarının ve dil sürçmelerinin düzeltilmesi dışında ilk metne dokunmadım.

*

Erken gelen Ekim Devrimi, olağanüstü olumsuz tarihsel ve toplumsal koşullarda sosyalizme geçişi başlatıyor. Sosyalizmin çöküşünü, bu olumsuz koşulların üstesinden gelecek doğru devrimci politikaların bulunamayışına bağlıyoruz. Doğru da yapıyoruz. Ancak şu metodolojik sorunu çözmüş değiliz : Teorik olarak böyle politikalar var olabilir mi ? “Böyle politikalar vardır ve onları bulalım”, diyebiliriz, demeliyiz. Niyet budur. Politik varlığımız bunu demeye bağlıdır. Yola bu varsayımla çıkmalıyız. Ama henüz bulamasak bile böyle politikaların varolabileceğini teorik olarak kanıtlamalıyız. Bambaşka bir konudan örnek vereyim. Lenin’in “geri ülkelerde devrimi yapmak kolay, sosyalizmi kurmak zordur, ileri ülkelerde devrimi yapmak zor, sosyalizmi kurmak kolaydır” dediğini hepimiz biliriz. Bilinen nesnel nedenlerle ileri ülkelerde komünist partiler devrimci çizgide yığınsallaşamıyor ve sosyalizmi kurmak üzere iktidarı alamıyor. Lenin de, ileri ülkelerin komünist partilerinin bu zorluğu yenecek devrimci politikaları bulup izlemesini istiyor. Bu niyet devrimci bir niyet. Ama hâlâ böyle politikaların nesnel olarak, teorik düzeyde varolabileceği konusunda pek bir şey söylemiyor. Ya nesnel olarak böyle politikalar yoksa ? Hiçbir ileri ülkede devrimin gerçekleşmemiş olması pratiğin bir tesadüfü müdür ? Devrimler zayıf halkalarda olacaksa, aynı metodolojik sorgulama bu kez sosyalizmin inşası konusu için de geçerlidir. Bu konuya niçin kafa yormak gerekir ? Tek ülkede komünizmin olamayacağını teorik olarak gösterebiliyoruz. Bu metodolojik yaklaşımla, tek ülkede sosyalist inşanın, maddesiyle bilinciyle, başlayıp başlayamayacağını de teorik olarak gösterebilmeliyiz. Yoksa, tek seçeneğimiz bütün ülkelerde devrimler gerçekleşinceye kadar iktidarı kazandığımız mevzide elde tutmaksa, onu da bilelim. O da devrimci bir perspektiftir. Bu perspektife hizmet eden politikalar üzerinde daha derin düşünelim. İktidarı hangi niyetle alırsak alalım, siyasi gücün nesnel olarak işleyeceği çerçeveyi bulmaya çalışalım, siyasi eyleminin kendi iç mantığının ne olduğunu bilelim. Bu noktadan bakıldığında, NEP dönemi gibi bir dönemin şimdiye dek düşünülenden çok daha uzun bir süreyi kapsayacağı, ciddi ve güçlü bir teorik olasılık olarak ortaya çıkar. Bu dönemde temel strateji üretken güçlerin geliştirilmesi ve bunu sağlayacak iktidarın korunması olabilir.

*

Üretken güçleri geliştirme sorunu, ana sorun olarak her devrimci iktidarın önünde olacak. Hem de iktidarın alındığı mekânın gelişme düzeyinden bağımsız olarak… Üretken güçlerin geliştirilmesi, en başta sanayileşme demektir. Yazıda yeterince açılmadığını düşündüğüm bir nokta, “sanayileşme” kavramının kendisiyle ilgilidir. Bu noktanın açılmasının gerekliliği, en azından kendi açımdan, son on yılda giderek belirginleşti. Politik eleştiri olarak ileri sürülen, “Reel sosyalizm kapitalizmin ekonomik düzeyine gelemedi”, “İnsanlara kapitalizmin sunabildiklerini sunamadı” vb. türünden görüşler, özünde, kapitalist ülkelerle eski sosyalist ülkelerin sanayileşme düzeylerini kıyaslamaktan öteye geçmiyorlar. Sanayileşme sürekli ve sonsuz bir süreçtir. Kapitalizmin egemen olduğu bir dünyada, bir düzeyde sanayileşmiş olmak, bu ne kadar ileri bir düzey olursa olsun, hâlâ o ülkenin geri dönüşsüz bir eşikten atladığı, ya da amiyane tabirleriyle “köşeyi döndüğü”, “kefeni yırttığı” anlamına gelmez. Rekabet, bir düzeyde kârın hareketinin dinamiği ise, daha derin bir düzeyde, değer yasasının üretim fiyatları üzerinden işleyişinin açığa vurulmasıdır. Diyelim ki üretim araçlarını ve teknolojiyi transfer ediyorsun. Bu, “varolan üretken güçlerle ülkedeki ekonomik ve sosyal koşulların izin verdiği ölçüde sanayileşiyorsun” anlamına gelir. Bu koşullar izin vermezse, sadece üretim araçları ve teknoloji transfer edebilecek bir sermaye birikimine sahip olduğunu kanıtlamış olmakla kalırsın. Bir basamak çıkalım. Diyelim ki üretim araçlarını da sen üretiyorsun. Bu hâlâ sanayileşmeni tamamladığın anlamına gelmez (ki, yukarıda dediğimiz gibi bu süreç tamamlanabilir bir süreç değildir). Acaba ürettiğin o üretim araçlarıyla dünya pazarının üretim fiyatlarına yaklaşabiliyor musun ? Yaklaşamıyorsan, hâlâ geri dönüşsüz anlamda sanayileşmiş değilsin. Sadece ilerde, eğitimle, sanayi casusluğuyla vb. bir şekilde teknoloji üretmeye şimdiden adaysın demektir. Bir basamak daha çıkalım. Diyelim yalnız üretim araçlarını üretmekle kalmıyorsun, teknoloji de üretiyorsun. Bu yine sanayileşme sürecinin son durağına ulaştığın anlamına gelmez. Bakalım o ürettiğin teknoloji, içerdikleri değerler açışından dünya pazarının üretim fiyatlarına yaklaşan metalar üreten üretim araçları yaratabiliyor mu ? Yani ürettiğin teknoloji en ileri teknoloji mi ? Belki bir dönem için en ileri teknolojidir, bir süre sonra, hele bilimsel teknolojik devrimin ivmesi altında gittikçe kısalan bir süre sonra, bu ürettiğin teknoloji geri bir teknoloji olacaktır. Sanayileşme sürecinde son bir basamak daha çıkalım. Diyelim teknoloji üreten teknolojiler üretebiliyorsun, “en ileri sanayi ülkesi sensin”. Ama bu bile sanayileşmeni tamamladığın anlamına gelmez. Hâlâ kalıcı bir durum değildir. Teknolojileri yaratan teknolojiler bile dünya pazarının izin verdiği ölçüde yaşarlar. Bu mantık zinciri içinde, 1970’in Fransa’sı bugünün Fransası’na göre sanayileşmemiş bir ülkedir. 1950’lerde sanayileşmiş ülkeler kategorisinde yeralanların bir kısmı, 1990’ların Türkiye’sine göre sanayileşmemiş ülkelerdir. Kaldı ki bugün uluslarötesi mali devrelerin kurduğu baskı sonucunda, sanayileşme sürecinin bilinçli olarak yavaşlatılması anlamına gelen “sanayisizleşme” gibi bir kavram da vardır. Kısacası üretken güçleri geliştirmek, her aşamada ve momentte dünya üretim fiyatlarına yakın fiyatlara tekabül eden miktarda değer içeren ürünler yaratmaya çalışmak sosyalist iktidarın hatta herhangi bir ilerici iktidarın önünde hep durması gereken bir perspektiftir. Dünya pazarı denen mahkemede emek-değer yasası hakim oldukça, süreklileşen bilimsel teknik devrim temelinde üretken güçleri hiç durmadan geliştirmek devrimci iktidarların önünde hep bir “ceza” olarak kalacaktır. Yineleyelim, devrimi gerçekleştirdikleri mekânın gelişme düzeyinden bağımsız olarak…

*

Reel sosyalizmin çöküşünden dokuz yıl sonra geriye dönüp baktığımızda Sovyetler Birliği deneyiminin tarihsel anlamıyla ilgili olarak bugün ne söyleyebiliriz ?

Bir bütün olarak bakıldığında, Sovyetler Birliği’nin tarihi, değer yasasının işleyişine bir pozitif müdahaleler tarihidir. Sovyetler Birliği’nde yaşanan 70 yıllık sosyalist denemenin en derindeki tarihsel anlamı budur. Sovyet deneyimiyle ilgili bütün düşüncelerimi tek bir cümlede özetlemek zorunda olsam, bu cümleyi seçerdim. Dikkat ederseniz Doğu Avrupa’daki diğer sosyalizm denemelerini özellikle dışarda tutuyorum. Çünkü bu sosyalist ülkeler varlıklarını ancak ve ancak Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizm denemesinin sürdürülmesine borçluydular. Sovyetler Birliği’nde değer yasasının işleyişine pozitif müdahalenin yavaşlaması ve sona ermesi, onların sosyalizm denemelerini daha da radikal biçimde etkiledi. O ülkelerin rejimleri, Sovyet rejiminden de önce çöktü. Değer yasası o ülkeleri daha çabuk “yola getirdi”. Kapitalizme daha hızlı bir biçimde geçtiler ve bu geçiş için daha düşük bir toplumsal bedel ödediler. Rusya ve eski SSCB’nin diğer cumhuriyetleri dünya kapitalist sistemine bugün bile istenen düzeyde entegre değiller. Değer yasasının işleyişine pozitif müdahale son bulmuştur ama bu yasanın bugünkü kapitalist koşullarda işleyebileceği, kârın hareketini kolaylaştıracak çerçeve, koşullar ve kurumlar henüz tam anlamıyla yaratılamamıştır. Mafia’nın ekonomideki ağırlığı, resmi ekonomi dışında yürüyen birikimin boyutları, her düzeydeki istikrarsızlık, hukuksal boşluklar, asayişi sağlamakta bile aciz kalan merkezi devletin giderek zayıflaması vb. bunu gösteriyor.

*

Dünya komünizme gidiyor, bugün bile gidiyor. Devrimci misyon, bu gidişi hızlandırmaktır. Üstteki irade, bu iradeyi kullanan gücün niteliği ne olursa olsun, alttaki süreçleri yavaşlatabilir, hızlandırabilir, saptırabilir, yönlendirebilir, ama yaratamaz ya da yokedemez. Yürümesi gelen çocuk yürür, konuşması gelen çocuk konuşur. Yüz defa bisikletten düşer bir gün düşmez olur. Demokrasisi gelen halk kalkar demokrasisini kurar, özgürlüğü gelen halk özgür olur, kurtuluşu gelen halk kurtulur *. Gerisi yaşamın kendi sonsuz zenginliğinden başka bir şey değildir.

28 Haziran 1999

***

**

*

* . “Demokrasi” burada “aktif yığın demokrasisi” anlamındadır, “temsili demokrasi” anlamında değil. “Özgürlük”, “zorunluğun bilincine varmak” anlamındadır, “zahiri bir serbesti” anlamında değil. “Kurtuluş” ise “insanlık durumuna kavuşmak, özgürleşme” diyebileceğimiz bir anlamda, İngilizce “emancipation” sözcüğüne karşılık gelen bir anlamdadır, siyasi kurtuluş, yani “liberation” anlamında değil.

Giriş (İlk basım/1992)

Reel sosyalizmin çözülüşünü anlamak, aynı zamanda bu çözülüşten dersler çıkarmak ve neyin nasıl yapılacağı konusunda kafa yormaktır.

Bu tezlerin ilk biçimini okuyan bir dostumun ikazı üzerine iki önemli noktaya baştan açıklama getirmek istiyorum. Birincisi “reel sosyalizm” terimi. Bu terimi hepimizin anladığı anlamıyla kullanıyorum. Yani teoriyle ilişkisinden bağımsız olarak, yaşam içinde varolan ve şimdi çözülmekte olan sosyalizmi kastediyorum.

İkincisi Çin konusu. Aşağıdaki analizlerde Çin ele alınmıyor. Bunun en aşikâr nedeni, Çin’de sosyalist iktidarın hâlâ korunuyor olmasıdır. Görünen durum nedir ? ÇKP, yaklaşan depremi yıllar öncesinden farketmiş ve pazar ekonomisine geçişi uzun bir sürece yayarak dramatik gelişmelerin, ani çöküşlerin ve bunlara eşlik etme ihtimali yüksek olan ekonomik krizin önünü kesmiştir. Çin’de kapitalizme geçiş “evrimci” yoldan ve dış teknik koşulları parti eliyle örgütlenerek yürüyor. Yani ÇKP, Gorbaçof’un isteyip te yapamadığını yapıyor. Bu sakin süreç, bir yandan Çin’deki toplumsal formasyonun tarihsel aşırı geriliğinin ÇKP’ye tanıdığı bir avantajdır. Öbür yandan dünya kapitalizmi hem kendi iç sorunlarıyla, hem de çözülen sosyalist sistemle, üzerine çullandığı bu yeni av ve bu avın doğurduğu sorunlarla meşguldür. Gündeminde Çin yoktur. Altyapısı büyük sermaye yatırımlarına hiç de elverişli olmayan Çin’den acilen istediği bir şey yoktur, kendisine Çin’den gelen bir tehdit de yoktur.

Çin Halk Cumhuriyeti hiçbir zaman dünya devrimci merkezi olmadı, olamazdı da. Çin Devrimi ve sosyalizmin inşası, dünya çapındaki emek-sermaye karşıtlığının o günkü dengesi içinde gerçekleştirildi. İki süper gücün liderliğindeki iki karşıt sistemde örgütlü ifadesini bulan bu denge, Çin’de sosyalist inşayı dış müdahalelerden koruyan bir unsurdu. Aynı zamanda, yoktan teoriler varetme, küçük üretimle komünizme geçme, kültür devrimi, kır-kent/kafa-kol emeği ayrımlarını tepeden politik kararlarla kaldırma gibi bugün hayal bile edilemeyecek olan birtakım temelsiz denemelere yeltenebilmesi bile sosyalizmin o günkü gücüyle bağlıydı. Ne kadar anti-sovyet bir politika izlerse izlesin, son tahlilde nesnel durumu buydu. Nesnel Sovyet şemsiyesinin altından Sovyetlere karşı düşmanca tavır koyması, dünya devrimine yeni bir açınım getirmekten çok uzaktı. Şimdi yeni bir durum vardır. Sovyetlerin hızla zayıflaması ve nihayet dağılması olgusu bile, Çin’de devrimin istiminin çoktan bittiğini, ancak kendi içine kapanarak günü götürdüğünü göstermeye yetti. Şemsiye kapanınca Çin’de bağımsız devrimci bir dinamiğin olmadığı ortaya çıktı. Bütün bunlara rağmen parti hâlâ iktidardadır, büyük sanayi tesisleri toplumsal mülkiyet altındadır. Bu mevziyi hâlâ emperyalizme karşı savunmak mecburiyeti vardır. ÇKP’ye bu saatten sonra abartılı ve evrensel misyonlar biçmemek şartıyla.

Özet Tezler :

Tez 1 : İnsanlar sadece yaşamak istiyorlar.

Tez 2 : Reel sosyalizm tarihsel nedenden dolayı çözülmüştür.

Tez 3 : Reel sosyalizmin çözülüşünden doğan en büyük tehlike, marksizmin devrimci işlevselliğinin kaybolması tehlikesidir. En ciddi tehdit ideolojik tehdittir.

Tez 4 : Ekim devrimi, tarihsel olarak baktığımızda, erken gelmiş bir devrimdir. Bu gerçek, Ekim Devriminin zorunluluğunu ortadan kaldırmıyor.

Tez 5 : İktidarın burjuvaziden alınmasıyla sosyalizmin kuruluşu birbirini otomatik olarak izlemez.

Tez 6 : Kapitalist ilişkinin işçi sınıfı ve diğer emekçi yığınların bilincinden tasfiyesi, sosyalizmin maddi temelinin olabildiğince güçlenmesi, üretkenleşmesi ve bu temelde yalnız üretim araclarının değil, tüketim araçlarının da toplumsallaştırılmasıyla mümkündür.

Tez 7 : Türkiye sosyalizme, şimdiye kadar devrim yapmış bütün ülkelerden daha ileri bir noktadan geçecektir.

*

Tez 1 : İnsanlar sadece yaşamak istiyorlar.

§-1. Engels bir yerde şu veya şuna yakın bir şey söylüyor (Felsefi anlamını henüz algılayabilecek düzeyde olmadığım bir zaman kesitinde okumuştum, sonradan uyandım ve hâlâ o alıntıyı arıyorum) : “Ben ve Marks, insanların en yakın ve acil amacının kendi maddi yaşamlarını yeniden üretmek olduğunu söyledik ve bunun dışında başka hiçbir şey söylemedik”. Engels bunu bir kez şöylemiş, bir daha tekrara ne lüzum var, dememeliyiz. Bu cümledeki basit ve yalın gerçeklik bilincimizde kaymışsa, aynı şeyi bin kez de söyleriz.

§-2. Yani insanlar, yarının güzel dünyası için bugünü feda etmek istemiyor. İnsan derken tabii ki emekçi insanı kastediyorum. İnsanlar değil torunları, çocukları için bile sonsuz bir fedakârlığa katlanmak istemiyor. Fedakârlıkları zaman ve mekan içinde bir sınırlılık taşıyor. Ancak “sınırlı” bir sabrın sonu selamet. Yığınlar, sonu baştan tanımlanmamış bir sabra razı değiller.

“Ahlâklı” yaşamak da istemiyorlar, çünkü kendi sonsuz rasyonalizasyon yeteneklerinin bir ürünü olarak kendilerince zaten çok ahlâklı yaşıyorlar. Bu rasyonalizasyon yeteneğinin altında da nesnel bir temel var. İnsanlar, insanı insanlıktan çıkaran kötü bir realitenin, kafalarında neden-sonuç ilişkilerini kuramadıkları birçok sosyal olayın ve sürecin ortasında yaşıyor. Binbir çelişkinin içinden bilimsel düşünceyle çıkacak donanımı olmadığı için, kendine göre bir rasyonalizasyonla çıkıyor. Kendinin insanlığına olan inancını ve hatta akli dengesini ancak böyle koruyabiliyor. Yoksa şizofren olur. Yani rasyonalizasyon mekanizması, kötü realiteye bir tepkidir. Acaba “ahlâklı” yaşamadığını düşünen bir tek insan var mıdır bu dünyada ? Kapitalizmin ortasında yaşayan insanlar “sosyalizmin toplum projesi” türünden cennetlerle nesnel olarak ilgilenemezler.

Kapitalizm altındaki insan, kendi tanımladığı bir insanlık durumuna uygun, normal, günlük ve sıradan bir yaşamdan ötesini istemiyor. “Şehit şüheda” edebiyatını, “Çocuklarımız güzel günler görecek” edebiyatını, “Sosyalist ahlâk” edebiyatını, sanki reel politiker düzeyde büyük bir anlamları varmış gibi çıkaran bizleriz. “Devrime sevdalanmak”, “ütopyalarımızı korumak” türünden ajitasyon kavramlarıyla tarihin akışına müdahale edilemez. Devrimci şiiri ve edebiyatı, politik söylemimizin içine, aşırı bir biçimde sokuyoruz. Yığınlar da, bilimimizi ve politikamızı bu şairane bulamaç biçimiyle algılıyorlar.

Yani devrimci propagandadaki “gazın”, palavranın ve coşkunun tek bir kişinin yaşam süresi içinde bile bir etkinlik sınırı var. Bu sınır aşıldığında o insan sosyalizme yabancılaşıyor. Bu sınırı olabildiğince genişletmek, insanları alınacak kararlara ortak etmekle, aktif yığın demokrasisiyle mümkün. Özellikle günlük yaşamlarını yakından ilgilendiren konularda insanlar, alınışına katılmadıkları kararların uygulanışına da katılmıyorlar, ya da zoraki ve gönülsüz bir biçimde katılıyorlar. Kararın orasını burasını bozuyorlar.

§-3. Sosyalist bilincin derinleşmesinde, dar bir katılımla alınacak çok doğru bir karar çerçevesinde bir kitle mobilizasyonu, geniş katılımla alınacak daha az doğru bir karar çerçevesinde gerçekleşecek bir kitle mobilizasyonundan daha az etkin oluyor. Bunun en güzel iki örneği Küba ve eski Demokratik Alman Cumhuriyeti. Küba’da bir sürü kötü karar alındı, o kadar ki sosyalizmin kuruluşuna ciddi yapısal eksiklikler girdi. Ama bu kötü kararları hep birlikte güle oynaya aldılar. Sonuçlarından da sorumluluk duyuyorlar. Bunun için bugün elli tane sosyalist Polonya’yı göçürtecek ciddiyette bir ekonomik krize rağmen iktidar hâlâ ayakta duruyor. Bundan sonra ne olacağı bilinmez, ama bugüne kadar ayakta durması bir şeyler anlatıyor. Demokratik Alman Cumhuriyeti’nde ise sosyalizm, en rasyonel ve bilimsel bir biçimde ama tepeden kuruldu ve senelerce en ileri maddi sosyalist temele örnek gösterildi. Bu satırlar yazılırken Moskava’daki Şili Elçiliğine sığınan Erich Honecker’e beş aydır gidebileceği bir ülke bulunamamıştı.

§-4. Bu derin konuya daha fazla girmek istemiyorum. İnandığım birşey var : Her halk müstahak olduğu rejimle yönetilir. Müstahak olmadığı bir rejimi sonsuz bir süre kaldıramaz. Kendimiz sosyalist olduğumuz için, sosyalizmin ne kadar insanca bir yaşam biçimi olduğunu kavradığımız için, bir gayret etsek insanların da öyle isteyeceğini sanıyoruz. Oysa insanlar zorla mutlu edilmeyi bile istemiyor. İnsanlar sadece yaşamak istiyor. Bunun ötesi sürekli gelişen bir maddi sosyalist temeli gerektiriyor.

*

Tez 2 : Reel sosyalizm tarihsel nedenden dolayı çözülmüştür.

§-5. Burada önce yöntem üzerine bir açıklama getirmeliyim. Klasik ‘İç nedenler’/’Dış nedenler’ şeklinde bir problematik yerine başka bir problematik önereceğim. Çünkü iç neden/dış neden ayrımı günümüz dünyasında bir hayli buğulanmıştır. Bu önerdiğim problematik üzerinde çalışmalarım bitmiş değil, daha uzun bir yol var. Ama konunun bazı yönleriyle ilgili yeni görüşler getirdiğimi sanıyorum.

Çözülüşü içinde bulunduğumuz zaman ve mekandan anlamaya çalışmak yerine, hep birlikte bir “zaman makinasına” binip şöyle bir yüzyıl ileriye gitmeyi ve dönüp bugüne bakmayı öneriyorum. “Gelecek yüzyılın Sosyalist Bilim Akademisi’nin marksist tarihçileri bu çözülüşü acaba nasıl açıklayacaklar ?” diye düşünmeye çalışmak, çözülüşü tarihsel perspektifine oturtmaya çalışmaktır. Yoksa, Marks’tan alıp bugüne getirmek tarihsel perspektife oturtmak anlamına gelmiyor, tarihin bugünden başlayarak geriye uzatılması anlamına geliyor. Doğrudur, yanlıştır, demiyorum. Daha farklı bir yöntemdir, diyorum.

§-6. Sosyalist sistemin çökmesi ve Sovyetler Birliği’nin çözülüşü, insanlık tarihinin en önemli olaylarından biridir. Her önemli ve tarihsel olay gibi son derece karmaşık bir olaydır. Bu konuda yapacağım ilk uyarı, indirgemecilikten kaçınmamız gerektiğidir. ‘A’ olduğu için ‘B’ oldu gibi. Neden derken çözülüşün nedenini kastediyoruz. Birçok ‘neden‘ var. Daha doğrusu birçok ‘neden serileri‘ var. Bu seriler arasında birçok soyutlama düzeyinde ilişkiler var. Bütün metodolojik ayıklamalardan sonra bile hâlâ basit, çizgisel ve tek yönlü bir neden-sonuç zinciri, (yani her sonucun zincirin bir sonraki halkası için yeni bir neden oluşturduğu bir zincir) kurulabileceğini tahmin etmiyorum. Bütün bunların üstüne bir de verisizlik ve yanlış veriler biniyor. Onun için çok yönlü bir zincir modeli kurmak lazım.

§-7. Bu zincir modelinin kökünün bağlı olduğu birinci halka, başlangıç halkası, yani ana neden ya da daha doğru bir deyişle ana neden serisi, tarihseldir. Tarihten gelmiştir.

§-8. Bu tarihsel neden serisi içindeki birincil neden, kökteki neden, sosyalizme geçildiği noktada ülkedeki üretken güçlerin yeterince gelişmemiş olmasıdır. Ana neden serisini oluşturan ve seri özelliğinden ötürü birbiriyle içiçe giren bu tarihsel nedenler, bütününde, şunlardır : Sosyalizm ilk kez, üretken güçlerin yeterince gelişmediği, tarihin dinazor sınıfı köylülüğün ve ortaçağ geleneklerinin ağır baskısı altında, sosyal ve kültürel yapısı son derece geri, burjuva demokrasisini yaşamamış, sivil toplumu yeterince tanımamış, sosyo-kültürel kurumlaşması ilkel bir toplumsal formasyon üzerinde kurulmak zorunda kaldı. Bu seriyi yakından izleyen bir diğer seri de, o günkü tarihsel konjonktürdür. Uzun bir dünya savaşının sonucunda bitap düşmüş, kaynakları mahvolmuş, büyük nüfus kaybetmiş, açlık ve salgının kol gezdiği yenik ve emperyalist kuşatma altında bir ülkeden söz ediyoruz.

§-9. Bu iki seriyi birlikte, tarihsel neden olarak tanımlıyorum. Birinci seri sosyalizmin kuruluşunu neredeyse imkânsızlaştırırken, ikinci seri iki yönlü bir etki sergiliyor. Bir taraftan yine sosyalizmin kuruluşunu güçleştiriyor, ama öbür taraftan burjuvaziden iktidarın alınışını kolaylaştırıyor. Öznel faktör, konjoktürün yarattığı ve iktidarı alışını kolaylaştıran bu ikinci seriyi kullanarak iktidarını pekiştiriyor, ve 930’lu yıllarda bu ikinci serinin karşıt olumsuz etkisini aşıyor. İkinci seri artık sosyalizmin kuruluşunu güçleştiremiyor. İkinci Dünya Savaşıyla birlikte benzer bir süreç daha yaşanıyor, öznel faktör yine bu ikinci seriyi kullanarak iktidarını koruyup pekiştiriyor ve yine bu serinin ters yöndeki etkisini aşmayı başarıyor. Yani reel sosyalizm, tarihi boyunca, konjonktürle ilgili bu ikinci tarih serisini hem kullanıyor hem de yenebiliyor. Ama birinci seri için bunu söyleyemiyoruz. Birinci seri, konjonktürel dalgalara benzemiyor, uzun, büyük tarihsel çağların ürunü oluyor. İşte reel sosyalizm bunu yenemiyor. Reel sosyalizmin bütün tarihi bu birinci seriyle boğuşmanın tarihidir. Üstelik, ikinci serinin aksine, bu birinci seri içinde ‘sosyalizmi derinleştirerek iktidarı pekiştirmek’ yolunda kullanılabilecek hiçbir unsur yok. Bu birinci seri tek yönlü ve sosyalizme karşı işliyor. Örneğin, Stalin sosyalizmi faşizmin elinden kurtarmak için yığın mobilizasyonunda çarlık Rusyasının simgelerini kullanıyor. Bu örneğe birazdan başka bir bağlamda yime değineceğim. Ancak ve ancak bu ilkel yöntemler sayesinde ilkel köylü yığınlar mobilize olabiliyor, sosyalist iktidar kurtuluyor, ama sosyalist bilinç yara aldığı için sosyalizm sığlaşıyor. Kısacası, iktidarı kurtarmak-korumak-pekiştirmek uğruna bu birinci seriye verilen her taviz, dönüp o iktidarın tarihsel misyonunu vuruyor. Birinci seri hep sosyalizme karşı işliyor. Tarih, Rusya kesitinde en büyük adımlarıyla yürürken sosyalizmin “düşmanı” oluyor.

§-10. Kuracağımız zincir modelinin diğer serileri sürekli biçimde tarihsel nedenle etkileşiyor.

§-11. Tarihsel neden serisi içindeki nedenlere bakalım. Üretken güçlerin yeterince gelişmemiş olması, nicelik ve nitelikte yetersiz üretim anlamına geliyor. Sosyalizm, çok azın paylaşımının örgütlenmesini getiren bir ekonomik deformasyona uğruyor. Tarihsel neden bir ekonomik sonuç serisi doğuruyor. Bu ekonomik sonuç serisi, zincir modelin bir sonraki halkasının ekonomik neden serisine dönüşüyor. Bu ekonomik neden serisi içindeki her nedende, tarihsel nedenin izdüşümünü görebiliyoruz. Köylülük sosyalizm istemiyor ve mülkiyetin yaşaması için sosyalist ekonominin temelini dinamitliyor. Sosyalizmi inşa çabası içindeki en yetkin yönetici kadroları bile koşullandırıyor, onların ufkunu eski toplum kalıntısı eğilim ve yöntemlerle sınırlıyor. Geri sosyal ve kültürel yapı, gelişmemiş sivil toplumla birlikte, ekonomik karar alma sürecine yığın katılımı yönünde alttan bir baskının oluşmasını da nesnel olarak engelliyor. Burjuva demokrasisinin yaşanmamış olması, yine ekonomik karar alma sürecinde hiçbir denetleyici siyasi unsurun olmamasını getiriyor. İlkel sosyo-kültürel doku bürokratik deformasyonu körüklüyor. Kişiyi putlaştırıyor ve ekonomik gelişmeyi getirip bu puta bağlıyor. İlkel toplumsal formasyon, ekonomik entegrasyonu engelliyor. O günkü tarihsel konjonktürel neden serisi de hem üretken güçlerin gelişimini yavaşlatıyor, hem kaynak israf ettiriyor, hem de bürokratik deformasyon yönünde baskı oluşturuyor. Ve bunun gibi…

§-12. Hiç bilinmeyen bir alanda teoriyi oluşturmak, tarihin bu acımasız baskısı altında sosyalizmin ekonomi politiğini kurmak, birkaç insanın omuzuna, entellektüel ve politik kapasitesine kalıyor. Teoride olması gerekenin bilinmediği bir ortamda ve tarihin bu baskısı altında, teorinin her alanında deformasyondan başka bir sonuç pek normal bir sonuç olmazdı. Yine de alınan somut sonuç göz kamaştırıcı bir sonuçtur. “Anormal”e yakın, yani ekonomi politik alanındaki teorik deformasyonu neredeyse kabul edilebilir sınırlar içinde kalmış bir sonuçtur. Stalin, entellektüel kapasitesiyle değil ama sınıf sezgisiyle ve örgütçülüğüyle, ekonominin reel hastalıklarını en düşük bir düzeye indirmeyi başarmıştır. Stalin’in büyüklüğünü ve tarihteki nesnel rolünü, açık söylüyorum, bilimsel formasyonu “allah vergisi” gibi gören günümüz devrimcilerinin anlayabileceğini sanmıyorum. Her zamanki gibi çoğunluktan bahsediyorum, bir azınlık her zaman vardır. Zaten gelecek yüzyılın sosyalizmi kurmuş devrimcileri dururken, bütün politik pratiklerini yıkma eylemi içinde kazanmış bugünün devrimcileri kalkıp Stalin’i nesnel planda anlasalardı, Stalin’in tarihsel kalibresinden ve tarih içindeki ömründen kuşku duyardım. Fazla da dışardan anlatmaya çalışmamak lazım. Çünkü anlamaları, teorinin yüksek konularına girebilecek ölçüde kendilerini geliştirmeleri gibi kişisel bir zahmeti gerektiriyor. Önce bu zahmetin gerekliliğini algılayacaklar, sonra da bu zahmete katlanacaklar.

§-13. Bu ekonomik neden serisi üstüne de, bunun ve tarihsel neden serisinin bir sonucu olarak, bir politik neden serisi geliyor. Azı paylaştırmak, bu geri temelden sosyalist birikime geçmek vb sınıf savaşını keskinleştiriyor, partinin içine taşıyor. Politika oluşturmak hep tersinden işleyen bir süreç oluyor. Politika, hep bir şeye “karşı durmak”, bir şeye “karşı tedbir almak”, iktidarın güvencesini “sağlamak”, ittifakların çözülmesini “önlemek”, bir “sorunu çözmek”, bir “badireyi aşmak”, bir darboğazdan “kaçmak”, düşman sınıfa “tepki göstermek” vb. şeklinde olumsuzundan oluşturuluyor. Ve bütün bu süreç, burjuvazinin dünya çapındaki hegemonyası altında, askeri tehdidi altında, emek için hep olumsuz konjonktürlerde yürüyor. Hangi sınıfın temsilcisi olursa olsun, hiçbir iktidar, uzun bir dönem içinde ele alındığında, gücünden azını kullanmaz.

Bu serideki nedenlerden biri olan askeri neden ise emperyalizme yenilgi anlamına geliyor. Reel sosyalizmin çözülüşünde bu askeri yenilgiyi göz ardı edemeyiz. Çok önemlidir. Eğer “Yıldız Savaşları” projesi olmasaydı, Sovyet rejiminin çözülüşü daha onyılları bulan uzunca bir sürece yayılabilirdi. Bu projenin gerçekleşmesi, sosyalizmin silâhlanma yarışını kaybedeceği anlamına geliyordu. Bütün silâh sistemleri uzaydan vurulduğu anda sosyalist sistem tümüyle silâhsızlanmış oluyordu. Buna yanıt verilemedi. Hem kaynak açısından hem de birikim açısından…Sosyalizm beyaz bayrak çekip teslim oldu. (Bu konu daha önce işlendi. Bknz C. Adalı ‘Kapitalizmin Düğümleri’ Sorun Yay.,1991. s.22-23). “Yıldız Savaşları” projesinin sonunda uygulamaya sokulmamış olması bir şey değiştirmiyor. Çünkü bu ana proje sayesinde geliştirilen binlerce yan projeden çoğu gerçekleştirildi ve devreye sokuldu (Örneğin patriot füzeleri, Yıldız Savaşları projesinden türedi).

§-14. Oportünist eğilimli çapsız bir liderlik, politik serideki bütün nedenleri azdıran, yaraya tuz biber süren bir politik neden oluyor. Yani bu zincir modelinin en son halkası öznel neden oluyor. Gorbaçofların dünya tarihi içinde daha büyük bir rol oynamaya çapları yeterli değildir. Tarih içindeki ölümleri, politik ölümlerinden daha hızlı olacaktır.

§-15. Sonuçta şunu söylüyorum. Reel sosyalizmin kuruluşunu, doğuşundan günümüze kadar, Marks, Engels ve Lenin’den oluşan ve her kararı “tanrı” kelâmı olarak kabul edilen üç kişilik bir politbüro gerçekleştirmiş olsaydı bile, muhtemelen bugün ulaşılan sonuçtan çok daha farklı bir sonuç ortaya çıkmazdı. “Bu denli güçlü bir öznel faktörün varlığı, reel sosyalizmin ömrünü daha uzatırdı” demek bile mümkün değildir. Bu üçlünün teoriye sadakatleri nesnel bir veri olarak kabul edilse bile. Şöyle bir soru akla gelebilir : O zaman neden Gorbaçof’a hain diyoruz ? Nesnel süreç nereye doğru giderse gitsin, iktidarı elinde tutan kadro, çözülüşe karşı duracak, bunalıma sosyalizm içinde çözüm arayacak yönde bir irade kullanmakla yükümlüdür. Bu noktada başarabilir miyim, başaramaz mıyım diye düşünülmez. İşte, bu yükümlülüğü yerine getirmek bir yana, iktidarı, dizginleri elinden kaçırdığı noktaya kadar kapitalizme yumuşak geçişi örgütlemek için kullanması Gorbaçof’u hain yapıyor. Çünkü iktidarı kendisi istemiştir ve almıştır. Yani Gorbaçof SBKP’nin alınyazısı değildi. Gerileyen sürecin hiçbir noktasında istifa etmeyi de düşünmemiştir. Aksine, koltuktaki varlığıyla parti içinde başka tür çözümlerin üretilmesine de aktif biçimde engel olmuş, sol odaklaşmalara fırsat vermemiştir.

§-16. Bir başka soyutlama düzeyinde, reel sosyalizmde politikalar, tarihsel faktörün baskısına ve bu baskısının başka bir düzeyde ilişkilendiği ekonomik sorunlara en kolay çözümler şeklinde üretilmiştir. Nehirlerin en kolay yoldan denize akması gibi, politik enerji de nesnel olarak en kolay yolu izler.

§-17. Devrimcilerin büyük çoğunluğunun vurguyu öznele vurduğu bir kesitte vurguyu nesnele, yani gerçek çözümlerin saklı durduğu noktaya taşımanın doğru olduğunu düşünüyorum.

*

Tez 3 : Reel sosyalizmin çözülüşünden doğan en büyük tehlike, marksizmin devrimci işlevselliğinin kaybolması tehlikesidir. En ciddi tehdit ideolojik tehdittir.

§-18. Geliştirilmeyen teoriyi, geliştirileceği güne kadar buzlukta saklamak diye bir olanak yoktur. Geliştirilmeyen teori ölür. Bugün marksizm-leninizm, her yanını yaban otlarının, parazitlerin, böceklerin sardığı, toprağının mineral bileşimi yarım asırdır giderek kötüleşen ve cahil, oportünist bahçıvanların eline bırakılmış bir bahçedir. Reel sosyalizmin çözülüşüyle bu bahçenin üstünden bir de sel geçmiştir. Bu bahçe artık ürün veremez bir duruma geliyor. En acil, ciddi ve ana tehdit budur. Marksizm, metniyle ruhunun diyalektik bir bütünüdür. Metnine yönelen tehdit esas ruhunu hedefliyor. Bu devrimci ruhu çok çok uzun bir dönem için kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyayız.

§-19. Önce bu kaosun içinde hâlâ en sağlam duranı, marksist yöntemi kurtaracağız. Çünkü gerisini bu yöntem sayesinde kurtaracağız. Reel sosyalizmin çözülüşünün getirdiği çok olumlu bir sonuç da var : Teorinin önündeki engel kalktı.

§-20. Tez 2’de, reel sosyalizmin çözülüşüne yaklaşımla ilgili olarak ana hatlarını verdiğim problematik şunu kanıtlıyor : Reel sosyalizmin çözülüşü Marksizmi çürütmüyor aksine doğruluyor. Marksizm, üretken güçlerin gelişkinliğini, komünizme geçiş sürecinin nesnel önkoşulu olarak veriyor. Yani, bizim çözülüşle ilgili nedenleri ilişkilendiren zincir modelimizin daha birinci neden serisinin başlangıç halkasıyla ilgili şartın yerine getirilmediği bir ülkede sosyalizmin çözülüşü, –bu çözülüşü marksizme bağlayanlara soruyoruz–, nasıl oluyor da marksizmi çürütüyor ? Örneğin, sosyalizmin ağır endüstri kurmak, ya da ekonomiyi entegre etmek gibi bir görevi mi olurmuş ? Teoride bunlar zaten var kabul ediliyor. Bir pratiğin özelinde olmaması, genel teoriyle değil, o özelin nesnel tarihsel durumuyla ilgili. Genel soyuttan özel somuta şıp diye teorik geçiş yap, sonra tut o özel somuttan geriye genel soyuta deneyimsel düzeyde geri geçiş yap, ondan sonra dön “genel soyut, teorik düzeyde yanlışmış” de. İşte devrimciliği bırakanlar, burjuva kalemşörlerin bu şarlatanlığını göremeyenlerdir.

§-21. Toparlarsam, marksist teori bilimsel bir tez getiriyor. Bu tezin geçerli olduğu önkoşulu koyuyor. Sonra tarihsel bir pratik ortaya çıkıyor ve bu pratik o önkoşula sahip değil. Tarihsel pratik somutta çözülüyor. Nedenleri arasında öne sürülen bilimsel tezle bağlantılı teorik bir neden yok. Yani bu çözülüşün, marksist teorideki soyut önermede ifadesini bulan teorik bir gerekçesi yok. Tam aksine, teoride olan bir şey bu pratikte yok. Bunun üzerine kalkıp, “Marksizm haklı çıktı” demiyorlar da “Marksizm öldü” diyorlar. Burjuva entelektüelleri demagojilerini, sınıfsal konumlardan yapıyorlar.

§-22. Daha da önemlisi, bu problematiğin mantığı, başka yanlış bir problematiğin önünü kesiyor, teoriyi geliştirmenin önünü açıyor. Bu yanlış problematik, çok yaygın rastlanan bir problematik : “Sosyalizm politik nedenlerle tepeden çözülmüştür. Diğer bütün nedenler ikincildir, bu nedene bağlıdır ve onun etrafında örülmüştür.”

Sosyalizmin tüketim araçları konusunda eksiğinin kalmadığı bir dönemde tepeden çözüldüğü şeklindeki bilim dışı iddialarla gelen Yalçın Küçük, sosyalizmin çözülüşünü bu dünyada en az anlayanlardan birisidir. Çünkü bu reel dünyayı en az anlayanlardan birisidir. Ekonomik nedenleri dışlayan iddialarını, CIA raporlarının Sovyet ekonomisiyle ilgili değerlendirmelerine dayandırıyor. CIA raporları, Sovyet tüketim sektörünün çok güçlendiğini yazıyor. Küçük’ün yaptığı doğru bir şeymiş gibi gözüküyor : “Düşmanın seni nasıl görüyor, ona bak ne olduğunu anla” türünden basit bir mantık. Bunun öznel bir değerlendirme olduğunu, onun yerine bağımsız bir nesnel değerlendirmenin daha bilimsel olabileceğini düşünmüyor. Nitekim, Küçük, CIA raporları üzerine teori inşa ederken ABD’de, CIA’nın bu değerlendirmeleri üzerine kıyamet koptu. Kongre’de CIA hakkında soruşturma başlatıldı. Yeni atanan CIA başkanının suyunu çıkardılar. Gerekçe şu : CIA’nın sosyalist sistem ve Sovyetlerle ilgili istihbarat faaliyetlerine dünyanın kaynağı, milyarlarca dolar harcanmıştır. Buna karşılık CIA, sosyalizmin çözülüşünü önceden görememiştir, son ana dek yönetimi uyaramamıştır. Sovyetler konusunda hiçbir tahlili tutmamıştır. Bu konuda ABD yönetimine beş kuruşluk bir faydası olmamıştır, yönetimi bu denli önemli bir konuda bir sürprizle karşı karşıya bırakmıştır. Oysa sıradan üniversite profesörleri, günlük gelişmeleri izleyerek koskoca CIA aygıtından çok daha gerçekçi sonuçlara ulaşabilmiştir. CIA, o üniversite profesörlerine bile ulaşamamıştır. Bunun nedeni de, CIA’nın Sovyet ekonomisi ve özellikle tüketim sektörü konusunda yıllardır ABD yönetimine verdiği aşırı abartılı raporlardır. Bu raporlarda Sovyet ekonomisi çok sağlam ve sorunsuz olarak gösterilmiştir.

Kongre bunda kasıt aradı. Sovyet ekonomisini olduğundan çok daha güçlü göstermekle CIA, ABD askeri-endüstriyel kompleksine, yani devletle içiçe geçmiş büyük silâh tekellerine ve silahlanma yarışını hızlandırmaya hizmet etmiştir, dendi. Ama sonunda bu yarış ABD’nin işine geldiği için, ve silâh tekellerinin kârlarına kâr kattığı için, CIA’yla ilgili soruşturma sonuçsuz bir biçimde sona erdirildi. Kongre’nin demokratik denetiminde de böyle bir sınır var, eninde sonunda burjuva demokrasisidir. Bizim için önemli olan bu soruşturma değil, CIA’nın Sovyetler konusunda yıllardır abartılı raporlar hazırlamış olduğu gerçeğinin ABD Kongresince tescil edilmiş olmasıdır. Küçük bu soruşturmadan haberi olmaksızın CIA raporlarını kullanmışsa yanlış yapmıştır. “Filanca düşman şöyle değerlendirme yaptı” (öznel) “öyleyse gerçek şudur” (nesnel) şeklinde bir yöntem bilim dışıdır. Konu kendi içinde ve nesnel düzeyde incelelenmelidir.

Yineliyorum. “Sosyalizm politik nedenlerle tepeden çözülmüştür.”, yani “izlenen politik çizgi ve bu çizgiyi üreten kadrolar tutup sosyalizmi tepeden çözmüştür”, problematiği yanlıştır. Sosyalizmin çözülüşünü politik nedenlere bağlayanlar arasında başkaları da var : bir kısım Troçkistler, son Maocular gibi. Bu problematik, elitizmi marksist politik dinamiklere bulaştırmaya çalışan subjektif idealist bir problematiktir. Yanlış sorular üretir : Sosyalizm politik nedenlerle çözüldüyse, bu marksizm nasıl bir “berbat” teoridir ki, pratiğe her uygulandığında (Sovyetler, diğer sosyalist ülkeler, Çin, Vietnam ve diğerleri) bir aşama geliyor hep oportünist bir çizgi ve oportünist bir kadro üretiyor ? O zaman sakın oportünizm, marksizmin özünde varolan bir bileşen olmasın ? Tarihsel deneyime göre bir gün nasıl olsa bu oportünizm çıkacak ve kurduğumuz sosyalizmi çözecekse, niye uğraşıyoruz ? Bu nasıl bir berbat teoridir ki, kalıcı ve tutarlı bir politik ifade biçimi bulamıyor ? Nasıl bir teoridir ki, bırakalım yolumuza ışık tutacak devrimci rehberliği, kendi adına toplumu değiştirecek öznel faktörü geri dönüşsüz bir biçimde değiştirmekten bile acizdir ? Nasıl bir teoridir ki, bir uygulandığında bütün ikazlara ve 20 milyon ölüye ve yetmiş yıl emperyalizmin tehdidi altında yaşamasına rağmen, birkaç yüz devrimciye karşılık milyonlarca oportünist, revizyonist, reformist, dönek, hain vb. üretiyor ? İşin kötüsü, nasıl oluyor da kırk yıldır kendini komünist olarak gören ve bütün politik formasyonunu komünist partisi içinde alan bir yönetici bir günde en azılı burjuva politikacısı oluveriyor ? Bunlardan bir iki tane olsa önemli değil. Yüzbinlerce, milyonlarca kadrodan sözediyoruz. En çarpıcı bulduğum örneği vermeden geçemeyeceğim. Sovyetler Birliği’nin resmi ölümünde son darbeyi vuran Ukrayna’nın milliyetçi yeni devlet başkanı Leonid Kravçuk, daha geçen ağustostaki darbede bile tarafsız kalmış, darbecilere karşı tavır koymamıştı. Üstelik yıllarca, darbenin dağıldığı güne kadar, Ukrayna Komünist Partisi Politbürosu’nun ideoloji ve propaganda bölümü sorumlusuydu. Bir günde milliyetçi kesildi. SBKP’nin örgütsel, politik ve ideolojik dejenerasyonuna vurguda, lütfen kantarın topunu kaçırmayalım.

§-23. SBKP, 16 milyonluk bir mafia örgütü değildi. Üye çoğunluğu işçiydi. Milyonlarca temiz insanı bağrında topluyordu. Gerici Yeltsin bile, partinin, üyelerine ve bu üyeler kanalıyla topluma, dayanışma, bölüşme, yoldaşlık gibi bir takım insani değerler, birtakım yüce idealler taşıdığını, başka sözcüklerle de olsa itiraf etmiştir. Kişisel çıkar için partiye yönelenler hiçbir zaman partileşmede ana eğilimi oluşturmadı. Bu temiz insanların, parti yaşamlarının bir aşamasında canavarlaştığına inanmıyorsak, başka türlü bir çerçevede düşünmek zorundayız. Olup bitenleri, marksizm-leninizminin dışında ve ona yabancı bir şeymiş gibi değil, marksizm-leninizmin bir uygulama biçiminin ve bir uygulama zorunluluğunun doğal sonucu olarak görmek mecburiyetindeyiz. Teoriyi, o teorinin başka bir yorumu ya da başka bir teori sınayamaz. Teoriyi ancak kendi pratiği sınayabilir. Hepimiz hep bunu iddia ettik ve doğrudur. Çünkü marksizmin kendi iddiasıdır.

§-24. Bir de üst yönetim tarafından bakalım. 70 yıldır sosyalizmin kumanda köprüsündeki bütün kadrolar, ihanetin doruklarında dolaşan Gorbaçof dahil, pratiklerini hep marksizm-leninizmin üstüne oturttuğunu iddia etti. “Yok, onlarınki gerçek marksizm-leninizm değildi. Gerçek marksizm-leninizm bizim dediğimizdir” demek işin kolaycılığına kaçmaktır. Tekrarlıyorum. Bir teorinin ancak pratikte sınanabileceğini söyleyen teorinin kendisi. Teorisiyle pratiğinin bir bütün oluşturduğunu söyleyen de teorinin kendisi. Yani bu pratiği kendisinin bir parçası haline getiren de teorinin kendisi. Bu durumda, “Onlar yanlış yaptı. Teori doğrudur, yanlış uygulanmıştır” demek, hem metodolojik açıdan yanlış, hem de hiçbir şeyi, özellikle gelecekte ne yapabileceğimiz sorusunu yanıtlamıyor. Kabaca söylersek, bizim doğru uygulayacağımızın garantisi ne ? Hadi biz uyguladık diyelim, bizden sonrakilerin doğru uygulayacağının garantisi ne ? Bunu işçi sınıfı da çok iyi seziyor. Biz, olanları anlamak için bu yanlış problematiği dayattıkça, işçi sınıfının da aklına ilk bu tür sorular geliyor. İçinden “Sen geleceksin de ne halt edeceksin?” diyor. Çünkü doğru bir teorinin uygulamasının yanlış veya doğru olduğunu söyleyebilmek için, başka türlü bir uygulama önermek yetmiyor. Bu başka tür uygulama önerisini yaşama geçirmek gerekiyor. Bu, teorinin gereği. Teoriyi uygulama konumuna gelmeyi başarmış, reel bir sosyalizm kurmada yetki ve sorumluluk almış olanların marksizm-leninizm adına yaptıklarını da, bizce marksizme-leninizme ne kadar uzak olursa olsun, teorinin olası uygulamalarından bir tanesi olarak görmek zorundayız. Yani, bugün için teorinin ana gövdesi dışına çıkaramayız. Beğenmediğimiz o uygulama, doğru teoriden çıkmıştır. Yarın Türkiye’de öyle bir sosyalizm kurarız ki, geri dönüp “Rusya’daki bir sapmaydı, doğru uygulama budur” diyebiliriz. Ama o güne kadar, reel sosyalizmin çözülüşünü bu yanlış problematik içinde anlamamıza olanak yoktur.

§-25. Benim önerdiğim problematikte, yukarıda paragraf 22’de sıraladığım sorular anlamsızlaşıyor. İşin içinden marksizmin özünü mıncıklamadan çıkmak lazım. Reel sosyalizmin çözülüşündeki teorik anlayışsızlıklarını örtbas ederek küçük kariyerlerini kurtarabileceklerini sanan sözde “teorisyenler”, yığınların bilinçaltına bu tür yanlış soruları sızdırıyorlar.

*

Tez 4 : Ekim devrimi, tarihsel olarak baktığımızda, erken gelmiş bir devrimdir. Bu gerçek, Ekim Devriminin zorunluluğunu ortadan kaldırmıyor.

§-26. İnsanlık tarihinin bütünü içinde baktığımızda, Ekim Devriminin erken gelmiş bir devrim olduğunu görüyoruz. Yetmiş yıl gibi hiç de azımsanamayacak bir aradan sonra çözülmesi, bu değerlendirmeyi doğruluyor. Nesnel realite çoktan hazır, ama insanlık bir bütün olarak felsefi anlamda sosyalizme henüz “layık” değil. Yeterince acı biriktirmediği anlaşılıyor.

§-27. Buradan eski menşevikler ve günümüzdeki burjuva ideologları “Ekim devrimi yapılmamalıydı” sonucunu çıkarıyorlar. Bu yanlıştır, politikanın ana ilkesiyle çelişiyor : “İktidarı alma olanağı doğarsa o iktidar alınır“. Bu ilkenin marksizmle, leninizmle bir ilişkisi yok. Sınıflı toplumların binlerce yıllık tarihinden süzülüp gelmiş bir ilke. İktidar kapıya gelmiş ve sen onu almıyorsan, tarih seni, elin titrediği için almayı reddettiğin o iktidarın sahiplerine yamıyor, tarih sana giderek onların politikalarının bir parçası olma cezasını veriyor. Politikada boşluk yoktur. Değil 70 yıl için 7 dakika için bile olsa iktidar alınır. Kısacık bile sürse, böyle niteliksel bir değişimi o tarihsel anda yapabiliyor olmak, vurup devirebilme yeteneğini kazanmanın, yani gelecekteki iktidarın tek garantisidir.

§-28. Görünen ve görünmeyen sonuçları ne olursa olsun iktidarı alacaksın ve düzenini kuracaksın. Zaten tarih kapıyı bir parmak kadar ve bir dakikalığına aralıyor. Girdin girdin, girmedin girmedin. Girmezsen eğer, kapıyı bir daha yüzüne yüz kilitle kilitliyor. Bu kapıdan geçersem ne olur, geçsem mi geçmesem mi ? gibi sorular yok. Önemli olan o kapıdan geçebileceğini tarihsel olarak kanıtlaman. Gerisi tarihin ikinci momentleridir.

§-29. Lenin Rusya Komünist Partisi’nin (Bolşevik) 27 Mart-2 Nisan 1922 günleri arasında yapılan 11. Kongresinde okuduğu Merkez Komite Raporunda çok ama çok önemli bir şey söylüyor. Bu pasaj, TEHLİKELİ BİR KONJONKTÜRE DOĞRU’ başlıklı yazıdaki (SORUN BSD Sayı 16 Mayıs ’90, s.32) şu fikrin : “Ama o güne kadar bu denge, emek/sermaye dengesi, oynak kalacaktır. İleri gelip giden, ama hep geçici bir noktada kurulacaktır. Ancak bu geri kayışın tarihsel bir sınırlılığı vardır. Dünya hiçbir zaman 1917 Ekimi öncesine dönemez, isterse yeryüzünde bir tek sosyalist insan kalmasın. Ekim devrimi dünya işçi sınıfının kollektif bilinç altına yerleşmiştir, sökülüp atılması nesnel olarak imkânsızdır.”, ve de “Kapitalizmin Düğümleri” kitabının 15. sayfasındaki “Ekim Devriminin en derin anlamı ve, geri kaybedilmesi nesnel olarak imkânsız olan tarihsel kazanımı da burada yatıyor. Yani yapılmış olmasında yatıyor.” şeklinde formüle edilen fikrin altında yatıyor. Lenin’in derin felsefi anlamı olan bu pasajını ve bu pasajın mantığını ilerde de defalarca kullanmayı düşünüyorum. Yani bu alıntıyla çok derinden inandığım bir şeyi söylüyorum.

§-30. Lenin şöyle diyor : (V.İ. LENİN, Tüm Yapıtları, İng basım, Cilt 33 sayfa : 301-302. Pasajı kendi arşivimdeki çevirimden veriyorum)

“Rus devrimiyle elde edilen kazanım geri dönüşsüzdür. Dünyada hiçbir güç bunu silemez ; aynı şekilde dünyada hiçbir güç Sovyet devletinin yaratılmış olduğu gerçeğini de silemez. Bu tarihsel bir zaferdir…Yönetim aygıtımız bozuk olabilir ; ama icadedilen ilk buharlı makinanın da bozuk olduğu söyleniyor. Hatta hiçkimse bu ilk makinanın çalışıp çalışmadığını bilmiyor ; ama önemli olan nokta bu değildir ; önemli nokta buharlı makinanın bulunmuş olmasıdır. İlk buharlı makinanın hiçbir işe yaramadığını varsaysak bile, somut gerçek, bugün artık buharlı makinalara sahip olduğumuz gerçeğidir… Yönetim aygıtımız çok bozuk olsa bile, onun yaratılmış olduğu gerçeği değişmez ; tarihin en büyük buluşu yapılmış…proleter tip bir devlet yaratılmıştır…Elde ettiğimiz büyük ve geri dönüşsüz kazanım budur.”

§-31. “Ekim Devrimi yapılmalı mıydı ?” sorusu, “ilk buhar makinası icadedilmeli miydi ?” sorusu kadar boş bir sorudur. Yöntem dışıdır. İlk buhar makinasını icadettiren neden, onun mutlaka çalışacağı varsayımı değildir. Birtakım nesnel koşullar ve bilgi birikimi öyle bir noktaya ulaşmıştır ki, artık üretimin ihtiyacına yanıt olabilecek bir makina fikri ete kemiğe bürünmeye başlamıştır. Ekim Devriminde de aynen öyle. İşçi sınıfı hareketi ve konjonktür öyle bir noktaya ulaşmıştır ki, artık tarihin ihtiyacına yanıt olabilecek bir devrim fikri reel bir olasılık halini almıştır. Yani, Ekim Devriminin yapılışının arkasında, bu devrimle başlayan süreç içinde mutlaka sosyalizmin kurulacağı ve giderek komünizme geçileceği şartı yoktur, bu yönü saptayan devrimci bir varsayımdır. Sadece sovyet proletaryasına değil bütün dünya proletaryasına bağlı bir gelişmedir. Tek ülkede komünizm diye bir şey olamaz. Ama bu durum, Ekim Devriminin tarihsel önemini hiçbir surette azaltmaz. Hiçbir şekilde onu yerel bir olay düzeyine de indirgemez.

§-32. 1848 devriminde işçi sınıfı ilk kez ciddi çok ciddi bir biçimde burjuvaziyi yokladı. İktidarı neredeyse aldı. Bu ilk hücum sayesinde 1871’de proletarya iktidarı aldı ve Paris Komünü 72 gün yaşadı. 1917’de iktidar yine alındı. Bu kez 74 sene sürdü. İktidar gelecek sefere, belki de sonsuz bir süre için alınacak. Bunun başka bir yolu da yok. Böyle iktidarın üstüne dalga dalga geleceksin, iktidarı alacaksın, vereceksin, alacaksın, vereceksin ve bir gün nihayet alacaksın vermeyeceksin. En sonunda verdiğinden bir fazla sayıda almış olacaksın. Proletaryanın kapitalizme saldırısını, bir kaleyi kuşatan büyük bir ordunun en ileri unsurlarının koltuklarının altında ağır bir demir koçbaşıyla o kalenin kapısına yüklenişlerine benzetiyorum. Geriliyorlar ve koşmaya başlıyorlar. Koçbaşı zırhlı kapıya iyi bir bindiriyor ama parçalayamıyor. Bu arada koçbaşını tutanlardan bazıları ölüyor, yaralanıyor. Hız almak için tekrar geriliyorlar, menteşelerini hırpaladıkları kapıya yeniden bir yükleniyorlar. Yeniden geriliyorlar, bu sırada kalenin içindekiler menteşeleri tamire çalışıyor. Koçbaşı koşar adım yine geliyor vb. Bir seferinde mutlaka kapı parçalanacak, kaleye girilecek ve yerleşilecek. İşçi sınıfı böyle dalga dalga yüklenip çekiliyor. İktidara yumruk gibi ani itkiler seklinde saldırıyor, hem iktidarı alışı hem de verişi, tarihin en önemli olayları oluyor.

§-33. Eminim hem 1848’deki hem de 1871’deki yenilgilerden sonra, bugünkü moral bozukluğunun on katı yaşandı. “Olacak iş değil”, dendi, günün devrimci fikirleri toplumdan soyutlandı vb.

§-34. Ne yapalım, tarihin determinist yürüyüşü büyük zigzagların yanısıra büyük gelgitler de çiziyor. Bütün bunlara üzülmeye hakkımız var, ama bu üzüntümüz “konjonktürel” kalmak zorundadır, bir med-cezir aralığından fazla üzülünmez, bu üzüntümüze “tarihsel” bir boyut eklemeye hakkımız yok. Sosyalizmin tarihsel olarak şansının olmadığını düşünmek, sosyalizme çok öncelerden beri hiç inanmamış olmayı gerektiriyor.

§-35. Ben ise, hele son yılların yoğun verileri ışığında, reel sosyalizmin nasıl olup da yetmiş küsur sene yaşayabildiğine hayret ediyorum. Ve her türlü eksiğine, hatasına rağmen yetmiş küsur sene yaşamış olmasına seviniyorum. İyi özümseyebilirsek gelecek devrimler için bize çok iyi bir deneyim hazinesi bıraktı. Bu miras tarihseldir, marksizme verdiği prestij kaybından çok daha kalıcıdır ve çok daha önemlidir.

*

Tez 5 : İktidarın burjuvaziden alınmasıyla sosyalizmin kuruluşu birbirini otomatik olarak izlemez.

§-36. Bu tez, Tez 4’e yakından bağlıdır. Onun mantıksal uzantısıdır. Devrimi yapmak ve sosyalizmi kurmak kafamızın içinde birbirini otomatikman izleyen iki halka olarak duruyor. Yani yığınları devrime sürükleyen kadro sosyalizmi de kurar. Hayatın içinde böyle birebir bir ilişki yok, ve bu iki eylem neredeyse taban tabana zıt denebilecek iki ayrı kadro niteliği istiyor.

§-37. Aynı pasajda Lenin şöyle devam ediyor : “Ama bizim için, Komünist Parti üyeleri için bu, yalnızca kapının açılması anlamına geliyor. Şimdi sosyalist ekonominin temellerini döşemek göreviyle karşı karşıyayız. Bu yapıldı mı ? Hayır, yapılmadı. Sosyalist bir temele hâlâ sahip değiliz. Bunu yaptığımızı düşünen komünistler büyük bir yanılgı içindedir. Bütün sorun, Ekim devriminin verdiği tarihi hizmetle, çok kötü yaptıklarımızı, henüz yapamadıklarımızı ve daha defalarca yeniden yeniden yapmamız gerekenleri kesin, açık ve soğukkanlı bir biçimde ayırdetmektir.” (abç)

§-38. Görüyoruz, Lenin, yapılmış bitmiş Ekim Devrimi’yle sosyalist inşanın arasına bir ayırım çizgisi çekiyor. Bunu parti kongresinde MK raporunda okuduğuna göre kadrolarla ilgili ciddi bir sorun var. Öyle anlaşılıyor ki, Ekim Devrimine katılmış devrimciler, aradan neredeyse beş yıl geçmiş olmasına karşın hâlâ devrimin “rehavetinden” kurtulmuş değiller. Devrim oldu diye sosyalizm de kuruldu sanıyorlar. Sosyalist inşanın, devrim eyleminden apayrı bir şey olduğunu farketmiyorlar. Yıkabilen-yokedebilen devrimcinin aynı zamanda ve otomatikman yapabilen-varedebilen bir devrimci olacağını düşünüyorlar. Özel bir zahmete girip kafalarını yeni aşamaya göre değiştirmeleri gerektiğini onlara Lenin hatırlatıyor.

§-39. Aynı raporda Lenin, komünistlerin denizde bir damla olduğunu, sosyalizmi kendi başlarına, yığın mobilizasyonu yapmadan kurmayı hayal etmemelerini de söyluyor. Devrim eylemiyle sosyalist inşanın arasındaki uçurumu daha kendisi algılamamış bir devrimci, nasıl olup da yığınları sosyalist inşa yolunda seferber edecek ?

§-40. Kadro düzeyinden çıkıp, bir de toplumsal düzeyde bakalım. Sosyalizmin maddi temellerinin gelişmesi ve komünizme giden süreç, kapitalist bilincin toplumdan tasfiye olduğu süreçtir. Bu ikisi karşılıklı etkileşim halindedir.

§-41. Tarihsel nedenlerin dayanılmaz baskısı altında geri bir Rusya’da sosyalizmin inşası başlıyor. Bu sosyalist inşayı gerçekleştirmek ve derinleştirmek için proletarya’nın önünde birbirinden büyük ölçüde bağımsız iki sorun var :

  1. İktidarı korumak ve pekiştirmek,
  2. Sosyalist bilinci derinleştirmek.

Bu ikisi birbirinin doğal ve mantıksal tamamlayıcısı değil, hatta tarihsel nedenden dolayı, somutta çok sık çelişen durumların ortaya çıkmasına neden oluyorlar. Bir iki sıradan örnek vereyim. Biri iç düşmanla öbürü dış düşmanla ilgili. Bir kere en önemlisi NEP dönemi var. Parti ülkede kapitalizmi örgütletiyor. Zorunlu olduğu için. İktidar korunuyor ama toplumda sosyalist bilinç yara alıyor. İkincisi, faşizm Sovyetler Birliği’ne saldırıyor. “Sosyalizmin dünyadaki kalesini savunmak”, “Sosyalizmin anayurdunu savunmak” sloganlarının belirlediği çizgide yürütülen parti propagandası yığınları seferber edemiyor. İktidar tehlikeye giriyor. Slogan, “Büyük anayurt savunması”na dönüştürülüyor, eski çarlık döneminin marşları, askeri üniformaları, rütbeleri, Büyük Petro, hatta yer yer din vb. devreye sokuluyor. Müthiş bir mobilizasyon gerçekleşiyor. İktidar kurtarılıyor, ama sosyalist bilinç yine geri kayıyor.

Bu geri ülkede, hem de dünya devriminin sıkışıp kaldığı bu geri ülkede, bu kötü seçim hep iktidarın karşısına dikiliyor : İktidarı verip sosyalizmin ilkeselliğini mi kurtaracaksın, ilkesellikten taviz verip iktidarı mı kurtaracaksın ? Bu yazı-tura gibi bir seçim değil. Lenin de Stalin de hep iktidarı kurtarmayı yeğliyor. NEP’ten büyük ilkesel taviz mi olurmuş ? Proletarya iktidarı alıyor, kapitalizm uzun bir rekabet dönemi yaşamamış ve küçük meta üretimi yaygınmış diye–ki her ikisi de burjuvazinin “tarihsel kabahatleri”– tutuyor kapitalistlere “lütfen gelin kapitalizm yapın” diyor, birikimi, meta değişiminden başka türlü sağlayamıyor. Bunun yığınların sosyalist bilinçlenmesiyle ne ilgisi var ? Ama sonuçları itibariyle Stalin döneminin seçimleri çok daha önemli olduğu ve daha kalıcı etkiler bıraktığı için bugün küfrün çoğunu Stalin yiyor. Neyse, son yıllarda Lenin’e de yavaş yavaş küfretmeye başlamaları biraz içimi rahatlatıyor, haksızlık ikisi arasında biraz daha eşit dağılıyor.

§-42. Lenin de Stalin de, iktidarı her ne pahasına olursa olsun korumayı seçerek doğru seçim yaptılar. Burada şöyle düşünmeliyiz : Proleteryanın iktidarını her ne pahasına olursa olsun korumak, proleter enternasyonalist bir görevdir ve bütün diğer ilkelerin üzerinde bir ilkedir. Sosyalist bilinci yerleştirmek ve derinleştirmek için temel önkoşul iktidarı elde tutmaktır. İktidarı elde tutacaksın ki, somut realiteyi değiştirme araçlarını elinde tutabilesin. Yığınlar bu somut realiteyi değiştirirken sosyalist olacaklar. İktidar elden kaçtı mı, bu araçlar ve realiteyi değiştirme olasılığın da tümüyle elden kaçmış oluyor. Yani yığınların sosyalist bilinçlenmesi olasılığı sıfırlanıyor. Burjuvazi tahtına geri dönüyor. Zaten zaman içinde çok yakın duran kapitalist bilinç de geri geliyor. Ama iktidarı elde tutarsan, bu uğurda yığınların bilincine ne kadar zarar verirsen ver, sosyalist bilinçlenmeyi ve inşayı ne kadar yavaşlatırsan yavaşlat, nasıl bir toplumsal fiyat ödersen öde, sonuçta hâlâ bu zarar ziyanı onarma şansını elinde tutuyorsun demektir. Belki bu şans çok çok azalmıştır, önemli olan bu değil. Önemli olan hâlâ bir olasılığın varolması. Çavuşesku gibi berbat bir lideri bu nedenle savunduk ; çünkü oturduğu koltuğu savunmak lazımdı. Bir orta oyununa benzeyen, belki de binde bir başarı şansı olan ve üstelik eski oportünist ve ortacıların örgütlediği, ürkek ve sallapati 19 ağustos darbesini de bu nedenle savunduk. Sınıfsal tavır, bilinçle iktidar arasında yapılması gereken iğrenç seçimde, tarihsel faktörün dayattığı bu çaresiz seçimde, yukarı tükürsen bıyık aşağı tükürsen sakal türündeki bu seçimde, iktidarın seçilmesini öneriyor.

§-43. Bilinci kurtarayım diye iktidarı verirsen, iktidara burjuvazinin gelmesiyle dönüp bilinci de kaybediyorsun. Sadece birkaç insan “peygamberliğini” kurtarmış oluyor. İlerde bu “peygamberler” sayesinde iktidarın alınabileceği ise çok kuşkuludur (Tarih sana : “İktidarı sen verdin, kabahat senindir”, diyecektir) üstelik aynı türden bir seçim, er veya geç yine ortaya çıkacaktır. İktidarı kurtarayım derken bilinci verirsen, hiç olmazsa o bilinci yeniden alma gibi bir olasılığı tümden yitirmemiş olursun. Bu arada Troçki türünden birkaç “peygamber” kaybetmen kaçınılmazdır.

§-44. Bir üçüncü yol daha var. Sorunun kendisini reddedersin: ” Ben beni böyle iğrenç seçimlerle karşı karşıya bırakan nesnel realiteden, bana bu acılı iksiri içiren tarihten nefret ediyorum” diyebilirsin. O zaman “kapitalistçe”, toplumdaki üretken güçlerin kendi kendine gelişmesini, ikinci tezde saydığım ve o toplumun geriliğini tanımlayan tarihsel faktörlerin ortadan kalkmasını beklersin. Ama bu bekleme sürecinin de kendine özgü bir evrim mantığı var. Önce menşevik olarak beklemeye başlarsın, sonra sosyal demokrat, sonra bir zamanların moda tabiriyle “sağ” sosyal-demokrat olursun, kimbilir belki de ilerde sosyal faşist bile olursun. Beklemeyi reddedenlere savaş açarsın.

§-45. Tabii devrim yapma ile sosyalizmi kurma arasındaki bu farkı, hatta çoğu kez çelişkili durumu başka çerçevelerde de inceleyebiliriz. Farklı kadro niteliklerinden bahsettik. Devrim yapma ve sosyalizmin inşası farklı farklı bilgi ve deneyim birikimi gerektirir. Sosyalist inşanın çok daha yüksek bir sosyalist bilinç gerektirdiğini de ekleyelim.

§-46. Devrimden sonra attığın her politik adım mutlaka iktidar sorununa dönüşecektir, diye bir şart yok. Bu, yine o toplumsal formasyonun gelişmişliği ile ilgili bir durum. O toplum ne kadar geriyse, sosyalizme o kadar uzaktır ve iktidar o kadar çok kez tehlikeye girer. Bütün bu sosyalist inşa sürecinin arkaplanında bu uğursuz seçim hazır bekleyecektir, fırsatını bulduğunda kendini dayatacaktır. Önemli olan, sosyalizmin inşası sürecinde, çeliştikleri noktada, bu iki hedef arasında, sosyalist bilincin derinleşmesi hedefiyle proleter iktidarın elde tutulması hedefi arasında, optimum politikaları bulabilmektir, seçebilmektir, yaratabilmektir. Bu ise, sadece ve sadece kadroların ideolojik formasyonuna bağlıdır. Sosyalist bilinci, bir adım ötesine geçersen iktidarı burjuvaziye kaptıracağın son çizgide derinleştirecek ve sosyalizmin inşasını bu son çizgide derinleşen bilinç temelinde sürdürecek politikalar, optimum politikalardır. Optimum seçim, iktidarı kaybedeceğin uçurumun kenarında yürümektir. Nesnel realiteyi o incecik çizgiye kadar zorlayacaksın. “Soyut ilkelerimle öleyim” diye uçurumdan atlamak da yok, “Uca fazla yaklaşmayayım düşerim” demek de yok. Bu durumu bir değişik şekilde daha ifade edeyim. İktidardaki işçi sınıfın politik enerjisi, muhalefete düşmüş burjuva sınıfınınkinden fazladır. Zaten iktidarın tanımı budur. İşte bu fazla politik enerjiyi son zerresine kadar, işçi sınıfının ve diğer emekçi yığınların sosyalist bilincini derinleştirecek şekilde kullanan politik çizgi, optimum politik çizgidir.

§-47. Stalin’e getirilebilecek eleştirinin mantığı da zaten en fazla bu olabilir. “Optimum politikaları bulamamıştır”, denebilir. “Uçurumun tam kenarında yürümemiş ve bu davranışını teoriye getirdiği deformasyonlarla açıklamaya çalışmıştır.” denebilir. Bu eleştiriyi anlarım, ama ben bu eleştiriye de katılmam. Açıklayayım. Stalin’in tam uçurumun kenarında yürüyüp yürümediğini hiçkimse bugünden söyleyemez. Daha doğrusu böyle bir sözün teorik bir anlamı olmaz. Metoda terstir. Biz ilerde aynı uçurumun kenarında öyle güzel yürürüz, öyle güzel bir sosyalizm kurarız ki, dönüp Stalin’e bu eleştiriyi getiririz. “Böyle yapsaydı sosyalizm orada da yaşardı”, deriz. Elimizde Stalin’in uçurumun kenarından ne kadar uzakta yürüdüğünü ölçecek bir cetvel olur.

§-48. Troçki de Stalin’e bu eleştiriyi getirmiyor, ince bir çizgide yürümeyi filan değil, uçurumdan atlamayı öneriyor. Söylediklerinin özü, hep bu kapıya çıkıyor. Hep ne yapmamalıyı söylüyor, hiç ne yapmayı söylemiyor. Lenin’in vasiyetnamesinden sonra, 13 Kongreyi takiben toplanan MK plenumunda Stalin MK sekreterliğinden istifa etmeyi önerdiğinde Troçki, bunun için bu istifaya karşı çıkıyor. İşte koltuk gelmiş alsana ! Ama hayır. Troçki tarihin üstüne bütün pisliği yığdığı o koltuğu istemiyor. Bu pisliğin sorumluluğunu almak istemiyor. Tarihin o koltuğu temizleyip ayağına getirmesini bekliyor. Belki de bu toplumsal koşullarda hiç şansı olmadığını seziyor. Toplumsal koşullara göre reel politikerlikten çok uzak bir konum alıyor. Devrime yaptığı büyük ve tarihsel hizmetlerden sonra, adeta tanrılaştıktan sonra, bu kadar hızlı bir biçimde ve dünya proletaryası nezdinde tasfiye olması ve soyutlandıktan sonra ciddi politik bir iz bırakmadan tarih sahnesinden ayrılması da bunu doğruluyor. Uçurumdan atlıyor. Ama şunu da söylemeden geçmeyeyim. İleri bir kapitalist ülkede sosyalizm inşasında Troçkilere göre Stalinlerin hiç şansı yoktur. Troçkistlere gelince, onların durumu gerçekten içler acısı. Reel sosyalizm en kötü onların teorisinin üstüne yıkıldı. Çünkü onların teorik öngörülerine taban tabana zıt bir şekilde yıkıldı. Stalinsiz kalmaları bir yana, ilk kez sorumsuz muhalefet konumlarını kaybediyorlar. Kapitalizmin dünya çapında hakimiyet kurduğu bir dünyada 70 sene yaşayan bir büyük devleti sınıflardan bağımsız bir devlet olarak gördüler. Bu devasa teorik hatanın elbet bir cezası olacaktı. Hadi bizim taraftakiler cehaletten, idealizasyondan, günlük eylemin ufkunu aşamamaktan vb. gelme bir körlük yaşadılar, sosyalizmin çözülüş sürecini vaktinde göremediler, diyelim. Troçkistler- ki her zaman daha yüksek bir teorik formasyona sahip olma iddiasındaydılar- bizzat kendi “bilimsel” kavramlarıyla, kendi elleriyle kendilerini kör ettiler. Sosyalist ülkelerdeki karşı-devrimlere “halk devrimleri” bile dediler. Sanki Stalin Troçki’yi bir daha öldürmüş oldu.

§-49. Stalin’i tam bir günah keçisine çevirenlere ve ona burjuva sınıfsal konumlardan saldıranlara bir sözümüz yok. Onlar zaten daha başta iktidarın alınmasına karşıydılar. Şimdi tutup “Stalin şunu şunu yapmasaydı şu şöyle olmazdı” diyerek sahte sosyalistlik yapıyorlar.

§-50. Stalin’in mide bulandırıcı şeyler yapmadığını söylemiyorum. Bizim midemizin bulanması ne kadar doğalsa, sınırlı ideolojik formasyonu olan bir liderin, berbat bir realiteyle boğuşurken, o bahsettiğim optimum politikaları teorisiyle değil, sınıfsal sezisiyle araması da doğal bir durumdur. Stalin’in teoriye büyük bir deformasyon getirdiğini, bu deformasyonun ceremesini bizlerin hâlâ çekmekte olduğunu da yadsımıyorum. Büyük bir deformasyon çok uzun bir süre teorinin mantıksal uzantısıymış gibi dünya proletaryasına dayatılmıştır. Bu deformasyonun Lenin’in teoriye getirdiği katkının özel bir yorumu olup olmadığı da ayrı bir konu ve araştırılmalıdır. Neyse ki bugün artık bu deformasyonun aşılacağı önkoşul oluştu. Demek ki marksizmin bu tür deformasyonları aşacak bir sistemik bünyesi var.

§-51. Sosyalist demokrasi, ya da aktif yığın demokrasisi birkaç paragrafta ele alınabilecek bir konu değil. Ama yine de konuyla ilgili bir nokta için bir parantez açmak gerekiyor. Yetmiş yıldır, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin kuruluşunda aktif yığın demokrasisinin önünün kesilmesi ve bürokratik deformasyon, Stalin’in kişisel bir suçu olarak sunuldu. Bu, kişinin önemini aşırı abartan tarih dışı bir yaklaşımdır. Stalin o toplumun ürünüdür. Tarihsel çerçevenin dışına çıkamaz. Stalin ve çarlıktan çıkan toplum, fişle priz gibi birbirine oturmuştur. Fişle priz birbirine oturmuşsa mutlaka cereyan geçer. Ekim Devrimi’nden sonra, liderliğin üstünde, aktif yığın demokrasisi yönünde kalıcı bir yığın baskısı oluşmamıştır. Binlerce yılın şiddeti altında yoğrulmuş yığınlarda, artık iktidar oldukları, kendi yaşamlarını kendi ellerine alabilecekleri bilinci öyle üç beş sene içinde oluşabilecek bir bilinç değildir. Toplumların olgunlaşması, büyük tarihsel dönemleri kapsar. Yığın demokrasisi kendi içinde bir son, öyle tepeden indirilen, yığınların içinde yuvarlanıp gidecekleri bir kum havuzu da değildir. Yavaş yavaş demlenir. Ve bu demlenme süreci boyunca iktidarın içten ve dıştan sürekli ölümcül bir tehlike altında olmaması gerekir. Yani “İşte yetmiş yıl geçti ya !” da denemez. Bir yaşındaki sakatlık, bir şekilde geleceğe taşınır. Stalin toplumsal ve tarihsel koşulları veri olarak almış, iktidarı koruma ve sosyalizmin maddi temelini kurma yolunda bundan faydalanmış, “aktif yığın demokrasisinin önünü açıcı ne yapılabilir ?”, gibi bir soruyla hiç ilgilenmemiştir. Stalin’in kişisel kapasitesi, formasyonu, tarih bilincine ne ölçüde sahip olduğu sadece ve sadece bu en son söylediğimizle, yani “sosyalist inşaya demokrasi açılımı getirecek ne yaptı ?” sorusuyla ilgilidir, ki hiçbir sey yapmamıştır. Yani, yığınlarda bu yönde bir baskı vardı da Stalin bunun önünü diktatörce ve zalimce kesti şeklinde bir suçlama, Troçkist fantezidir. Bugün artık bu çok açık olarak görülüyor. Sosyalizm çözüldü, altından “demokrasi” çıkmadı, toplum hâlâ “kurtarıcı” bekliyor. Bu durumda parti içi demokrasisi de umutsuz, tarihin çok önünde duran bir işleyiş oluyor. Demokrasi açısından bir toplumun gelişme düzeyi ne ise, o toplumdan çıkan bütün örgütlerin politik kültür açısından gelişme düzeyi de odur. Hem toplum, hem de partinin ezici çoğunluğu, Stalin’in parti içi kanlı tasfiyelerine ses etmemiştir. Özünde, bunda “anormal” bir durum görmediği için. Stalin, “bunlar emperyalizmin paralı ajanıdır”, diyor, herkes de bunu kabul ediyor, üstelik büyük bir coşkuyla başka benzer “ajanlar” bulmak için ava çıkıyor. Bu durum sadece iktidarın monolitikliğine, bu monolitiklik sayesinde hızlı karar alma ve uygulama sürecine hizmet ediyor.

Kısacası Stalin büyük bir lider, niçin çok daha büyük bir lider olamadığı için eleştiriliyor. Parantezi şimdilik kapatıyoruz.

§-52. Bolşeviklerin lideri aynı zamanda dünya devrimci hareketinin de ideolojik lideridir. Tarihin getirdiği bu nesnel konumdan Stalin’in istese de kaçabilme olanağı yoktur. Bu durumda isteyip istemediği önemsizleşiyor. Adam hapşırsa teori oluyor. Bu konumu hangi gerçek teorisyen ister ? Hele dünyanın çapıyla ölçülebilen politik sorumluluklara mahkûm olmuş bir kişi böyle bir konumu isteyebilir mi ? Böyle bir durum Marks, Engels, Lenin çapındaki dehalar dışında, her normal insanın basiretini bağlar. Onu hem paranoyaklaştırır, hem sürekli teori dünyasından pragmatizmin dünyasına iter, hem de, üstüne üstlük, bu sürüklenişin “teorisini” yaptırır ona.

§-53. Stalin’in teorik hataları, arabanın ve trafiğin teorik olarak nasıl çalıştığını iyi bilmeyen, bu nedenle çok iyi araba kullanamayan, ama o anda ne teoride ne de pratikte daha iyi bilen bir başkası olmadığı için (Yoktu. İsteyen Lenin’in vasiyetnamesindeki kişi değerlendirmelerini yeniden okusun), trafiğe ilk çıkan bir arabayı kullanmak durumunda kalan bir sürücünün bir adama kazayla çarpıp yaralamasına benziyor. Kesinlikle cinayet teşebbüsü değildir. Bu suça cinayet teşebbüsü demek, Stalin’i Lenin olamamakla suçlamaktır. Lenin’in dehasına sahip olamamakla suçlamaktır. Ben de Lenin’i erken ölmekle suçlayabilirim o zaman. Erken ölerek örgütsel disiplini bozmuştur. Lenin kapasitesi neyse onu yapmıştır, Stalin kapasitesi neyse onu yapmıştır. Devrim durulduktan sonra kişisel kapasitesinin altında iş yapan Troçki’dir. Dünya işçi sınıfı bu noktayı gözünden kaçırmamıştır.

Üstelik, Lenin yaşasaydı, bu teorik deformasyona gitmeden, somutta neyi ne kadar Stalin’den daha farklı yapardı sorusu yanıtsız duruyor. Bugün bu tür sorulara metot açısından yanıt verilemez, ancak birtakım spekülasyonlar yapılabilir.

§-54. Vurgulamak lazım, bu optimum politikaları en derin ideolojik formasyonlar yaratabilir. Politik enerjinin israfını önlemek en ince politikalarla mümkündür. En ince politikalar ise en derin ideolojik formasyonlardan çıkar. İnce iplerde çizmelerle yürünmez. İncecik çorap lazım. Bunun gerekliliğinin en fazla sayıda devrimcinin bilincine çıkması bile doğru yönde bir adımdır. Devrimciler yığınların önünde yolları, meydanları, fabrikaları zaptedebilirler, barikatları bayram yerine çevirebilirler, panzerleri dişleriyle yırtabilirler, tankların önüne atlayabilirler. Ama bütün bunları yapabiliyor olmaları, bu incecik ipte yürüyebileceklerine kanıt teşkil etmez. Bu incecik ipte yürümek için kahramanlık-yiğitlik-“şehitlik”-devrime kadar biriken eylem ve örgüt tecrübesi-devrime yürüyen yığınları iyi tanımak (ki bu aynı yığınlar, devrimden bir süre sonra bambaşka bir yığın oluyorlar)-özveri-inanç-parçalama/yıkma iradesi ve bunlara benzer daha nice nice yüce nitelikler yetmiyor. Fazladan ve bambaşka bir şey daha gerekiyor.

*

Tez 6 : Kapitalist ilişkinin işçi sınıfı ve diğer emekçi yığınların bilincinden tasfiyesi sosyalizmin maddi temelinin olabildiğince güçlenmesi, üretkenleşmesi ve bu temelde yalnız üretim araclarının değil, tüketim araçlarının da toplumsallaştırılmasıyla mümkündür.

§-55. Başlarken bir parantez açalım. Burada dayanıklı tüketim mallarından konuşuyoruz. Bugün sosyalizmde ürün, ya da kapitalizmde meta deyince tek üniter bir fiziki maddeyi anlamamalıyız. Yani, dükkândan aldın iş bitti değil. O malın düzenli bir bakımı var, garanti süresi var, belli aralarla değiştirilmesi gereken parçaları var, sigortası var, tamiri var, kullanım değeri bitince hurdasının başka bir maddeye dönüştürülerek yeniden üretim devresine sokulması var, böyle bir yeniden kullanım değeri yoksa artık olarak atılması zorunluluğu var. Bu artığın çevreyi kirletmemesi zorunluluğu var. Yani mal, fabrikadan çıktıktan çöpe ya da hurdaya atılıncaya kadar geçen sürecin bütünü içinde vardır. Bu sürecin kesintisiz bir kullanım değeri sunabilmesi gerekir. Distribütör kablosu kopmuş bir otomobil artık otomobil değildir. Bir parçalar yığınıdır. O kablo belki üç kuruştur, ama yerine takmadıkça yüz milyonluk araba, araba olarak beş para etmez. Belki kümes olarak işe yarar.

Reel sosyalizmde dağıtım çok kötüydü. Bunda geri altyapının da rolü var. Servis sektörü ise tam bir felaketti. Bir mal bozuldu mu, sorununu ancak resmi ekonominin dışına, büyük bir ihtimalle kanunun da dışına çıkarak çözebilirdin. Konut konusunda da anlayış öyleydi. Yeni taşınan insanlar, komşuları ve arkadaşlarıyla dayanışma içinde ve imece usülü çalışarak o konutu oturulabilir hale getirebiliyorlardı. Ama kağıt üstünde o konut, oturulmaya hazır bir konut olarak gözüküyordu. Parantezi kapatalım.

§-56. Kapitalizmin egemen olduğu bir dünyada, kapitalizmden komünizme geçiş süreci şeklinde tanımladığımız sosyalizm aşamasına aşırı soyut misyon yüklememek zorundayız. Her şeyden önce bu dönemin ekonomi politiği yapılmalıdır. Kapitalizmin hangi kategorileri ne gibi bir değişiklik geçirecek. hangileri yokolocak ? Sosyalist aşamanın kendisine has ekonomik kanunları var mıdır ? Üretim araçlarının toplumsallaştırılması, emek sömürüsünün ortadan kalkması ve bu temelde bütün toplumun ihtiyaçlarına yanıt verecek merkezi bir üretim ve dağıtım örgütlenmesi, yani bir düzeyde planlama, üç köşe taşımız. Bunun ötesi, bu üç köşe taşı kadar açık ve kolayca deklare edilebilecek cinsten değil. Sosyalizmin tanımına bu üç ana önermenin dışında başka şeyler sokmamalıyız. Onun yerine, çözülen sosyalizm altında meta, para, kredi, ücret türünden kapitalist kategorilerin nasıl bir içerik aldığını, değer yasasının işleyişine nasıl müdahale edildiğini, sosyal artığın hareketini araştırabiliriz.

§-57. Sosyalizmin ekonomi politiğini araştırmak ayrı bir konu. Bu araştırmanın sonuçlarından bağımsız olarak genelde sosyalizmin inşasıyla ilgili neler söyleyebiliriz ? Sosyalizmin maddi temelinin güçlenmesini, ekonominin üretkenleşmesini, üretimin kalite ve hacminin sürekli yükselmesini istiyoruz. Buna kısaca maddi süreç diyelim. Bu maddi sürece bağlı olarak ve bu süreçle karşılıklı etkileşim içinde, sosyalist insan yaratılacak. Marksizmin yönteminin gerektirdiği soyutlama düzeyinde, etkileşim halindeki bu iki süreçten maddi süreç bilinçlenme sürecini önceler. İşte bu yüzden, işçi sınıfı, kapitalizm altında yaşarken ve hele eylemi iktidara yönelmemişken “sosyalist değer yargıları”, “sosyalist ahlâk”, “sosyalist toplum projesi” vb. türünden güzel fikirlere ancak bir “aminlik” bir değer biçer. İnsan ancak realiteyi ileri yönde değiştiren eylem içinde değişir. Realitede ileriye değişme süreklilik kazandıkça ve derinleştikçe bilinçteki değişme de kalıcılaşır.

§-58. Bu maddi sürecin derinleşmesi, sosyalizmin bilince yerleşmesi sürecidir, dedik. Bu süreç aynı zamanda kapitalizmin bilinçten tasfiyesi sürecidir, çünkü iki zıt realite aynı bilinçte “barış içinde” yanyana yaşayamaz. Oysa örneğin bir feodal bilinçle kapitalist bilinç, realite kapitalist realite olduğu halde, birbirine bulanmış halde birlikte yaşayabilir. Bu konuya birazdan döneceğim.

§-59. Kapitalizmin geri dönüşsüz bir biçimde tasfiyesi, ancak ve ancak kapitalizmin yığınların kollektif bilincinden tasfiyesiyle mümkündür. Reel sosyalizmin çözülüşü bunu açık bir biçimde kanıtlıyor. Çünkü kapitalizm emekle sermaye arasındaki bir ilişkiyi tanımlıyor ve bu ilişki, en kalıcı biçimde, başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi yığınların ve küçük meta üreticilerinin bilincinde yaşıyor. En kalıcı diyoruz, çünkü sermayenin ve kapitalist mülkiyetin yokolduğu bir ortamda bile bilinçteki yaşamını sürdürüyor. Devrimle birlikte tekellere el koyduğun zaman, devletin ve ekonominin tepe noktasındakiler ya kaçıyor, ya tutuklanıyor, ya da yeni düzene bir şekilde ayak uyduruyor vb, yani kaybolup gidiyor. Bunların kafasındaki kapitalizmin sosyo-politik düzeyde bir önemi kalmıyor. Kapitalist bilinci sürdürme konusunda fiili etkileri kısa sürede yokoluyor. Ama emekçi yığınların ve yüzbinlerce küçük üreticinin günlük yaşamında kendini yeniden ve yeniden üretiyor ve yaşıyor. Devrimle bilinçte büyük bir cam kapıyı parçalamış oluyorsun. Sosyalizmi kurmak üzere bu kapının eşiğinden geçerken, yerdeki büyük kırıkları toplayıp bir kenara koyarsın, o basit. Peki gözle görünen görünmeyen yüzbinlerce küçük cam kırıntısı ayaklarına batmadan nasıl geçeceksin ?

§-60. Çoğumuzun dedesi bile feodalizm altında, yani feodal ilişkinin cenderesinde yaşamamıştır. Ama bırakalım dedelerimizi, çoğumuz babalarımızı bile ‘feodal adam’ diye tanımlarız. Bu ‘feodal adamlar’ kapitalizm altında yaşarlar. Ya bir şekilde işgücü satarlar, ya işgücü kiralarlar, ya ticaret sermayesine bir taraftan tutunurlar vb. ama günlük yaşamlarında, davranışlarında, değer yargılarında, ahlâk anlayışlarında feodal bir bilinç sergilerler. Bizlerde bile bir sürü “feodallik” vardır. Hatta kapitalizmin ağır baskısı altında, bu ‘feodalliğimizi’ sosyalist ahlâkımızla şöyle bir harmanlarız. Bunlar normal şeyler. Feodalizmin realiteden tasfiyesi neredeyse bir asır oluyor, ama kalıntıları bilinçte yaşıyor.

§-61. Eflatun ve Aristo gibi çağının entellektüel zirvesine ulaşmış ve bugüne bile büyük etki taşıyan insanlar için, köleci düzen verili bir durumdur. Bu düzende bir insanın birtakım metal parçaları vererek başka bir insanı hukuken satın alması, onu ölünceye kadar tepe tepe kullanması, ona köpek muamelesi etmesi ahlaki açı dahil her açıdan normal bir durumdur, bilimsel sorgulamayı dahi gerektirmez. Günümüzde ise, bırakalım büyük filozofları, ilkokul çocuklarının bilinci bile köleliğin varlığını kaldıramaz. Kölelik olgusuna karşı teorik bir silahlanması olmadığı halde, bu olgunun günümüz realitesinin bir parçası olmadığı gerçeği hiçbir engelle karşılaşmadan o ilkokul çocuğunun bilincine girer. Oysa bir zamanlar koca Eflatun’un teorik silahları bile onun bilincine köleliğin veri olarak yerleşmesine karşı çaresizdi. Kölecilik bugün toplumsal bilinçten öyle bir tasfiye olmuştur ki hakim sınıfın teorik silahları arasına giremiyor. Köleliği artık bir kez tarih tasfiye etmiş.

Üçüncü Dünyanın açlıktan ölen insanları bugün metropole gelseler–ki bence onlar için çok rasyonel bir çözümdür ! — “Biz ölüyoruz, biz köleniz olalım, yedirin, içirin, giydirin, barındırın, tedavi ettirin, çocuklarımıza bakın, başka birşey istemiyoruz, karşılığında dilediğiniz her şeyi ama her şeyi yaparız, ister dövün, ister sövün, ister tükürük hokkası olarak kullanın gıkımız çıkmaz” diyerek metropol burjuvazisine yalvarsalar, yine de hukuken köle olamazlar. Çünkü köle olarak burjuvazinin bir işine yaramazlar. Oysa köle eski Yunan’da ve Roma’da hakim sınıfın bir statü sembolü. Servet, köle sayısıyla ölçülüyor. Politik güç, efendinin elindeki köle emeğiyle doğru orantılı.

§-62. İşte kapitalist bilinç de, yığınların bilincinden böyle tasfiye olacak. Bir üretim biçimi tasfiye olurken daha ilerisi onun yerine bilince girer. Kapitalist bilinç çıkarken sosyalist bilinç girecek. Bu noktada propaganda ve ajitasyonun etkisi sınırlıdır. Doğru yapılırsa hızlandırır, yanlış yapılırsa yavaşlatır. Ama son tahlilde bu bilince temel olan maddi realite ileriye doğru değişmedikçe, bilinçte de ileriye doğru kalıcı bir değişiklik gerçekleştirilemez. Nasıl ilerlemeyen maddi süreç yerinde durmaz ama gerilerse, bunun yansıması olan bilinç de yerinde durmaz, geriler, daha doğrusu geriye doğru devşirilir. Bunca yıldan sonra reel sosyalizmin çözülüşü bunu çok çarpıcı bir biçimde kanıtlıyor.

§-63. Üstelik, feodal bilincin tasfiyesi, yerine kapitalist bilincin gelmesi, sosyalist bilinçlenmeden çok daha zahmetsizdir, hem feodal bilincin tümüyle tasfiyesi, kapitalizm için canalıcı bir sorun da değildir, yaşaması bazen onun işine bile gelebilir. Çünkü nihayet bir sömürü sisteminden diğer bir sömürü sistemine geçiliyor. Örneğin adam feodalizm altında dindar, kapitalizm altında da dindar. Ama sosyalizmde, süreç içinde, kafasından tanrıyı atması gerekiyor. Kapitalist bilincin tasfiyesi, aynı zamanda binlerce yıllık bir sömürü bilincinin tasfiyesidir. Bir feodal bilinçten çok daha fazla direnecektir. Nesnel realitede çok daha büyük ve olumlu bir değişimi gerektirecektir.

§-64. Şimdi bakalım bu kapitalist bilinç, hangi biçimiyle işçinin, emekçinin bilincinde yaşıyor ? Kapitalist bilinç tepeden, dar kapitalist mülkiyetten aşağıya doğru yayılıyor. O zaman bu kapitalist bilincin, üretim araçlarının mülkiyeti düzeyinde yaşıyor olması lazım. Hayır ! İşçi, emekçi hiçbir zaman “Benim şöyle bir petrol tankerim olsa…bir çekişte üç bin metre kablo çıkaran makinam olsa…bir vuruşta 500 ton vuran presim olsa…1000 beygirlik 100 tonluk damperli kamyonum olsa…bir çimento fabrikam olsa…bir özel televizyon istasyonum olsa vb” şeklinde düşünmüyor. Yüzlerce yıldır kapitalizm, hele tekelcilik döneminde daha bir hızlanarak, onu kapitalist bilincin bu tür ifade şeklinden, bu tür kılığından uzaklaştırdı. Tekel dışı burjuvazi bile artık pek böyle düşünemiyor, o bile ancak “Bir ikinci torna tezgâhım olsa…bir kamyonetim daha olsa…şu köşeye beş tane daha dikiş makinası atabilsem vb” şeklinde düşünebiliyor. İşçiye, emekçiye dönersek, o şöyle düşünüyor “Bir renkli televizyonum olsa…bir videom olsa…bir arabam olsa…bir evim olsa vb”. Yani kapitalist bilinç, tüketim araçları üzerindeki mülkiyet duygusu biçimini alıyor. İşte işin püf noktası bu.

§-65. Üretimin ölçekleri o kadar büyümüş, kendisi üretime o kadar yabancılaşmış ki, üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti artık işçiye somut birşeyler anlatmaz hale gelmiş. Emperyalizm, dünyanın ikinci en büyük endüstriyel gücünü yağmalamak üzere. Üretim araçları özel mülkiyete geçecek deniyor, bunlar kimin olacak, belli değil deniyor (ki emperyalizm eninde sonunda sermaye gönderirse göreceğiz devrimle sulanan o topraklardan bir gecede ne milyarderler fışkıracak), işsizlik on milyonlarla ifade edilecek deniyor, sovyet işçi sınıfı orada hıyar gibi duruyor. Hatta, röportajlarda görüyoruz, işçinin birine, “sizin fabrikayı filanca satın alacak, ne diyorsun ?” diye soruyorlar, omuz silkiyor, hâlâ kuyruklardan falan bahsediyor. Çünkü üretim araçları lafını algılamıyor. Bu üretim araçlarının, yetmiş yıldır yüzlerce milyon işçinin yarattığı sosyal artığın kristalize olmuş biçimi olduğunu, bunların kendi öz emeği olduğunu algılamıyor. Bu durum sadece sosyalizme yabancılaşmış olmakla açıklanamaz. Sosyalizme yabancılaşması aynı zamanda–af buyrun- “kerizleşmesi” anlamına gelmiyor. Yıllardır kıyıda köşede kurdukları dahiyane “tezgâhlara” bakılırsa hiç te -yine af buyrun-“keriz” olmadıkları görülüyor. Öyleyse niye bir taleple gelmiyorlar ? ” Bu üretim araçlarını bu toplum yarattı, biz bunların bize dağıtılmasını istiyoruz, hepimiz kapitalist olmak istiyoruz” demiyorlar ? Örneğin, ülkedeki bütün üretim araçlarının hisse senedi yoluyla bütün işçilere (kıdemine, iş sürecindeki yerine vb) göre dağıtılmasını, yani sosyalist mülkiyetin direkt olarak en geniş kapitalist mülkiyet tabanına dönüştürülmesini isteyebilirler. Buna kim ne diyebilir ? Çünkü bunun dışında herşey, kapitalizmde de cezalandırılan adi bir hırsızlık suçudur. Emperyalizm bir hırsızlığa hazırlanıyor. Hem de gerçekleşirse, insanlık tarihinin görmediği ölçekte ve yine insanlık tarihinin görmediği kalabalıkta bir çete tarafından gerçekleştirilen bir hırsızlık olacak. Kapan götürecek. Yerlisi yabancısı.

Düşünün küçük küçük hisseler yoluyla bütün bir işçi sınıfı kapitalist olmuş. Hisse-kupon-faiz-rant hesapları yapıyor. Moskova borsası, New York ve Tokyo’dan sonra en büyük borsa olmuş. Tabii mülkiyet üzerindeki tasarruf hakkı ister istemez yeni yatırım yapacak yabancı tekellerin elinde, yani çok az elde toplanacağı için bu durumun teorik olarak kapitalizme bir zararı yok, üstelik bu “halk” kapitalizmi kapitalist sermaye biriktirmenin en ileri biçimi. Tam parazit kapitalizmi. Ama bunu emperyalizm şu anda isteyemez, kârı çok azalır. Çünkü sorun başka. Eski Sovyetler Birliği’nde kapitalist bir ekonominin kurulması, entegrasyonun derinleştirilmesi, başlangıçta devasa ölçekli, kâr getirmeyen bir sürü uzun vadeli altyapı yatırımı gerektirecek. Finans pazarı yoluyla iç kaynak yaratma (ki borsanın arkasındaki ilk fikir budur) durumu çok arka planda kalacak. Emperyalizm, ileri kapitalist ülkelerdeki “halk” kapitalizmine ancak endüstriyel transformasyon tamamlandıktan sonra geçmek ister. Şu anda Sovyetler’e klasik bir sömürge gibi, bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu’na baktığı gibi bakıyor. Kendi kaynak transferi açısından da, özel mülkiyetin az elde toplanmasını, fazla dağılmamasını istiyor. Sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasının doğal süreçler içinde yürümesine tahammül edecek vakti yok. Kapitalizmin kendi düğümleri var.

Toparlarsam, eski Sovyetlerdeki işçi sınıfı “kazıklanmak” üzere. Çünkü kafasındaki kapitalizm, üretim araçlarının mülkiyeti olgusuyla ilgili bir şey değil.

§-66. İşçi sınıfı ve diğer emekçilerin bilincinde kapitalizm, aynı sosyalizm gibi, kendilerine verebildiği ve veremediği tüketim araçlarının mülkiyeti düzeyinde yaşayan bir kapitalizm.

§-67. Kapitalizmin bu olmadığını henüz farketmediler, kimse de cesaret edip kendilerine söyleyemiyor. Gerçekler ısırdıkça kıyamet kopabilir. Emperyalist basın boyuna Sovyetler’de bir iç savaş tehlikesinden, bir “faşist” diktatörlük tehlikesinden, nükleer silahların başıboş kalmasından bahsediyor. Öbür Cumhuriyetlerden vazgeçtik, Rusya’da, Ukrayna’da, Belorusya’da neden içsavaş çıkacakmış ? Herkes açsa, perişansa niye kalkıp birbirini öldürsün ? Deli mi bunlar ? Bu insanlar birbirinin ölüsünü mü yemek istiyor ? Niye barışçıl bir biçimde Batı Avrupa’ya yürümek dururken nükleer silahlarla oynaşsın ? Avrupa sınır polisleri milyonlarca insana ateş mi açacak ? O milyonlar silahsız mı olacak ? Bu son olasılıktan, Batı Avrupa’ya yığınların silahlı yürüyüşü olasılığından, izleyebildiğim kadarıyla, ciddi bir ağızdan bir kez bahsolundu, ardından örtbas edildi. Londra’daki Uluslararası Stratejik Etüdler Enstitüsü’nün bir değerlendirmesinde geçti. Onun yerine içsavaş konusu işlenmeye başladı. Bana kalırsa, bu iğrenç emperyalist medya, eski Sovyetlerde büyük bir işçi kıyımına, kafasına kapitalizmin ne demek olduğu bir anda dank edecek yığınlara karşı girişmek zorunda kalabileceği katliamlara kamuoyunda şimdiden zemin hazırlıyor. Öyle ya, adamın biri gelecek “bu fabrika artık benim oldu, bu durumda kârlı çalışmasına imkân yok. Yarınızı işten attım, öbür yarınızın da ücretini yarıya düşürdüm” diyecek. Bir isyan çıkarsa, “faşist” ayaklanma süsü verecekler. Dünyayı kapkara bir psikoza sokuyorlar. Romanya ve Ortadoğu’dan sonra bu işlerde iyice ustalaştılar.

§-68. Tüketim araçları da toplumsallaştırılmalıdır, önermesine geri dönelim. Konuyu, marksizmin ihtiyaçlar teorisi çerçevesinde değil, reel sosyalizm ve çözülüşü bağlamında ele almaya çalışacağım. “Üretim araçlarının mülkiyetinin toplumsallaşması bir işe yaramadı, bu adam kalkmış bir de tüketim araçlarının mülkiyetinin toplumsallaşmasından konuşuyor” diyen dostlar olacaktır. İşte tam da bu birinci nedenden ötürü tüketim araçlarının mülkiyetinin toplumsallaşmasından konuşuyorum. Bu nihayet kişisel bir görüşümdür, bir tezdir. En çok tartışmak istediğim bir konudur. Marksizmin ihtiyaçlar teorisi ışığında da incelenmelidir. Ama bu tezi teorik olarak çürütemezsek, sosyalizmin bugünkü bir açınım hattı olarak kabul etmemiz gerekecek.

§-69. Önce şunu söyleyeyim, tıraş bıçağından başlayarak bütün tüketim araçlarının toplumsallaştırılmasını kastetmiyorum. Özel mülkiyet, giyim- kuşam, kitap, plak, fotoğraf, disket vb türünden kişisel özel eşyalar düzeyinde, yani genelde başka birisinin işine yaramayabilen eşyalar düzeyinde kabul edilebilir bir olgudur.

Kapitalizmin günümüzdeki birikim modelinin dayattığı, bu birikim modelinin sembolü haline gelen, sosyal işlevi ekonomik işlevi kadar önemli olan, haklı bir ihtiyacı bambaşka bir düzleme yansıtarak haksız bir isteme dönüştüren ve bütün bu nedenlerden dolayı kapitalist bilincin öz taşıyıcısı olan tüketim araçlarını kastediyorum. Bu uzun cümleyi örneklerle açayım.

§-70. Kapitalizmin özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında başarıyla oturttuğu, yaygın kitle tüketimine dayalı sermaye birikimi modelinin en başarılı, hatta anahtar diyebileceğimiz tüketim aracı otomobildir. Otomobile yakından bakalım. Kapitalizm otomobili “ihtiyaç” olarak empoze etmeyi başardı. Seyahat özgürlüğünün, buradan da “kişisel özgürlüğün” sembolü haline geldi. Aynı zamanda elde edilmesi gereken bir statü sembolü oldu. Aynı zamanda bazı sürücülerin ilkel duygularını okşayan bir saldırı aracı oldu. Oldu da oldu. Sözümona salt A’dan B’ye gitmenin aracıydı. Bugün artık dünyada kapitalizmin hiçbir şehrinde A noktasından B noktasına özel otomobille ne kadar zamanda gidilebileceği kestirilemiyor. Trafik kuyruklarında saatler öldürülüyor. Ne kadar yol inşa edilirse edilsin yetmiyor. Hele tatil günlerinde, üç günlük tatilin bir günü gidişe bir günü gelişe harcanıyor. Sinir bozukluğu, stres, çevre kirliliği de cabası. Bütün bunlara rağmen kapitalizm hâlâ otomobili bir “ihtiyaç” olarak, neredeyse kişinin dokunulmaz bir hakkı gibi lanse edebiliyor. Bu “ihtiyaç”, kişisel mülkiyet bazında gerçeklenen bir “ihtiyaç”. Sosyalizm de bunu aynen kabul ediyor ve toplumun otomobil “ihtiyacına” yanıt vermeye çalışıyor. İnsanların otomobil almasını doğal görüyor.

Otomobil, kendi içinde gerçek bir ihtiyaç değildir. Gerçek ihtiyaç, insanların istediği zaman A noktasından B noktasına gidebilmesidir. Bu çok iyi planlanmış bir toplu taşımacılıkla yapılabilir. Uçağı, otobüsü, metrosu, treni, tramvayı tıkır tıkır işleyecek ve her an bulunabilecek. Taksi de öyle. Bunlar yetmedi mi, o kişi çok alakasız bir piknik yerine mi gitmek istiyor, tatile mi çıkıyor, hatta araba sürmekten zevk mi alıyor, o zaman her mahallede bulunan bir araba parkından anında araba kiralayabilecek. Hem de her seferinde değişik tip bir arabaya da gereksinim duyabilir. Bazen eşyasını taşımak isteyecek, bazen üstü açık arabayla giderken güneşlenmek isteyecek vb. Sosyal artığın bir bölümünü haftanın beş günü evin önünde yatan bir tüketim aracına bağlamanın ne anlamı var ? Yani otomobilin mülkiyetiyle otomobilin sunduğu hizmetin yerine getirilmesinin arasında ne ilişki var ? Hiçbir akılcı ilişki yok. Akıldışı ilişkiyi empoze eden kapitalizmin kâr mantığı. Tüketim araçlarını sosyal hiyerarşiyi korumada kullanan, kapitalist bilinci tüketim kalıbıyla yığınların bilincinde yeniden üreten bencil mantık. Reel sosyalizm bu tuzağa düştü.

§-71. Kapitalizm altında insanlar, yarının tek güvencesi olarak konut sahibi olmayı görüyorlar. Kapitalizmin yarattığı güvensizlik, yarınsızlık konut mülkiyetini dayatıyor. Oysa insanların gerçek ihtiyacı konut sahibi olmak değil, insanca yaşayabilecekleri rahat bir barınakta ve istedikleri süre oturmak. Sosyalizmde insanların nasıl çalışma hakkı varsa, iyi ve geniş bir konutta oturmak hakkı da olacak. Öyle fert başına 10 metre kare alan zor düşen, kümesimsi ve her tarafı dökülen konut olmaz tabii ki. Bunun bilimsel normları var ve konutlar bu normalara uygun olacak. Bu hakkın gerçekleşmesiyle konut mülkiyetinin yine bir ilişkisi yok. İstediği sürece içinde yaşama hakkına sahip olduktan sonra ha o konutun tapusuna sahipsin ha da devletle yaptığın kira anlaşmasına sahipsin. Hayat boyu bir kapitalist kredi kuruluşuna ev taksidi ödeyeceğine, sosyalist devlete kira ödeyeceksin. Hem de bu kira, maaşından bir kesinti şeklinde alınacak. Kapitalizm altında ev taksidini ödeyemeyebilirsin, evini geri alırlar, sosyalizm altında ise devlete kira ödeyebileceğin koşul bile, çalışma hakkı şeklinde garantilenmiş durumda. Sosyalizm yıkılmadığı sürece o evden hiçbir şekilde çıkarılma durumun yok.

§-72. Kapitalizm insanlara televizyonu “ihtiyaç” olarak dayatıyor. Oysa gerçek ihtiyaç televizyon aleti değil. O alet sayesinde izlenen programlar. Eğitici, eğlendirici, düşündürücü vb programlar, filmler bir ihtiyaçtır. Bunun gerçeklenmesiyle televizyon aletinin mülkiyeti arasında yine mantıksal, akılcı bir bağlantı yok. Akıl dışı bağlantıyı yaratan kapitalizm. Telefon gibi, televizyon, video, radyo, müzik seti ve hatta merkezi veri bankasına direkt bağlı bir ev bilgisayarı, konut tanımının içine girecek. Konutun nasıl camı, çerçevesi, kapısı, suyu varsa, bunları da hazır içinde olacak.

§-73. Kapitalizm insanlara çamaşır makinasını, elektrik süpürgesini, çeşitli ev ve mutfak aletlerini “ihtiyaç” olarak dayatıyor. Tabii bu “ihtiyaç”, kadına yüklenen geleneksel ev kadını rolüyle de bağlantılı. Kadın/Erkek ayrımının yeniden üretilmesinde çok hayati bir işlevi var. Bu “ihtiyacın” giderilmesi yine bu tüketim araçlarının özel mülkiyetinden geçiyor. Oysa gerçek ihtiyaçlar başka. İnsanlar temiz giyinmek, temiz bir evde oturmak, yemek pişirmek istiyor. O aletler bunu sağlıyor. Bütün bu ev aletleri yine konutun tanımının bir parçası olacak. İnsanlar oradan oraya kamyonlarla taşınıp durmayacak. En ileri çözüm ise, yine insanların isteğine bağlı olarak, bu hizmetlerin hepsinin dışardan bir örgütle sağlanması. Mutlaka o evde oturanların bu ev işlerini yapması gerekmiyor. Aynen çocuk bakımının mutlaka anne ve babanın sorumluluğu olmasının gerekmediği, onun da toplumsallaşması gerektiği gibi.

§-74. Daha birçok örnek verebiliriz. Ama mantık değişmiyor. Tüketim aracının kendisi değil, verdiği hizmet bir ihtiyaç. Bu ihtiyacın karşılanması için o hizmeti veren tüketim aracına sahip olma zorunluğu kapitalizmin insanlara dayattığı bir ilkellik. Bütün bu tüketim araçları sosyal ve kültürel gelişmenin bugünkü aşamasında meşru bir ihtiyaca yanıt veriyor. Bu meşru ihtiyacın varlığını reddedersek kendimiz gayrimeşru bir zemine kaymış oluruz. Ama bu tüketim araçlarının dağıtımını özel kişisel mülkiyet temelinde yapacağım diye uğraşıp durursak da kapitalist bilinci– ki yukarıda dediğim gibi kapitalizm, yığınların bilincinde bu düzeyde, tüketim araçlarının özel mülkiyeti düzeyinde ifadesini buluyor– durmadan yeniden ve yeniden üretiriz, insanlar arasındaki tüketim yarışını desteklemiş ve sosyalist bilincin derinleşmesini kendi ellerimizle engellemiş oluruz.

§-75. Tüketim araçlarının özel mülkiyetinin bilinçten tasfiyesi, kapitalist meta ilişkisinin bilinçten tasfiyesidir. Yerine sosyalist bilincin girmesidir.

Çoğumuzun ilkokuldayken bir kurşun kalemi vardı. O bitmeden ikincisi alınmazdı. İyice küçüldüğünde arkasına taktığımız bir de kamışımız vardı, böylece son santimetresine kadar, kalemtraşa giremeyecek hale gelene kadar o kalem kullanılırdı. Kalemin mülkiyeti çok önemliydi. İlkokul son sınıfta tükenmez çıktı. Son derece kıymetli bir şeydi. Tükenmezi olanlar pek başkasına vermezdi. Hem de ithal ikamesini, “Yerli malı Türk’ün malı her Türk onu kullanmalı” sloganıyla yutturan cılız burjuvazinin ürettiği, insanın elini yüzünü boyayan, hohlaya hohlaya ömrü uzatılan cinsten adi tükenmezler.

Ortaokulda İngilizce öğrenmeye başlayan her talebe birinci gün kurşunkalem sözcüğünü öğrenirdi. İkinci gün isim tamlaması ve mülkiyet sıfatları, kurşunkalemin mülkiyeti üzerinde örneklenerek öğretilirdi : “Ali’nin kurşunkalemi”, “Gül’ün babasının kurşunkalemi”, “benim kurşunkalemim”. Bugün aynı örneklere, kişisel psikolojik profil saptama testlerinde rastlanıyor. İnsanların saplantılarını ölçmeye yardım eden bir örnek oluyor. Yerde görse kimse eğilip almıyor. Kurşunkalemin mülkiyeti olgusu bilinçte erimiş. Çünkü kalemin üretiminin temeli o denli derinleşmiş ki, taşıdığı değer ve bunun pazardaki ifadesi olan üretim fiyatı hissedilmeyecek bir düzeye inmiş. Sıradan bir tükenmezin de mülkiyeti artık kimseyi ilgilendirmiyor. Büroda, okulda, işte vb. insan eline geçeni kullanıyor. Amsterdam’da bugün bisiklet hırsızlığı diye bir suç, hukuken duruyorsa da fiilen gerilemiş durumda. Herkese lazım ve herkes kullanıyor. Neredeyse bulduğu bisikleti alıyor, A’dan B’ye gidiyor. Oradan başka bir tane alıyor C’ye gidiyor. Polis bu suçla ilgilenmemek için elinden geleni yapıyor. Kabahat kilit takmayan bisiklet sahibinde kalıyor. Bu nedenle bisikletlerin çoğu eski püskü, hurda. Bütün bunlar küçük şeyler, kapitalizm altında mutlaklaştırmamak ve geleceğe doğru fazla uzatmamak lazım, ama içinde bir gerçeği saklıyorlar.

Şu sonuç çıkıyor : Tüketim araçlarının özel mülkiyetinin bilinçten tasfiyesi, üretimin maddi temelinin alabildiğince güçlendirilmesi, üretimin çok büyük boyutlara varmasıyla mümkündür. Sosyal artığı o denli akılcı bir biçimde kullanacaksın ki, öyle bir teknolojik bazda, öyle bir hacimde ve kalitede üreteceksin ki, “benim bilgisayarım var” demek, “benim kurşukalemim var” demek kadar abes bir şey olacak. Lazım olduğunda aşağıdaki bir bürodan anahtarını alıp otomobilin birini kullanacak, işi ya da gezmesi bittiğinde, istediği noktada da parkedip anahtarını başka bir büroya bırakacak. Bunun üstüne bir de o otomobilin kişisel mülkiyetini istemek, toplum tarafından psikolojik bir bozukluk şeklinde değerlendirecek. Tabii otomobil hâlâ dünyada geçerli bir tüketim aracıysa. Bu nokta da önemli. Şimdi kalkıp herkese bir at dağıtılamaz–oysa binlerce yıl en güzide ulaşım aracıydı– bu kalabalık şehirlerde bugün yine en iyi ulaşım aracı olsa bile. Belki iki kişilik helikopterler üretilir. Kapitalizm, ihtiyaçların tatmini konusunda sosyalizmin ufuklarının yanına bile yanaşamaz.

§-76. İşte reel sosyalizm, bu tüketim araçlarının büyük bir bölümünde, o araçların sağladığı hizmeti değil, bu tüketim araçlarının kendisini bir ihtiyaç gibi ele aldı. Yani kapitalizmin bambaşka bir mantıkla ürettiği ve sattığı metaları, sosyalist insanın ihtiyaçlarına yanıt vermek için aynı mantıkla üretti ve sattı. Üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti temelinde üretilen bu tüketim araçlarının mülkiyeti özel kaldı. Tüketim araçları üzerindeki bu özel mülkiyet, üretim araçlarının tasarrufu üzerinde önemli bir baskı oluşturdu. Öyle ya, kâr güdüsü olmadan, neyi ne kadar ve nasıl üreteceğin konusundaki üretim kararlarını hangi kriterlere göre alacaksın ? Kimisi iki televizyon ister, kimisi araba yerine motosiklet ister vb. Sosyalist üretim/kapitalist dağıtım sonuçta kapitalist bilinci yaşatan ve sosyalist bilinçlenmenin önünü kesen bir mekanizmaya dönüşüyor.

§-77. İyi de, bütün bunlar güzel de, nerede bu bolluk ? Tüketim araçlarının özel mülkiyetini anlamsızlaştıracak bir üretim seviyesine biz nasıl hemen ulaşırız ? Ulaşamayız. Ama öte yandan kapitalist bilincin geri dönüşsüz bir biçimde tasfiyesi için tek yol bu görünüyor. O zaman bir çözüm arayalım. Önce paylaşıma bakalım.

§-78. Önce paylaşımı birey düzeyinde ele alalım. Paylaşım yine ‘herkesten yeteneğine göre herkese yaptığı işe göre’ olacak. İnsan, kendisinin insanca ve rasyonel ihtiyaçlarını kendi başına tanımlayabilir bir bilince gelene kadar, ama daha da önemlisi, maddi temel uçsuz bucaksız bir biçimde gelişinceye kadar, ‘herkesin ihtiyacına’ göre ilkesinin uygulanabilme olanağı yoktur. Demek yine doğal olarak çoğu değil azı paylaştıracağız. Azı paylaştırırken sosyalist bilinç nasıl derinleşir ? Bu, azı paylaştırma yöntemine bağlıdır. Reel sosyalizm, iyi kötü, ‘herkesten yeteneğine göre aldı ve herkese yaptığı işe göre’ paylaştırdı. Bu ilkeye göre bir maaş verdi. Onlar da gidip maaşlarının bir bölümüyle tüketim araçları satın aldı, yani mülkiyet edindi. Yani araya parasal bir aşama sokularak, o kişiye irrrasyonel bir mülkiyet edinme hakkı tanınmış oldu. Oysa bütün bu tüketim araçları konutun tanımı içinde hazır var olsa, mülk edinmesine gerek kalmayacak. O zaman paylaşımda, o kişinin maaşında tüketim araçları edinmesine ayrılacak bir payın bulunmaması gerekiyor. Yani maaş, dayanıklı tüketim araçları sayesinde karşılanabilecek ihtiyaçlar dışında kalan ihtiyaçlar için ödenmelidir. Maaşın o kişiye hiç ödenmeyen bölümü ise, aynen ücretten otomatikman kesilen vergi gibi, vergiye, konut kirasına ve tabii ki bu konuta ait bütün tüketim araçlarının kullanım kirasına gidecektir. Bu konularda endişelenmesinin nesnel temeli kalkmış olacaktır.

Sosyal artığa giden bölüm daha maaş ödenmeden alındığından, o kişinin ayrıca bir kişisel tasarrufa yönelmesine de lüzum yoktur. Çünkü bu tasarrufun da bir anlamı olmayacaktır. Ne için tasarruf ? sorusuna yanıt kalmayacaktır. Yani kişinin eline geçen maaş, normal şartlarda o ayın sonunda bitecek, geriye hiçbir şey artmayacak, ama bütün ihtiyaçları da fazlasıyla karşılanmış olacaktır.

Ayrıntıya girmeye gerek yok. Reçete yazamıyoruz, önerilebilecek ilkeleri belirlemeye çalışıyoruz. Kısacası, kapitalist bilinci yeniden üretecek bir olguyu, tüketim araçlarının özel mülkiyetini, ve bunula ilgili bazı araçları, tüketim kredisi ve kişisel tasarruf türünden araçları ortadan kaldırmak lazım.

§-79. Şimdi de paylaşımı toplum düzeyinde ele alalım. Kapitalist bilincin tasfiyesi ve yerine sosyalist bilincin girişi için gerekli maddi üretim koşullarının uzağında olduğumuz halde, yani ortada bolluk yokken, tüketim araçlarının mülkiyetini toplumsallaştırıyoruz. Üretilen tüketim araçlarını toplumda adaletli bir biçimde, çok nesnel kriterlere göre dağıtmak tek çaremizdir. Bir işçinin, emekçinin, ‘kıdemi, kalifiyelik derecesine kıyasla üretime yaptığı somut katkı’, matematiksel olarak formüle edilebilir ve bu kritere göre nasıl, hangi ölçüde donatılmış bir konutta oturacağı, yine o üretimi yapan yığınlarca saptanabilir. Maddi temel genişledikçe de toplumun yaşam standartları bir bütün olarak yükseltilir.

§-80. Bu durum insanların kafasına hâlâ bir adaletsizlik şeklinde yansıyacaktır. Çünkü yaygın kitle tüketimine dayalı birikim modeli, insanlara her şeyi hemen istemeyi öğretti. Tüketim aracının özel mülkiyeti engelini aşsak bile, üretim araçları bu malı üretebiliyorsa, bu malın verdiği hizmetten yararlanan birileri varsa, o insan da mutlaka yaralanmak isteyecektir. Böylece, bu tür ters bilinci almış bir emekçi, sosyal artığa kendi yaptığı katkıyı ölçemeden, bunun üzerinde bir pay almak isteyecektir. Maddi temelin gelişmesini ve kendisinin sosyalist inşaya yaptığı katkının artmasını beklemek istemeyecektir. Bu duruma karşı, iktidarın elinde çeşitli araçlar vardır. Bu araçların arasında, bu bencil düşünce şekli iktidarı devirmeye yönelik örgütlü politik bir hareket şeklini almadıkça, üretim düzeyinde pasif bir direniş biçiminde kaldıkça, iktidarı bunaltsa bile şiddet kullanmak yoktur. Şiddet kötüdür diye değil, bizi istenen amaca ulaştırmaz diye…

§-81. Bu araçları ele almadan önce, dar anlamda hepsine temel olan, geniş anlamda devrimden komünizme kadar geçen sürecin başarısına temel olan ana unsura kısaca değinelim. Her şeyin başı aktif yığın demokrasisi, ya da sosyalist demokrasidir. Sosyalizmin yaşayıp yaşamayacağını asıl bu tayin eder. Geniş yığınların sosyalist inşa yolunda eyleme geçirilmesi yetmez. Sosyalist inşayla ilgili kararlara da katılmalıdırlar. Ancak bu sayede sosyalist inşanın sorunlarını ve bu sorunlar yüzünden doğabilecek politik sorunları kendi sorunları olarak görürler. Yoksa, bir süre sonra devrimin “gazı” bittiğinde, en iyi durumda, pasif bir gözlemci gibi, olup bitenleri kendi dışlarında olup biten şeyler olarak görürler. İnşa sürecinin derinleşmesinden övünç duydukları gibi, bu sürecin tökezlemesinden de utanç duymalıdırlar. İlk olarak kendilerini ve kendi kararlarını sorgulamalıdırlar. Daha somut olarak bakarsak, işçi sınıfı ve diğer emekçileri, ekonomiyle ilgili olarak alınacak kararlara, özellikle tüketim araçlarının üretimi ve dağıtımı ile ilgili kararlara ve üretim süreçlerinin örgütlenmesine en geniş bir biçimde katmamız gerekir. Bu sadece sosyalizmin inşasını derinleştirecek süreçte yığınların eğitimiyle ilgili bir sorun da değildir. Yığınları sosyalist inşa yolunda mobilize edebilmenin, onların özverilerini sürekli kılabilmenin, yani son tahlilde iktidarı koruyabilmenin tek çaresi budur.

§-82. Şimdi yukarıda bahsettiğimiz araçlara geçebiliriz. Birinci araç, eğitimdir. Burada, normal olarak yürütülecek olan devrimci ve enternasyonalist propagandanın dışında bir şey söylüyorum. Bütün bu ekonomik gerçekler ve bu gerçeklerin bilinçle ilişkisi insanlara anlatılabilir. Sosyalizmin inşa sürecini nasıl görüdüğümüzü bütün gerçekliğiyle ortaya dökebiliriz. İnsanların ihtiyaçlarının hangi temelde karşılanacağını, bilinçle ihtiyaç arasındaki ilişkiyi, hiçbir şeyi gizlemeden anlatabiliriz. Hruşçof’un 1980 yılında komünizme geçileceğini ilan etmesi gibi desteksiz atışlara ihtiyacımız yoktur. Aleyhimize çalışır. İnsanlara, kademe kademe daha insanca yaşayacakları sözünden başka bir söz veremeyiz. Herşeye rağmen eğitimin etkisi sınırlıdır, tek başına yetmez. Ayrıca, yığınlardan önce eğitimcinin eğitilmesi, eğitimciyi eğitecek olanın eğitilmesi… gereklidir. Yine dönüp dolaşıp, ideolojik formasyonu yükseltmenin birincil önemde bir görev olduğu sonucuna ulaşırız.

§-83. İkinci araç, yığınlara örnek olmaktır. Özellikle bu tüketim ve ihtiyaçlar konusunda söylediklerimizle devrimci kadroların yaşam standartları arasında bir çelişki bulunmamalıdır. Kalifiye ve kıdemli bir işçi, sosyal artıktan ne kadar pay alıyorsa, kişisel olarak bir devlet başkanı da sosyal artıktan o kadar pay almalıdır –ki kendisi sadece kalifiye ve kıdemli bir işçidir. Sosyalizmi kurmak gibi dünyanın en heyecanlı ve zevkli işi dururken, bir devrimci kadro tutup birtakım ev eşyalarının kişisel özel mülkiyetiyle ilgileniyorsa, onun formasyonunda bir sakatlık, daha doğrusu bir ilkellik vardır. Böylelerini doğruca fabrikaya sokmak lazım. Tabii burada suistimallerin tamamen önlenebileceğini söylemek istemiyorum, ama azaltılabilir.

§-84. Reel sosyalizmin çöküşünde çeşitli sosyalist ülkelerin parti yöneticilerinin pisliklerinin, rüşvet-irtikap-yetki suistimali-haksız döviz biriktirme-iltimas-aile fertlerine torpil-kişisel birikime yönelme-özel hastaneler, klinikler-özel çarşılar-aşırı imtiyazlar vb. türünden olguların gözler önüne serilmesinin önemli bir rol oynadığı ortada. Bir dostum, komünist partisi yöneticilerinin bu boyutuyla zengin bir kast şeklinde mütalaa edilemeyeceğini ve bu tür pisliklerin batı basınında aşırı abartıldığını söyledi. Bence aşırı abartma olgusu, abartmanın ölçüldüğü cetvele bağlıdır. Gerçekten bugün kapitalist ülkelerde yönetici sınıfın, devletin ve tekellerin tepelerinde oturanların sergilediği kişisel birikim ve tüketim düzeylerine bakıldığında, örneğin bir SBKP MK’sının imtiyazları ve yolsuzlukları devede kulak kalır. Örneğin bir Özal hanedanınkine bile yaklaşamaz. Ayrıca da, sosyalizmin yönetici sınıfının yalayıp yuttuğu, suistimal ettiği miktar, sosyalizm altında üretilen sosyal artığa göre çok mikroskopik kalır. Önemsizdir. Sosyalizmin yöneticileri de öyle sandılar, yedikleri haltları üretilen sosyal artığın kütlesine göre ve kapitalizmin yöneticilerinin yediği haltlara göre ölçtüler, çok makul buldular. Sosyalizmin yöneticilerini ölçmede kullandığımız cetveli, üretilen sosyal artığa ya da kapitalizmin yöneticilerine tutarak kalibre edersek, elbette batı basınının aşırı abartma yaptığı sonucuna ulaşırız. Ama iğrenç batı basını cetveli böyle kalibre etmiyor. Çok bilinçli, çok anti-komünist bir sınıf konumundan konuşuyor : “Hani sosyalizmin idealleri şöyleydi, şöyleydi ? Bu ideallere ne oldu ?” diyor. Zafer sarhoşluğunun adeta zevkini çıkarıyor. Cetveli, sosyalizmin bu aynı yöneticilerinin kendi ağızlarından yıllardır yaptıkları ideolojik deklarasyonlara, iddia ettikleri sosyalist ahlâk standartlarına göre kalibre ediyor. Doğru yapıyor. Niye kapitalizmin yöneticilerine göre ölçsün ki ? Bunların durumu anormal değil ki, zaten kapitalizmin felsefesi böyle diyor, “Sen de çalış, sen de zengin ol” diyor, “hamallıktan patronluğa yükselenlerle” ilgili binlerce kitap yazılmış, binlerce film yapılmıştır. Servet olgusuna asla düşmanlık yapılmaz. Kapitalizm, aynı zamanda, “bal tutan parmağını yalar” diyor. Hatta daha ilkel düzeylerde “devlet malı deniz yemeyen domuz” dediği bile oluyor. Öte yandan kapitalizmde “sterotip politikacı” zaten iğrenç, bencil, üçkağıtçı bir tiptir. Zaten “namuslu” politikacı yoktur. Bu anti-politikacı propagandasının arkasında yığınları politikadan uzaklaştırmak isteği yatar. Bütün bunların tam tersini benimseyenler bizleriz. Onun için batı basını cetveli bizim savunduğumuz ideallere tutarak kalibreliyor. Cetveli böyle kalibre etmenin altında “insan karakteri değişmez, sosyalizmin eşitlik iddiaları bir hayaldir” düşüncesi yatıyor. Yığınların bilinçaltına bugün verilen mesaj budur. Böyle ölçünce, bir komünist partilinin cebinde bulunan bir amerikan doları bile, sosyalizme ihanet oluyor. O kişinin illâ zenginlik ve sefahat içinde yüzmesi gerekmiyor. Ama bir amerikan senatörünün banka hesabında bir kaç milyon dolardan daha az parası varsa, eş-dost-ahbap-tekel yöneticilerinden oluşan geniş bir kişisel ilişkiler ağı yoksa, zaten o kişi senatör seçilemiyor. Kapitalizmin yöneticileri yasallıklarını kapitalizmin bencil mantığından alır, sosyalizmin yöneticileri ise ilkeselliklerinden alır.

§-85. Küba’da toplumun sorunlarını anlamış olmasında ve eksikliklerine rağmen sosyalizmi sahiplenmesinde, Kastro’nun samimiyetinin ve sade bir yaşam sürmesinin de bir rolü olduğuna kuşkum yok.

§-86. Demek ki devrimciler, inançlarıyla davranışları arasında bir çelişki yaratmamak zorundadırlar. Azı paylaştırırken ve neden azı paylaştırmak zorunda kaldıklarını anlatırken, kendileri de bu sürecin bir parçası olmalıdırlar. En ufak sapma, binlerce yıldır sömürülen yığınların kollektif bilinçaltındaki virüsü, ilkel duyguları harekete geçirir.

§-87. Üçüncü araç, işçi ve emekçileri sık sık dış ülkelere geziye göndermektir. Büyük bir olasılıkla metropoller onlara turist vizesi bile vermeyecektir. Zaten asıl ileri kapitalist ülkeleri değil, komşu ülkeleri, Bangladeş’i, Çad’ı, Hindistan’ı, Afrika ülkelerini, kapitalizmin pençesinde kıvranan ülkeleri ve bir de Küba’yı görmeleri lazım. Bu tür seyahatlara döviz önceliği olmalıdır. Kesinlikle döviz israfı değildir.

§-88. Başka araçlar da bulunmalıdır. Ama bütün bunlar hâlâ yeterli değildir. Bütün bunlara rağmen, sosyalizmin inşasına direnen, böylece sosyalist bilinçlenme sürecinin kendisini reddedenler olacaktır. Bu şaşkın insanlar için bir dördüncü aracımız var. Ellerine pasaportlarını verip ülkeyi terketmeye davet etmek. Böylelerine, yani aktif karşı-devrimcilik yapmamış olanlara karşı şiddet kullanmak, yurtdışına çıkarmamak hâlâ çok yanlıştır. Bütün bir dünyanın baskısını mazoşist bir anlayışla üzerimize çekmektir. Adam kişisel ekonomik nedenlerden dolayı sosyalizmde yaşamak istemiyor. Zorla güzellik olmaz. Hiç lüzum yok, faydadan çok zararı olur. Bugün artık üretimin nicel ve nitel boyutlarıyla o üretim yapan insan sayısı arasındaki doğrusal ilişki hayli zayıfladı. Sovyetler’de sosyalizm kurulurken çalışacak insan sayısının büyük önemi vardı, emek kıttı. Yurtdışına serbest çıkış sanayileşme sürecini hayli olumsuz etkileyebilirdi.. Bugün böyle bir serbesti rahatlıkla düşünülebilir.

§-89. Hatta bu konuda daha geniş bir program bile geliştirilebilir. Bu tür programların ana ilkesi, emperyalizmin ilave bir baskısını, durup dururken bu şaşkın herifler yüzünden üzerimize çekmemektir. Bu tür bir gönüllü dış göçe politik bir görünüm verdirtmemektir. Zaten yüzbinlerce aktif karşı-devrimci militan kaçacak. Bir de başımıza bu “ekonomik” karşı-devrimciler sorunu çıkmasın. Sosyalizmde yaşamak istemeyenlerin yurtdışına kaçış masraflarını bile karşılayabiliriz. Hatta hatta, bu defetme sürecini uluslararası bilirkişilerin gözlemelerine izin verebiliriz. Eminim bu konuda kozlar bizde. Çünkü bizden değil, o kaçtıkları ülklerden kaynaklanan “küçük” bir sorunları olacak : Kendilerine oturma ve çalışma izni verecek bir kapitalist ülke bulamayacaklar. Büyük bir çoğunluğunun böyle bir vizeyi alamayacağından ve süklüm püklüm gitmekten vaz geçeceğinden eminim.

§-90. Kapitalizmin bilinçten tasfiyesi ve yerine sosyalist bilincin girmesi için, ve bu sürece yardım edecek araçların uygulanabilmesi için bir önkoşul vardır ki henüz bu önkoşuldan konuşmadık : Sosyalist inşanın daha birinci gününde, işçi sınıfının ve diğer emekçi yığınların sosyal kabul görmüş temel ihtiyaçları karşılanabilmeli, insanlar bir gün önceki kapitalizmi aramamalıdır. Daha bu birinci gün bu minimum hattın, bu minimum hayat standartları düzeyinin üstünde kalmalıyız. Bu konuyu 7nci tezde açacağım.

§-91. Altıncı tezi noktalıyorum : Sonuçta aktif yığın demokrasisini ne ölçüde gerçekleştirebileceğimiz, özünde tarihsel faktörlere ve bu faktörlerden doğan bir ikilemi, iktidarı korumakla sosyalizmin inşasının maddesini ve bilincini derinleştiremek arasındaki ikilemi, optimum politikalarla aşabilmemize bağlıdır.

§-92. Gördüğünüz gibi hep nesnel bir çerçevede kalmaya çalışıyorum. Yığınların devrimci coşkusu, özverisi, tarihin bu dönüş anında açığa çıkacak olan devasa politik enerjisi, devrimci saflara akacak yüzbinlerce insanın çelik iradesi gibi çok önemli unsurlar, hep gelişmeleri olumlu yöne doğru iten unsurlardır. Konuları, bu çok önemli unsurları kasten önemsemeyen bir çerçevede inceliyorum. Böylece, öznelin düzeyinde beterin beteri durumunda, nesnelin hareketini anlamaya çalışıyorum. Devrimi devrim yapan bu unsurlar tabii ki devreye girecek ve elimizi hep rahatlatacak. Önemli olan, ‘Nesnele nasıl müdahale edelim de bu unsurların olumlu etkisini sürekli kılabilelim, hep yaşatabilelim, yani sosyalizmi kurabilelim ?’ sorusuna bilimsel yanıtlar bulabilmektir.

*

Tez 7 : Türkiye sosyalizme, şimdiye kadar devrim yapmış bütün ülkelerden daha ileri bir noktadan geçecektir.

Başlıbaşına bir konu olduğu ve tartışmaya çok açık bulunduğu için sadece ana hatlarını çizmeye çalışacağım.

§-93. Türkiye proletaryasının sosyalizmi kurma sürecine tarihsel faktörlerin müdahalesi, Ekim Devrimi Rusya’sından, Doğu Avrupa ülkelerinden çok daha başedilebilir bir düzeyde olacaktır.

§-94. Türkiye işçi sınıfının tarihsel kökleri, örneğin bir İtalyan, bir Japon hatta bir Alman işçi sınıfınınkinden çok fazla uzakta değildir. Türkiye proletaryası, sosyalizmi ilk kez kurmak gibi bir bilinmeyenle karşı karşıya değildir. Köylülüğün ağır baskısı altında da değildir.

§-95. Üretken güçler sosyalizmi aşırı derecede zorlanmadan kuracak düzeyde gelişmiştir. Bir sürü sektörü aynı anda geliştirebilecek ve dünya kapitalist sistemiyle korkmadan ticari ilişkilere girebilecek bir üretken yapıyı ve birikimi devralacağız. Üretim düşük değildir, özellikle tüketim malları sektörünün kapasitesi yeterlidir. Türkiye, kapitalist mantığın bir türlü harekete geçiremediği büyük kaynaklara sahiptir. Dünya kapitalist sisteminin ambargo türünden baskılarından sıyrılabilir. Cehaletimiz yüzünden ne kadar kaynak israf edersek edelim, yine de kapitalizm kadar kaynak israf edemeyiz. Ülke kendini besleyebilir. Altyapısı güçlüdür. Konut sorunu çözülemeyecek bir sorun değildir. Hizmet sektörü oldukça gelişmiştir. Özüyle değil ama örgütlenme düzeyiyle eğitim, özü ve altyapısıyla değil ama personel ve ekipman parkıyla sağlık hizmetleri, benzer ülkelerden ileridir. Nüfus büyüktür ve gençtir. Emek kıtlığı diye bir sorunumuz olmayacaktır. Dileyen istediği cehenneme serbestçe defolabilir. Yani kısacası azın paylaşımının örgütlenmesi, büyük bir sosyo-ekonomik deformasyon getirmeyecektir. Kanımca 6. tezde, yığınların sosyalist bilincini geliştirme konusuyla ilgili olarak sözünü ettiğim araçları çok etkin bir biçimde kullanabileceğiz. Bu olanak vardır. Yığınlara gerçekleri olduğu gibi anlatarak ve onları bütün ekonomik kararlara “suçortağı” ederek, çok yol alabiliriz. Yığınların sabrını, samimiyetimize karşılık ve uzun bir süre için ödünç alabiliriz.

§-96. Devrim hangi tarihsel konjonktürde olur, onu bilemeyiz. Türkiye’de bir devrimin emperyalizme karşı korunması sorunu, her devrim için varolan bir sorun düzeyindedir. Hatta şimdi Türkiye’nin gerileyen jeostratejik önemi nedeniyle o konuda bile bir nefes alabilecek alanımız vardır. Bunu söylemekle emperyalizmin silahlı müdahalesi olasılığı yoktur demek istemiyorum. Proletarya, nasıl bugün burjuvazinin pazarını ve devletini korumak için askere gidiyorsa, devrimden sonra da kendi öz mevzisini, bu kez emperyalist müdahaleye karşı koruyacaktır. Bu noktada taviz verilemez.

§-97. Bugün devrim olsun, yarın emekçi insan dünkünden daha düşük bir hayat standarında yaşamayacak. Daha ilk günden emekçiler daha iyi yaşıyacaklar. Sosyalizmi kurmaya başlayacağımız verili maddi temel bunu mümkün kılıyor.

§-98. Bir dosta, “Sosyalizmi kurma sürecine geçtiğimizde, yığınların günlük yaşamlarının en kötü maddi koşulu birinci günkü koşullardır. Kapitalizmin yığınlara verebildiğini biz daha ilk günden verebiliriz. İnsanlar daha ilk günden iyi yaşayacaklar.”, dedim. Ve bunları büyük bir heyecanla, adeta bir keşfin heyecanıyla söyledim. Bana “Bunu herkes söylüyor”, dedi. Doğru bunu herkes söylüyor, ve ben bunu herkesin söylediğini daha yeni algılıyorum. Dost, beni bir anlamda uykumdan uyandırmış oldu.

Oysa böyle bir şeyi söyleyebilmek çok uzun, ciddi, zahmetli bir araştırma ister ve ben kapasitemin sınırları içinde yıllardır böyle bir araştırmayı sürdürmeye çalışıyorum. Hâlâ da vardığım bu sonucun bilimsel olarak çürütülemeyeceğini iddia edebilecek durumda değilim.

Sonra, “sosyalizmde daha baştan yaşam daha iyi olacak” savını söyleyen o “herkesi” düşündüm. Çoğu ciddi değiller. Özlemlerini nesnel veri sanıyorlar. Tabiri caizse işkembeden atıyorlar. Sanki “devrimi yaptıran allah büyüktür, sosyalizmi de kurdurur” gibi bir şey. Bu aynı kişilere, Türkiye’nin Gayrisafi Milli Hasılası’nı sorsan bilmezler. Herhangi bir para birimi cinsinden, kaç haneli olduğunu bile bilmezler. 10 mu 100 mü 1000 mi ? Kişi başına düşen geliri bilmezler. Sanayi katma değerini de bilmezler. Son on senenin herhangi bir senesinde ekonominin büyüme hızı ne olmuştur, onu da bilmezler. Merak da etmezler. Bir köşede bıyık burarak işçi sınıfının duyarsızlığına hayıflanmak varken böyle zahmetlere girmek istemezler. Çünkü bütün bunlar “kapitalizmi ilgilendiren” şeylerdir. “Devrimcilerin böyle boş bilgilere ihtiyacı yoktur”. Oysa bunlar çok önemli. Devrimin sosyalist inşaya başlamak üzere kapitalizmden aldığı maddi temelin ölçüleri. Sanki bu maddi temel, çeşitli ifade şekilleriyle Türkiye ekonomisinin yaratabildiği toplam değer, Türkiye sanayisinin maddi kapasitesi, Türkiye ekonomisinin gücü vb hemen o birinci gün değişecek. Mülkiyeti değiştirdiğinde sanki sihirli bir el ülkeyi cennete çevirecek. Hem bu “kapitalizmi ilgilendiren” şeyleri bilmez, hem de “sosyalizm daha baştan yaşamı iyileştirecek” diye, af buyrun, işkembeden atarlar. İşin kötüsü, işçi sınıfı böyle devrimcilerin işkembeden attığını da çok iyi sezer, hiç kulak asmaz. Sonuçta ne olur ? Bilimsel olarak kanıtlanabilecek bir sav, sosyalizmle işçi sınıfını buluşturmada çok önemli bir rol oynayabilecek bir sav, işçi sınıfına beyinden değil de işkembeden sunulduğu için ciddiyetini ve inandırıcılığını kaybeder. Çok önemli bir saptama, boşboğazlık yüzünden işçi sınıfından gizlenmiş olur.

§-99. Türkiye’de burjuva diktatörlüğünün kalıcı işleyiş biçimi artık burjuva demokrasisidir. Faşist diktatörlükler rejim düzleminde çabuk tükeniyor, kalıcılaşamıyor. Bundan sonra da kalıcılaşamayacak gibi görünüyor. Burjuva demokrasisi oturmuştur. Daha doğrusu hayatın içinde oturmuş, bizim kafamızda oturmamıştır. Demokratlık bizim burjuvazinin üstünde çok eğreti gözüken bir elbise, ama yine de elbise. Orasından burasından patlar, çatlar, daralır, genişler, o başka…

§-100. Yıllardır bir metot hatası yapıyoruz. Burjuvazi bir yüzyıldır devrimcilere kurşunla, işkenceyle, zindanla saldırdığı için, buna tepki olarak yaptığımız bir metot hatası. Kafamızda, “Bir burjuva demokrasisinde şunlar şunlar olmalıdır” diye bir soyut tanım yapıyoruz. Sonra bu soyut cetvelle Türkiye’de gerçekte varolan burjuva diktatörlülüğünü ölçüyoruz. Bizim tanımın elementlerinin çok gerisinde bir burjuva demokrasi buluyoruz. Bir kere kafamızda böyle soyut bir burjuva demokrasisi kavramı olmamalı. Çünkü bu kavram öyle soyut felsefi bir kavram değil, tarihin genel hareketi içinde ortaya çıkmış tarihsel bir kategori, ve çağına göre içeriği ve unsurları değişiyor. Böyle soyut bir cetvelle ölçmeye kalktığımızda, dünyada hiçbir çağda ve hiçbir ülkede tam bir burjuva demokrasisinin yaşanmamış olduğunu görürüz. Böylece soyutta burjuva demokrasisini yüceltmiş, ve ona hiçbir yerde hiçbir zaman sahip olmadığı birtakım özellikleri yüklemiş oluruz. Özünde bir sömürü düzeninin, bir sınıf diktatörlüğünün üstyapı biçimidir. Burjuvazinin kendi içindeki konsensusu kansız bir biçimde oluşturmaktan ve sömürü düzenini sürekli kılmaktan başka bir tarihsel misyonu yoktur. En gelişkin uygulamasında bile rezil, mide bulandırıcı ve insanı insanlıktan çıkaran bir düzendir. Öyleyse bir ülkedeki burjuva demokrasisini böyle soyut bir tanımın mutlak unsurlarına göre değil, hayatın içinde varolan başka burjuva demokrasilerine göre derecelendirilmiş göreceli bir cetvelle ölçebiliriz. Bu durumda da ölçme, en ileri burjuva demokrasisine göre yapılamaz. Kapitalizmin ve burjuvazinin doğuşu ve gelişim süreci tarih içinde benzeşen ülkeler kıyaslanabilir. Yani Türkiye’deki burjuva demokrasisi, bir Amerikan, İngiliz, Fransız demokrasileriyle değil, kendi kategorisindeki ülkelerin burjuva demokrasileriyle karşılaştırılabilir. Suriye, Irak, İran, Pakistan, Güney Kore, Filipinler, Latin Amerika ülkeleriyle vb kıyaslayabiliriz. O zaman Türkiye’de “aşırı” bir burjuva demokrasisi olduğu ortaya çıkacaktır. Hatta hatta, Türkiye’deki burjuva demokrasisinde varolan bazı unsurların Fransa’daki, İngiltere’deki burjuva demokrasilerinde bulunan aynı unsurlardan daha ileri olduğunu bile kanıtlayabilirim.

§-101. Burjuva demokrasisi oynaktır. Genişliği, o ülke kapitalizminin nesnel çıkarlarıyla işçi sınıfının gücü arasında karşılıklı ilişkinin oluşturduğu geçici bir dengeye dayanır. Filanca unsuru bugün vardır, yarın yoktur. Bugün olmayan bir unsuru da yarın vardır. Önemli olan şudur : Biz bugün Türkiye işçi sınıfına dönüp şunu diyebiliyor muyuz ? : “Bak, Türkiye kapitalizminin nesnel çıkarlarıyla uyumlu olarak bu burjuvazi sana bu kadar bir demokrasi verebiliyor. Yarın bunu da kısabilir. Sen buna razı mısın ? Öyle veya böyle, bu berbat düzende sömürülmeyi bir veri olarak kabul ediyor musun ? Burjuva demokrasisi kendi içinde kalıcı bir son değildir, bu nedenle kendisi uğruna savaşılacak bir son değildir. Bunu genişletmek için savaştığında bu demokrasinin mutlak sınırlarını da gözlerinle göreceksin ve devrimden başka nesnel çıkışın olmadığını anlayacaksın”.

§-102. Türkiye’de burjuva demokrasisinin varlığı, ilerde aktif yığın demokrasisinin yerleşmesini kolaylaştıracak unsurlardan biridir. Diğer bir deyişle, proletarya diktatörlüğünün daha baştan aktif yığın demokrasisi (ya da sosyalist demokrasi) şeklinde işlemesinin önünü açıcıdır. Burjuvazinin demokrasisiyle, proletaryanın demokrasisi arasında her iki sınıfın devletlerinin özündeki karşıtlıktan gelen bir karşıtlık vardır. Özde siyahla beyaz kadar benzeşirler. Ama biçimde, bazı mekanizmaların yerleştirdiği bazı işleyişler, bazı toplumsal alışkanlıklar benzeşir. Oy atmak gibi, kurum-kişi ilişkisi gibi, mağdur kişinin hakkını araması gibi. Örneğin bugün artık hiçbir güç insanların oy atma hakkını uzun süre ortadan kaldıramaz. Burjuvazinin egemen olduğu bir dünyada yarım yüzyıl az bir zaman değildir ve bu insanlar yarım yüzyıldır oy atıyorlar. Belediyelerle, vergi daireleriyle, tapuyla, askerlik şubeleriyle, polisle boğuşup didişiyorlar. Danıştaylara, anayasa mahkemelerine, yargıtaylara başvurup duruyorlar. Özü önemli değil, devlet aygıtının, genelde üstyapının orasını burasını dürtükleyip duruyorlar.

§-103. Burjuva demokrasisinin yarattığı yeni vatandaş tipi konusundaki yanlış bir değerlendirmenin politik olarak ne anlama geldiğinin en iyi ve taze örneği, herhalde Mustafa Kamil Zorti’nin “acıklı” politik kariyeridir. Toplumu çok geri sanıyordu. Faşizme, o geriliğe uygun ilkel bir çizgide taban aradı. Basit ve ilkel formülleri salya saçarak topluma iletmenin yeterli olacağı hesabını yapıyordu. Bol salyalı ve mutlaka herbirinin “tarihî” olduğunu düşündüğü konuşmalarının ardı arkası kesilmedi. Ama kimse ciddi bir şekilde dönüp dinlemedi. Kervan yürüdü. Onun için olsa gerek, şimdi de kendini resimle ifade ediyor.

§-104. Türkiye’de sivil toplum ne kadar geri olursa olsun, bir zamanların Rusya’sındakinden ileridir. Bu da ilerde aktif yığın demokrasisinin önünü açıcı bir unsurdur.

Bu insanların sosyo-politik yapısını iyi anlamalıyız. Yıllardır en tepedeki devlet adamlarına diledikleri gibi küfrediyorlar, politikacılarla alay ediyorlar, fıkra değil fıkra serileri uyduruyorlar. Politik mizahın dünyada en geliştiği ülkelerden biri Türkiye’dir. “Vatan-millet-Sakarya” diyorlar, “Atam sen kalk da ben yatam” diyorlar “…larda yüzen alsancak” hiçbir heyecan uyandırmıyor, bayrağa dönüp bakan olmuyor. Heykeller kimsenin umurunda değil. Yani ulusal simgeleri, “değerleri” kemirip duruyorlar. Hiçbir ulusal tabu tanımıyorlar. Bu nedenle burjuvazi, ulusal temelde büyük bir anti-komünist mobilizasyon gerçekleştiremeyecektir.

§-105. İnsan heykelleri konusu önemlidir. Yüklenen politik anlamın hedef alınan topluma etkisi o toplumun gelişmişliğinin göstergelerinden biri olabiliyor.

Bir güncel konuya kısaca değinmek istiyorum. Devrimcilerin bir bölümü, politik değil romantik nedenlerden ötürü, Lenin’in mumyasının Kızıl Meydan’dan kaldırılmasının gündeme gelmesine üzüldü. Anlaşılır gibi değil. Yahu orada yatan bir ceset. Provokatif bir biçimde aşırı vurgu endişem olmasa leş diyeceğim. O türbedeki cesetle Lenin’in ne ilgisi var ? Uyanalım, bırakalım artık bu ilkelliği. Değil komünizme, 5000 sene önceki Eski Mısır’a bile yakışmıyor. Çok ilkel dinlerin birtakım esrarengiz ritlerine benziyor. O cesedi orada, o türbede öylece teşhir etmek en başta Lenin’e hakaret. Lenin’in son arzusuna, şahsına, tarihsel anısına ve eserine hakaret. Oraya gelenler ne için geliyor ? İlkel, garip ve sağlıksız bir merakı tatmin için. Başka bir şey için değil. Bir kısmı da, Lenin’den tek bir satır okumadığı halde utanmadan o cesedi görmeye geliyor. Lenin o ceset değildir. Lenin, eserleridir, eylemidir. Lenin devrimdir ; din değil, turizm değil. Bir kısmı da Lenin’in cesedini görmekle sosyalizme karşı görevini yapmış gibi hissediyor kendisini. Bu konuyu karşı-devrimciler zorluyor bugün. Tabii ki, ve ne yazık ki, kaldırılmasına karşı çıkmak lazım. Çünkü politik savaşın odaklarından biri oldu. Onu dün bizim kaldırıp gömmemiz lazımdı, bugün karşı-devrimcilerin değil… Başta belki bu mumyada bir politik anlam buldular, ama aradan 70 sene geçti. Bu konuyu bugünkü politik güçler dengesinin eline bıraktığımızdan dolayı, karşı-devrimcilere değil, kendimize kızmamız lazım. Kime kızacağımız konusunda bu nüansı kaçırmak, olup bitenlerden hiç ders almamak demektir. Üzülmek boştur.

Büstler, insan heykelleri için de öyle. Belki başta bir politik anlamı vardı, ama bugün artık güvercinlerden başka kimin ilgisini çeker ? Marks’a, Engels’e, Lenin’e ve diğer büyük devrimcilere gerçekten saygı göstermek, onların devrimci anısını yaşatmakla mümkündür. Okullarda Lenin’i ve leninizmi öğretirsin. Devrim müzeleri kurarsın, kişisel eşyalarını, filmlerini, resimlerini, heykellerini görmek isteyenler gider orada görür. Enstitüler kurarsın. Eserleri üzerinde derin araştırmalar örgütler, bu araştırmaları yayınlar, ihtisas kürsüleri kurar, burslar verirler vb. İnsan biçimli birtakım kaba saba taş parçalarının ne anlamı var ? Biz zamanında kaldırmalıydık. Şimdi artık çok geç. Yine de karşı-devrimciler tarafından kaldırılmasına karşı çıkılmalıdır, çünkü sınıf mücadelesinin bir odağı olmuştur. Mücadeleyi bu ilkel düzeylere biz çektik.

Bunları şunun için söylüyoruz. Türkiye emekçisine şimdiden söz verebiliriz. Kesinlikle insan heykelleri dikmeyeceğiz. Devrimci türbeler kurmayacağız. Çünkü toplumun kendisinin bu ilkellikleri aştığının bilincindeyiz. Devrimin abideleri dünya çapında hayranlık uyandıracak gerçek devrimci sanat eserleri olacak.

§-106. Toplumun sosyal ve kültürel yapısında bugün gözlenen yozlaşma geçicidir, derinde yatan öz stok zengin ve sağlamdır. Bu konuda alevilikten öğrenecek çok şeyler olduğuna ben de inanıyorum. Önümüzdeki düşmanlardan biri din olduğuna göre bu tarihsel dinsizlik ideolojisini incelemek zorundayız. Bence henüz tam algılayamadığımız, inanılmaz büyük ölçekli bir tarihsel hazineye sahibiz.

Aynen “ulusal” temel gibi, “din” temeli de, burjuvazinin sosyalizme karşı istediği çapta mobilizasyonları gerçekleştiremeyecek derecede geri kaymıştır. Türkiye’nin işçi sınıfı ve emekçi yığınları, çok derinlerde dinsiz yığınlardır. Ama hakim sınıf ve sosyal çöküntü, onun bir şeye inanması yönünde baskı yapıyor. Bu nedenle bir bölümü dine sarılarak kendisini dindar gibi göstererek kendini kandırıyor, dine inandığını sanıyor. Türkiye’de genelde toplumun tanrıyla ilişkisi çok ilginç bir ilişkidir. Bu konu üzerinde düşünmeliyiz. Bazı yaygın olgulara kısaca dikkat çekmekle yetineyim. Hıristiyanlıkta ‘blasphemy’ diye bir kavram vardır. Yani ‘tanrıya saygısızlık etme, mukaddesata hürmetsizlik’ gibi bir anlama geliyor. Tanrıya karşı, karşısındakinin “dini duyguları incinebilir” diye küçücük eleştirel bir nazire dahi yapılmaz. İslamiyette bu kavramın karşılığı “küfr”, ama ilginçtir insanlar yıllardır Türkiye’de tanrıya da küfredip duruyorlar. Hatta en ağır küfürleri bile esirgemiyorlar. Tanrı fazla insanlaşmıştır. Belki biraz anlayışsız bir dosttur, bir içki arkadaşıdır, bir suç ortağıdır, ama asla sorun çözücü bir merci değildir, aksine sorun çözmeyeceği baştan garantili bir boş kapıdır. Şu yaygın tabirler, tanrı konusunda toplumun kolektif bilinçaltını yansıtıyor : “Allah versin” (“Sen kimsenin sana bir şey vermesine layık değilsin”in alaycı söylenişi, çünkü allahın ona bir şey vermeyeceğini biliyor), “Allah bana ben sana” (yani benden sana asla bir şey yok, çünkü Allahın bir şey vermeyeceği garanti), “İşimiz ona kaldıysa Allaha kaldı” (yani bu iş batar) vb.

Yani, bugünkü “dini diriliş”in politik etkinlik çapı tarihsel olarak sınırlıdır. Bu isterinin örgütlenmesi, burjuvazinin ekonomik stratejisine yaradığı için şimdilik destekleniyor. Bir İran ya da Cezayir’deki gibi derinlerden gelmiyor.Çünkü toplumsal formasyon ilkel ve geri değildir. Sosyalizmin önüne büyük ideolojik engeller çıkaramayacak kadar sofistikedir. Özelde bölgede, genelde dünyada “islami diriliş” altın çağını yaşarken, istisnasız bütün islam ülkelerini derinden sarsarken, bunların örgütsel düzeyde Türkiye’ye yansıması, bu diğer ülkelere göre hâlâ sınırlı kalmaktadır. Ama bu, laiklik için savaşımı gündemden kaldırmaz.

§-107. Ayrıca dinle savaş konusunda, hakim sınıfların tarih boyunca din ideolojisini örgütleme biçiminden gelen, ve yarın bize yarayacak olan avantajlarımız vardır. Ülkenin toplumsal dokusunda resmi din, tarih boyunca hep devletin altında örgütlenmiştir, hiçbir zaman devleti kendi başına örgütlememiştir.

Bir iki noktaya değinmekle yetineyim : Osmanlı İmparatorluğu özünde teokratik bir devlet değildi. Osmanlıların Halifeliği Mısır’dan alıp İstanbul’a getirmeleri o günün politik gereksinimleriyle ilgiliydi ve esasında ilerde sultana alternatif olabilecek bu ikinci makamı likide etmeyi amaçlıyordu. Bu nedenle halifelik bir kararla kaldırılabilmiş, ciddi bir sorun yaratmamıştır. Bir papalığın ya da patrikliğin böyle sivil bir otorite tarafından kaldırılıvermesi hiç düşünülebilir mi ? Hiçbir Osmanlı İmparatoru, en yüksek dini makamı işgal ediyor olmasına rağmen ve kendi toprakları içinde bulunmasına rağmen, lütfedip Hacca gitmemiştir. İslam’ın beş ana buyruğundan birini alenen çiğnemiştir. Gitmemiştir, çünkü böyle bir gösteriye politik olarak ihtiyaç duyacak ölçüde bir dini baskıyı üstünde hissetmemiştir. Hacca gitmek, “laik halife” Turgut Özal’a “nasip olmuştur”. İslamın diğer şartlarına ve genelde dinin kurallarına ne kadar uydukları da hep şüphelidir. Şeyhülislama ciddi bir yetki bırakmamışlardır. Aralarında şarapçılar, alkolikler, uyuşturucu kullananlar vb, vardır. Ve bunlar o yaşanan günlerde açıkça bilinen gerçeklerdir.

§-108. Çoğu Avrupa ülkesinde yakın dostlar arasında “politika” konuşmak adeta ayıptır. Bu ülkede ise “memleket meseleleriyle” ilgilenmeyen, “memleket meselelerini” “bilmeyen”, hatta bu konularda “kesin çözümlere” sahip olmayan bir emekçi insan yoktur. Toplumun apolitize olması ne demek, aşırı politize bir toplumdur. İstediğimiz yönde politize olmuyor, o başka…

§-109. Kısaca, tekrar vurgularsak, Türkiye’de sosyalizmin kuruluşu sürecinde, proletarya diktatörlüğünün üzerindeki nesnel-tarihsel baskı, bürokratik deformasyon yönünde değil, aktif yığın demokrasisi yönünde olacaktır. Türkiye’de aktif yığın demokrasisinin daha baştan yaşama ve gelişme şansı yüksektir. Hem tarihsel faktörlerin aşırı olumsuzluğu hayli aşınmıştır, hem de bu faktörlerden doğan ikilemi, iktidarı korumakla sosyalizmin inşasının maddesini ve bilincini derinleştirmek arasındaki ikilemi aşabilecek optimum politikaları bulabilme şansımız giderek yükselmektedir. Ekonomik temelin bugün ulaştığı gelişkinlik düzeyi de aynı yönde etki yapıyor.

§-110. Hiç kimse bu insanları sosyalizm kuracağız diyerek kurşun asker gibi sıraya dizebileceğini sanmasın. Bunun rüyasını bile görmesin. Türkiye’de bir Stalin olgusu ortaya çıkmayacak. Bütün devrimciler bir Stalin için yanıp tutuşsa ve ortalıkta Stalinler gezinse bile çıkmayacak. Bu olguyu doğuran ve yaşatan idealizasyonu Türkiye toplumu en az elli yıl önce aştı. Bu çok sevinilecek bir durumdur. Bir Stalin tartışması, bugün Türkiye’de artık akademik bir tarih tartışmasıdır, politik bir tartışma değildir.

§-111. Ana sorunumuz–ki bu Türkiye’nin özel bir sorunu da değil– ideolojik sorundur. O konuda da önümüzde çözülen reel sosyalizmin hem negatifinden hem de pozitifinden engin bir deneyim hazinesi duruyor.

*

§-112. Türkiye’de sosyalizm üzerine kafa yormalıyız. Bu tezler bu yolda bir katkıdır. “Devrimi yapalım gerisini sonra düşünürüz” diyenler, gerisini hiçbir zaman düşünecek bir konumda olmayacaklar, çünkü gönül verdikleri o devrim onları ezip geçecek. Aktif yığın demokrasisine inanmayanlara, demokrasi olgusunu algılamayanlara gelince, onları ikaz edelim. Başta işçi sınıfının öncülük ettiği yığınlar, toplum, son elli yıldır giderek hızlanan bir süreç içinde son derece dinamik bir yapı kazandı. O toprakların derinliklerinde sosyalizm bir volkan gibi gürüldüyor. Kimse bu volkan patladığında “Ben o lavları şöyle şöyle akıtırım” diye hesap yapmasın. Lavlar, küçük pınarlar için yapılan hesaplara göre akmaz. Kimse kendi geriliğini nesnel ve tarihsel koşulların geriliği sanmasın.

§113. Türkiye’yi güzel bir sosyalizm bekliyor. O randevuya layık olup olmamak büyük ölçüde kendi elimizde.

*

11 Nisan 1992

METİN-SONU EKİ :

Bu yazı SORUN dergisinde yayımlandı (SORUN, nº 15, Mart ’90) .

GORBAÇOV DÖNEMİ SONA ERDİ

31 Ocak 1990

Gorbaçov bitti. Tarihsel misyonunu tamamladı. Bir dönem kapandı ve yeni bir dönem açıldı. Bu yeni açılan dönemde, özellikle Gorbaçov’un yerine getirebileceği, özellikle Gorbaçov’un üstlenmesi gereken bir işlev yok artık. Gorbaçov, bundan böyle, karşı-devrimci gelişmelerin ‘olmazsa olmaz’ şartı değil artık. Gorbaçov bu anlamda bitti. Marksizm-Leninizm iddiasından çoktan vazgeçmişti, bu nedenle kendisinin ideolojik-teorik bitişinden bahsetmiyoruz. Onun ideolojik konumlarını artık öbür sosyal demokratlar değerlendiriyor. Gorbaçov, tarihsel ve politik olarak bitmiştir. Bu bir. Sosyalizmden kapitalizme geçiş sürecinde, elinden ne kadarı geliyorsa o kadarını yapmıştır. Bundan ötesi için kendisini baştan aşağı yenilemesi gerekiyor.

Altını çizelim : Gorbaçov, dünya karşı-devrimci sürecine getirebileceği tüm karşı-devrimci açılımları tüketmiştir. Yeni karşı-devrimci açılımlar için emperyalizm-Gorbaçov işbirliği artık eskisi kadar hayati değil. Yapacağını yapmıştır ancak, yeni açılımlar için, kendine biçtiği misyon içinde, politik gücü kalmamıştır. Bu, Gorbaçov’un, ya da daha doğru bir deyişle Gorbaçov olgusunun, tarihsel-politik planda tükenişidir. Buradan ikinci noktaya bağlanıyoruz. Gorbaçov, kendi yarattığı karşı-devrimci dalganın altında kalmıştır. İnisiyatifi elinden kaçırmıştır, karşı-devrimci öznel müdahalesini sürdürebileceği araçların büyük bir bölümünü kaybetmiştir. Kendi kaderini kendi tayin edebilme kapasitesini yitirmiştir. Bu da Gorbaçov’un örgütsel planda tükenişidir. Bu iki. Takvimsel olarak ne zaman gideceği ise tamamen kendi dışındaki gaktörlerin durumuna bağlı, bu yazımızdaki çözümleme açısından da önemli değil. ‘Kişisel politik kariyer’ anlamında ‘Gorbaçov’un kaderi’ konusuna geri geleceğiz.

Önce sosyalist dünyadaki gelişmeleri genel olarak ele alalım. Bu yazımızda ‘Neden böyle oldular ?’ sorusuna yanıt aramayacağız. Çözülüşün nesnel ve öznel derin nedenleri vardır ve bunlar çok geniş kapsamlı bir araştırmanın konusudur. Burada biz, ‘Neden oldu ?’yu değil, “Ne oldu ?’yu incelemeye çalışacağız.

Zaman zaman doğada ve toplumda öyle bir tekil olay ortaya çıkar ki, ortaya çıkış şekli ve hızı, durağan zamanlarda derinlerde yatan süreçleri, nicel birikimi, normalinde gözlenmesi zor olan evrensel dinamikleri bir anda gözler önüne serer. Kendi tekilliğini aşar, niceliğin niteliğe dönüşme anınını işaretler. Ya büyük bir teorik yıkıma yol açar ; teorik modelleri, yöntemleri, temel varsayımları çöpe atar ; ya da teoriyi arındırır ve zenginleştirir ; giderek teorinin yerini alan pratiği mahkum eder ; giderek teorinin kendisi sanılan ve teorinin çarpık pratiğinden çıkan hataları, çözümlemeleri ayıklar, teoriyi eski sağlığına kavuşturur, teorinin zenginleşebileceği yeni bir dönem açılır.

Toplumsal harekette böyle tekil bir olayın ortaya çıkabilmesi için öznelin nesnel süreçlere müdahalesi gerekir. Avrupa’da Arnavutluk dışındaki sosyalist ülkelerde ortaya çıkan çözülme böyle bir olaydır. Çok uzun zamandır işleyen nesnel süreçlerin üzerine gelen öznel müdahale sayesinde ortaya çıkmıştır.

Evrensel dinamikler, bütün örtülerinden ve şimdiye kadar görüntüyü bulandıran önyargılardan arınmış olarak karşımıza dikiliyor. Olup bitenler, burjuvaziye göre, büyük bir teorik yıkıma yol açmıştır : Marksizm-Leninizm ölmüştür. Hatta daha da demagojik anlatımıyla, “izmler” ölmüştür. Kendisi bir türlü maymundan insana geçemeyen, “Ademle Havvanın elmasına” takılıp kalmış kilise bile böyle söylüyor. Oportünistlere ise, hâlâ kalmışlarsa, kolay yoldan revizyonist teorisyenlik yapmak için gün doğdu. Bu çözülme, onlara göre, Marx dahil Marx’tan bu yana teorinin düzeltilmesini gündeme getirmiştir. Biz ise bu çözülmeye, teorinin doğrulanmasından öte, zenginleştirilmesine de büyük bir olanak açan bir olgu olarak bakıyoruz. Uzun yıllardır teorinin yerine geçen, teori adına öne sürülen çarpıtmalardan, bilimdışılık ve vulgar yaklaşımlardan kurtuluyoruz. Önümüzde engin bir gözlem hazinesi var. Çözülmenin nedenlerini düşünmeye, araştırmaya ve tartışmaya başlamadan önce yapacağımız şeyler var. Önce aynı nesnel realiteye baktığımızda aynı şeyleri görmemiz lazım. Nesnel durum, çok kısa zaman aralıklarında çok sayıda gözlenecek olgu üretiyor. Önem derecelerine göre bu gözlemleri ayırdedebilmeliyiz, en kritik gözlemleri seçebilmeliyiz. Bunu yaparken de teorisiz bir yaklaşımı, amprizmi reddetmeliyiz. Burjuvazinin amprizm bulutunun serpintilerinden korunabilmeliyiz. Sınıfsal bakış açımızı kaybetmemeliyiz. Bu bakış açısı içinde neyi gözlediğimizi anladıktan sonra çözümlemelere girişmeliyiz. Nedenler üzerinde bir görüş birliğine varabilme olanağımız her zamankinden daha fazladır. Siyasal tercihlerden kaynaklanan boş polemiklerle bu fırsatı kaçırmamalıyız. İşte bu yazıda, şimdiye kadar neleri gözlediğimizi açıklamaya çalışacağız.

*

Doğu Avrupa’da, Arnavutluk hariç, iktidar kaybedilmiştir. Bu yazı yazılırken emperyalizm Arnavutluk üzerinde de çalışıyordu. İktidar kaybedilmiştir, çünkü işçi sınıfı hegemonyası kaybedilmiştir. İktidardaki partiler, emperyalizmin ve Gorbaçov’un dayattığı kapitalizme dönüş stratejisinin karşısına, bir sınıfsal alternatifle çıkmadılar, çıkamazlardı da. Bir günde devrimcileşecek halleri yoktu, uzun yıllardır sürdürdükleri sağcı veya ortacı politikalarla bugünleri kendileri hazırladı. Bu ülkelerde tek partinin politik hegemonyası ile işçi sınıfı hegemonyasının bir ve aynı şey olmadığı ortaya çıktı. Kitlelerin gözünde bu ikisi, bir ve aynı şey olduğu için, erkteki bir çatlak, bütün bir sınıfın hegemonyasının kaybı anlamına geldi. Sınıf hegemonyası başka bir partide, bir devrimci güçte de ifadesini bulamadı, hegemonyayı deforme etmiş olan parti de iktidarı kaybetti. Bazılarında fiilen, bazılarında resmen. Kağıt üstünde iktidarı paylaşıyor gibi görünenler de – ki iktidar paylaşılmaz- giderek daha da gerileyen çizgilerde toplumsal meşruiyet arıyorlar. Bir kısmı ise kendisini feshedip sosyal demokratlığını ilan etti. Toplum içindeki siyasî etkinlikleri de azaldı. Yaşam, ortacılığa, oportünizme artık manevra alanı bırakmadığı için, hiçbir politika üretemiyorlar, çaresizlik içinde günlük yaşıyorlar. Üyelerini mobilize etmek bir yana, sürekli üye kaybediyorlar. Örgütsel-politik tasfiyeleri bir zaman sorunudur. Dış koşullara, ama daha da önemlisi, hegemonyayı kapan sınıfın, yani burjuvazinin, ülke içindeki örgütsel hazırlığına bağlıdır. Seçimlere kadar hiç olmazsa sosyal demokrat bir formasyon kazanmaya, aralarından bu gidişe ayak uyduramayanları ya da sicili kötü olanları, sürekli acıkan karşı-devrim canavarının önüne atarak zaman kazanmaya çalışıyorlar. Komünistlik iddiasından vazgeçtiler, sosyal demokratlıkları da pek ınandırıcı olmuyor. Koltukları kurtarma operasyonları çok acıklı bir hal aldı ve Marksistlerin ilgi alanı dışına çıktı. Daha da parçalanacaklar, hiç olmazsa küçük muhalefet partileri olarak yaşamaya çalışacaklar. Bunun da artık tarihsel bir anlamı yok. [1]

Karşı-devrimler barışçıl bir biçimde “utkuya” ulaştı. Romanya hariç…Sosyalizme barışçıl geçiş, Marksizmde zayıf bir teorik olasılık olarak ele alınır, yaşamda örneği yoktur. Sosyalizmden kapitalizme geri dönüşte, iktidarın barışçıl bir biçimde el değiştirmesi olasılığını yaşam kanıtladı. Bu geri dönüşün barışçıl olmasının nesnel temeli açıktır : İdeolojisiyle, politikasıyla, ekonomik ve askersel gücüyle burjuvazi, dünya çapında hâkim sınıftır. İşçi sınıfının dünya çapında hâkim güç olduğu, dünyanın büyük bir bölümünün sosyalizm altında yasadığı bir gelecekte de, sosyalist kuşatma altında yaşayan son birkaç kapitalist mekân, sosyalizme belki de barışçıl bir biçimde geçecektir. Marksizmin teorik bir olasılık olarak koyduğu barışçıl geçiş, belki o zaman pratikte kanıtlanacaktır. Kısacası, bu karşı-devrimlerin barışçıl bir biçimde “utkuya” ulaşması, teorik bir sürpriz değildir. Politik planda ise, işçi sınıfını temsil yeteneğini kaybetmiş partilerin, sosyalizmin savunması yolunda herhangi bir coşku yaratamadığı ortaya çıktı. Bürokratik deformasyonun aldığı boyutlar, bu parileri kendi içine hapsetmiş. Öyle ki kendileri açısından en gerekli anda bile, koltuklar ve kelleler gündeme geldiğinde bile, devrimci bir çıkışı düşünmediler. Sahneyi onurla terketmek yerine, binbir kılığa girerek üç gün daha koltuklarına yapışmayı yeğlediler. Aralarından kurban seçip durdular, suçu birbirlerine atıp saçsaça başbaşa girdiler. Acizlikleriyle komikleştiler. İnanç partileri değillerdi, kendilerine bir misyon yüklememişlerdi. Sokak baskısına bu kadar hassas olmaları, sosyalizm adına yazdırdıkları başarısızlıklarının ne kadar farkında olduklarını gösteriyor. Ellerindeki iktidarla neyi nasıl yapmak istediklerini, ülkeyi nasıl düze çıkarabileceklerini, artık kendileri de bilmiyordu. Ne bir programları kalmıştı ne de bir programı yürütecek politik iradeleri. Bu partiler, varolan durumu sürdürmenin giderek zorlaştığı karşı-devrim arifesinde, iç tutarlılıklarını da kaybettiler. İktidarı barışçıl bir biçimde vermeleri bu söylediklerimizin kanıtıdır. Siyasal krizin en üst noktasında politik irade parçalandı, ve burjuvazi iktidarı barışçıl biçimde aldı. Bütün bunların tek istisnası Romanya oldu. Çavuşesku’nun yaptıkları doğruydu, yanlıştı (Ki bizce doğruları da vardı, büyük yanlışları da…) ; Romanya bir düzlüğe doğru gidiyordu, gitmiyordu (Ki bizim için gitmiyordu) ; bunlar ayrı konu. Zaten bundan sonra bunlar tartışılacak. Önemli olan sorular şunlar : Romanya Komünist Partisi işçi sınıfı iradesini temsil ediyor muydu etmiyor muydu ? Hangi sınıf iktidardaydı ? Evet, bizce aktif yığın demokrasisinin en az, bürokratik deformasyonun en fazla olduğu sosyalist ülke Romanya’ydı, ama sosyalist ülkelerde çözülme süreci başladıktan sonra, Sovyetler Birliği dahil, dünya işçi sınıfının iradesini en yüksek düzeyde temsil eden ülke Romanya’ydı. Romanya’daki mevzinin korunamamış olması irade eksikliğinden değil, güç eksikliğindendir. Bu güç eksikliği ise bizi, başladığımız noktaya, Çavuşesku rejiminin zayıflıklarına bağlar. Dediğimiz gibi, bundan sonra bunlar tartışılacak. Proletarya diktatörlüğü Çavuşesku’nun kişisel diktatörlüğü biçiminde yürüyordu, ki bu Marksist teoriye aykırı bir durum değildir, kendisinin bir inancı ve misyonu vardı. Neyi nasıl yapacağına karar vermişti, ülkeyi düze çıkaracağına inanıyordu. Doğru ya da yanlış, bir programı vardı. Kendi iç tutarlılığını sonuna kadar korudu. Onurunu politik pazarlık konusu yapmadı, iktidarı kanıyla devretti. En haksız bir biçimde yürütülen bir sosyalist iktidar bile, burjuvaziye iktidarı geri alma hakkını vermez. Çünkü burjuvazi artık, tarihsel olarak haksız sınıftır.

İktidarların barışçıl bir biçimde devrinin işçi sınıfına bir tek yararı oldu. Sınıf güçleri tüm olanaklarını yitirmediler. Nefes alıp verecekleri, yeniden toparlanıp örgütlenebilecekleri bir manevra alanı hâlâ var. Sınıf savaşında böyle bir olanağın değerini bizler iyi biliriz. Bu ülkeler için 141, 142 henüz uzakta görünüyor. Romanya’da bu olanak, ne yazık ki yitirilmiştir. Şöyle bir soru akla gelebilir : Karşı-devrimlerin barışçıl bir biçimde “utkuya” ulaşması, bu ülkelerdeki toplumsal güçlerin sınıfsal temelde, devrim/karşı-devrim ekseninde ayrışmasının önünü kapamamış mıdır ? Bu soruya salt soyut, teorik düzeyde bir yanıt verirsek : Evet, kapamıştır. Bunun için de, bu partilere kuzu kuzu iktidarı verdiklerinden dolayı, soyut, teorik düzeyde kızıyoruz. Şiddetin sınıf güçlerini ayrıştırıcı bir işlevi vardır, bundan yararlanmamışlardır. Sorunun böyle soyut, teorik düzeyde ele alınışı bizi bir yere götürmüyor. Leninist olmayan bu partilere, ülke çapında siyasal kriz aşamasında dahi üyelerini mobilize etmekten aciz kalan bu partilere, Leninist parti özellikleri yüklemiş oluyoruz. Olağan koşullarda Leninist bir çizgi izlemeyen bu partilerin, olağanüstü koşullarda kalkıp Leninist parti gibi davranmasını istemiş oluyoruz. Şiddetin ayrıştırıcı bir işlevi vardır, dedik. Leninist olmayan bu partiler, memurlarına şiddet kullandırsaydı (Ki o memurların şiddet kullanıp kullanmayacakları de ayrı bir konu) ne olacaktı ? Toplumsal güçlerin ayrışması iktidar yanlıları/iktidar karşıtları ekseninde mi yoksa devrim/karşı-devrim ekseninde mi olacaktı ? Bizce ayrışma ağırlığıyla birinci eksen üzerinde olacaktı. Daha geri planda ve daha küçük ölçekte, devrim/karşı-devrim ekseninde ayrışan toplumsal güçler de olacaktı, ama işte bu noktada teorik, soyut düzey önemini kaybediyor : Ayrışan devrimci güçler nereye gidecekti ? Hazırda bir parti mi var ? Kurtarılmış bir bölge mi var ? İşçi sınıfı içinde, yani ayrışmanın göbeğinde mi saklanacak ? Bu yüzden yukarıdaki soruyu, iktidarların barışçıl bir biçimde teslimi toplumsal ayrışmanın önünü kapamış mıdır, kapamamış mıdır ? sorusunu, soyut, teorik bir çerçevede değil, somut, pragmatik bir çerçevede ele almalıyız. Evet ayrışmanın önünü kapadı, ama devrimciler açısından iyi mi oldu, kötü mü oldu ? Bizce iyi oldu. Sonuçları karanlık bir ayrışma adına, bu kadar suç biriktirmiş partilerin bir de kalkıp kan dökmeleri kolay kolay savunulamaz. Romanya’da durum farklıydı. İlk kez şiddete, karşı-devrimciler başvurdu. İktidar meşru müdafa durumunda kaldı. Karşı-devrimciler kan dökmeden iktidarı alamayacaklarını gördüler. Romanya’da kan dökülmüş olması, devrimcilerin bütün manevra alanlarını yoketmiştir. Hem siyasi hem de fizik anlamda. Orada artık “komünizm yasak”, “141-142” var. Devrimcilerin tercihi değildi bu, ama yaşam böyle getirdi.

*

Sosyalizmi yığın eylemleri çözdü. Gericilik eylem alanlarına çıktı, iktidarları aldı. Bu eylemlerle ilgili birkaç gözlemin altını çizelim.

Birincisi, bu eylemler yığınsaldır. Bu yığınların arasında toplumun her sınıfı, işçi sınıfı dahil yeralmıştır. Uvriyerizmin lüzumu yok. Eylemlerde ortaya çıkan irade, burjuvazinin iradesidir. Burjuvazi hegemonyasını dayatmış ve işçi sınıfı kendi iradesini, burjuvaziyi destekleme yönünde kullanmıştır. Görünen budur. O ülkelerde bir burjuva sınıfının fiilen varolup olmamasının, buradaki soyutlama düzeyimizle bir alakası yoktur. Dünyaya egemen olan burjuva iradesi o ülkelere izdüşmüştür. Aynen bir zamanlar işçi sınıfı iradesi Sovyetler Birliği’nde iktidar olduğu için, işçi sınıfının henüz gelişmediği ülkelerde, sosyalizmi kurmak üzere tepeden devrimlerin yapılabilmesi gibi. Bu eylemler giderek daha geniş kesimleri politize etti. Bir sosyalist ülke işçi sınıfının sınıf bilinci nasıl böyle bir deformasyona uğramış, kendi adına iktidar olanların bu carpık bilincin oluşmasındaki rolleri nedir, bunlar ayrı konudur.

İkincisi, bu eylemler gericidir, karşı-devrimcidir. İleri bir düzenden, sosyalist düzenden, geri bir düzene, kapitalist düzene dönüşü istediği için, bilinçli ya da bilinçsiz bu amaca hizmet ettiği için gericidir. Tarihsel materyalist açıdan bu böyledir. Politik düzeye inersek, karşı-devrim temelinde mobilize oldukları, dünya devrimine kazanılmış bir mevzide vurdukları için de karşı-devrimcidir.

Üçüncüsü, bu eylemler anti-komünisttir. Görüntüde iktidardaki komünist partisine yöneliktir, ama nesnel olarak komünizmi hedef alıyor. İktidardaki komünist partisi ne kadar komünistmiş, ne tür komünistmiş, bunlar yığınları ilgilendirmiyor. Çünkü yığınlar komünizmi soyut, teorik bir cetvelle ölçmüyor. Somutta, kendisini yöneten partinin şahsında, yaşamına yansıyan parti politikalarıyla ölçüyor. Komünistlik iddiası taşıyan, işçi sınıfı adına konuştuğunu savunan başka bir parti de olmadığına göre, somutta muhalefetini iktidardaki partiye karşı yaparken, bilinçli, ama daha çok bilinçsiz bir şekilde, teorideki soyut komünizmi de mahkum ediyor. Eyleminin anti-komunist sonuçlarıni hiç düşünmüyor. Burjuvazinin deneyimli teorisyenleri de anti-komünizmi, bu eylemler temelinde teorileştiriyorlar. “Marksizm öldü”, diyorlar. Hepimiz gördük, “yeni türden” insanımız, “sosyalist insanımız”, Berlin’de, bir kamyonun kasasından atılan muzları, maymunlar gibi havada kapıştı. Sanki ülkesinde muz yokmuş gibi. Muzların hiçbiri yere düşmedi. İnsanımiz bunu yaparken, bu maymunsu ve onur kırıcı eyleminin yeorik sonuçlarını düşünmüyor. Anti-komünist isteriye yaptığı katkı ise umurunda bile değil. Burada belki farkında bile olmadan, “komünizmdeki” kuyruklara muhalefet ediyor, ama kapitalizmin her zaman her zıplayan maymuna muz atmadığını da henüz öğrenmiş değil. Ama öğrenecek. Ne var ki bu öğrenim, sosyalizmdeki gibi ücretsiz olmayacak. Kapitalizmi tanımadan anti-komünizm yapmanın, kapitalizm altında bir bedeli vardır.

Dördüncüsü, bu eylemler tarihseldir. Tarihe kalıcı bir etki bırakmıştır, gelip geçici olgular değildir. Tabii burada binlerce yıllık bir insanlık tarihinden de bahsetmiyoruz. Dediğimiz şu : Dünya hiçbir zaman 1989 başındaki dünya olmayacaktır, 1990 yılı başlangıç noktası alınarak yeni bir dünya kurulacaktır. Tıpkı 1917’den, 1945’ten sonra olduğu gibi. 1917, 1945 bize yazdı. 1989, şimdilik, onlara yazdı. 1990’dan sonra kurulacak dünyanın kavgası yeni başlıyor.

Beşincisi, bu eylemler, büyük ölçüde, kendiliğinden yığın eylemleridir. ‘Yığın’ sözcüğü nedense içinde hep bir ilericilik iması taşımıştır. Belki de teoriden çok, ajitasyonda kullanıldığı için…Oysa ‘yığın’, aynı zamanda teorik bir kavramdır. Kendisini oluşturan tek tek bireylerin iradelerinden bağımsız olarak tanımlanan bir iradeye göre hareket eden ve büyüklükleri nesnel sürecin aşamalarına bağlı olarak değişen insan topluluklarını anlatır. ‘Yığın’, ilerici de olabilir, gerici de…Oluşan kollektif iradenin altında yatan nesnel sürecin ilerici ya da gerici olması, yığını da ilerici ya da gerici olarak tanımlar. Bu eylemler kendiliğinden eylemlerdir, dedik. Emperyalizmin, yeni sosyal demokrasinin, işbirlikçi oportünizmin, ülke içindeki anti-komünist örgütlenmelerin, örneğin kilisenin, elbette büyük rolü var. Eylemleri kışkırtan dış müdahaleler, Romanya’da olduğu gibi, son derece iyi planlanmış, örgütlenmiş ve gerçekleştirilmiş bir karşı-devrimci komplo biçimini bile alabilir. Ancak bunlar, karşı-devrimin ‘yeter’ şartıdır, ‘gerek’ şartı değildir. Yani karşı-devrimi ve karşı-devrimci eylemleri, nesnel temel, halkın derin hoşnutsuzluğu davet eder. Mikroplar ancak zayıf bünyede başarılı olur. Ayrıca şunu da ekleyelim : Hiçbir yığın eylemi tümüyle kendiliğinden olmaz. Hiçbir yığın eyleminin tümüyle bilinçli ve örgütlü olamayacağı gibi…En spontane biçimde başlayan bir eylem bile (örneğin, 1917 Şubat devrimi öncesi kadınların süt eylemi), süregenlik kazandığı ölçüde, şu veya bu yönde öznel bir öğeye de kavuşur (örneğin, İran’da kendiliğinden anti-Şah eylemlerin dinci-gerici bir içerik ve örgütlenmeye kavuşması). Bir ruh, bir gece, bütün evleri tek tek dolaşıp, uyuyan insanların kulağına “Haydi sokağa !” demez. Sokağa fırlayan insanların kafasında birtakım düşünceler zaten vardır. Bu tek tek düşünceler, yığının kollektif iradesinin oluşumuna katılırlar. Ama, bu kollektif iradeden farklılıkları ölçüsünde de, eyleme kendiliğindenci bir nitelik kazandırırlar. Örneğin, Çekoslavakya’da eylemcilere niçin eylem yaptıkları soruluyor, herbiri ayrı bir şey söylüyor. Demokratik Almanya’da da öyle. Her kafadan bir ses çıkıyor. Kimi Batı Almanya’daki akrabalarından, kimi seyahat kısıtlamalarından, kimi düşük tüketim standartlarından, kimi Batı Almanya’da daha iyi yaşayabileceğini düşündüğünden, kimi polis baskısından, kimi parti yöneticilerinin suistimallerinden dem vuruyor. Kimi de açıkça milliyetçilik yapıyor, kapitalist Almanya’yla birleşmek istiyor. Bütün bu çeşitliliğin içinde, hepsinden bağımsız tek bir kollektif irade ortaya çıkıyor : Kapitalizme geri dönmek. Ancak politik planda bu hâlâ somutta bir işlevselliği olamayacak kadar kaba bir hedef. Eylemler, süregenleştikçe ve yayıldıkça, emperyalizmin de yardımıyla, öznel öğesini buluyor. İşin şekli değişiyor. Hedef somutlaşıyor : İktidarı almak ve kapitalizme geri dönüş için yeniden örgütlemek. Ama bu noktaya gelindiğinde karşı-devrimci güçler artık iktidarın eşiğinde duruyordu, karşı-devrimci durum ülke capında siyasal kriz aşamasına yükselmişti. Karşı-devrimci durum süreci boyunca, büyük ölçüde kendiliğindenci biçimde gelişen eylemler, artık bilinçli politik eylemler halini almıştı.

Kendiliğinden eylemler, potansiyel olarak, barut gibidir. Ve bu barut, mutlaka, er geç kıvılcımları çeker. İktidarlar, kıvılcımla barutu ayrı tutmada sonsuz bir kapasiteye sahip değildirler. Nesnel gidişi değiştiremedikleri sürece. Çavuşesku’nun bile böyle sınırsız bir kapasiteye sahip olmadığı ortaya çıktı. 23 milyonluk bir ülkede 3 milyon 800 bin üyeye sahip bir komünist partisi, hem de kongresini yeni yapmış bir komünist partisi, 180 bin kişilik iyi donatılmış sivil milis ve Sekuritat gücüyle, dışardan tezgâhlanan bir ordu darbesini önleyemedi. Yani karşı-devrimci süreç orada da yavaştan yavaştan işliyordu. Şöyle bir mantık yürütülebilir : Karşı-devrimci durumda, yığınların kendiliğinden eylemlerinde olağanüstü bir artışın gözlenmesi gerekir. Bu gözlenmiyorsa, karşı-devrimci durum yoktur. Diğer sosyalist ülkelerin aksine, Romanya’da yığın eylemlerinde olağanüstü bir artış gözlenmedi. O halde Romanya’da karşı-devrimci durum yoktu, iktidar, dışarda hazırlanan ve ordu eliyle gerçekleştirilen bir darbe yüzünden el değiştirdi. Bu mantık karşısında biraz duralım. 12 Eylül’den önce Türkiye’de, devrimci durum saptamasını çürüttüğü iddiasıyla, şu kanıt ileri sürülmüştü : Yığınlar kendiliğinden eyleme çıkmıyor (ki yer yer çıkıyordu, ama olağanüstü bir hareketlilik yoktu), o halde devrimci durumun bir öğesi eksiktir. Devrimci durum yoktur.

Oysa, devrimci durumun bu üçüncü göstergesi (öğesi), yani yığınların kendiliğinden eylemlerinde olağanüstü artış, ilk iki göstergenin doğal sonucudur, mantıksal uzantısıdır. Bir : Yönetenler eskisi gibi yönetemiyor. İki : Yönetilenler eskisi gibi yönetilmek istemiyor. Üç : Bu ikisinin sonucunda…Aşağıda bu canalıcı konuya tekrar döneceğiz. Ne kadar hatırlatılsa, ne kadar vurgulansa azdır. Şimdi, ‘ilk iki gösterge var’ dediken sonra. ‘üçüncü yok’ diye kestirip atamayız. İlk ikisi varsa, bunların doğal, mantıksal uzantısının da, teorik olarak varolması gerekir. Teorik olarak varolması gereken bir şey somutta yoksa, bunun somut bir nedeni vardır, bu nedeni araştırmak gerekir. Türkiye’de devrimci durumu yaşamış olanlar için bu neden çok açıktı : Faşist terör. Çünkü kendiliğinden eylemlerin panzehiri faşist terördür. İnsanların, iyi örgütlendiğine ve yığınsal geçeceğine inanmadıkları eylemlere çıkabilmesi, kendisini güvenlik içinde hissetmemesine rağmen bir eyleme gidebilmesi, her zaman belli bir politik bilinç düzeyi gerektirir. Ve bu bilinç düzeyi ise, her zaman kendiliğinden bilinç düzeyinin üstündedir. Bu nedenle, 12 Eylül öncesinde, Türkiye’deki kendiliğinden eylem potansiyeli, büyük ölçüde, evlerde hapis kaldı. Resmi ve sivil faşist güçler, bu potansiyelin devrimcilerce harekete geçirilmesini önlemekle yükümlüydüler. Yığınların kendiliğinden eyleme geçmesi için bıçağın kemiğe dayanması gerekiyor. Faşist teröre rağmen, kendiliğinden eyleme geçmesi için ise, bıçağın kemiği yarıp iliğe dayanması gerekiyor. Devrimci durumu bırakıp onun simetriğine, karşı-devrimci duruma geçelim. Romanya’da yaşanan karşı-devrimci durumda, yığınların kendiliğinden karşı-devrimci eylemleri yoktu, çünkü devletin uyguladığı şiddet buna izin vermiyordu. Nasıl bir karşı-devrimci eylem potansiyeli birikmiş ki, iktidar sallandığı anda, ilk küçük fırsatta patladı. Çavuşesku’nun devrilmesine üç gün kala, hemen hemen bütün üretimin durduğunu da unutmayalım. Çavuşesku rejimi sendelediği anda, karşı-devrimci durum, en olgun biçimiyle ortaya çıktı. Günler, hatta saatlerle ölçülebilecek bir zaman aralığında en üşt aşamasına, ülke çapında soyasal kriz aşamasına ulaştı. Emperyalizm ve Gorbaçov, bu aşamayı önceden görmüşlerdi, hazırdılar. Karşı-devrimin öznel öğesine iktidar yolunu açtılar: Orduya darbe yaptırdılar. Ama hiç unutmayalım : Bu karşı-devrimci darbe, nesnel bir durumun üstüne geldi. Karşı-devrimci durumun dişlerini gösterdiği anın kısalığı bizi aldatmasın.

Genel teorik çözümlememize devam edelim. Kendiliğinden yığın eylemlerinin, nesnel ortamın doğal bir gereksinimi haline geldiği aşama, iktidardakiler için ciddi sorunların biriktiği aşamadır. Nesnel olarak iktidarın bu sorunları çözme olanağı yoksa işler kötüye gider. Kendiliğindenci aşamada önü kesilemeyen eylemler, süregenlik kazandıkça, varolan öznel öğeler arasından kendi öznel öğesini seçer, yok ise yaratır, ve giderek bilinçli eylemler niteliğini alır. Önlenmeleri giderek zorlaşır. Eylemlerin çapı ve derinliği arttıkça iktidar, ya giderek geriler ve gerileyen politik konumlarda meşruiyet arar, ya da konumundan taviz vermez, açık şiddete başvurur. Nesnel süreç aleyhine işliyorsa, birinci yolu tuttuğunda gerilemesinin sınırı yoktur. Ne kadar zaman kazanırsa kazansın, eninde sonunda iktidarı verir. İkinci yolu tuttuğunda, çok büyük bir politik risk almış demektir. Ya bu riski almış olmanın mükâfatı olarak, başarılı olur ve mesmel sürecin önünü keser, yeni bir manevra alanına kavuşur ; ya da kaybeder ve çok şiddetli bir biçimde tasfiye olur.

Yukarıda, devrimci durum kavramına döneceğiz, demiştik. Ayrıca, devrimci durumla karşı-devrimci durumu birbirinin simetriği olarak ele almıştık. Bunun açıklanması gerekiyor.

Lenin’in sadece Marksizme değil, genel politika teorisine en önemli ve eşsiz katkılarından birisini bir kez daha hatırlayalım. Lenin, devrimci durumu tanımlarken şu üç göstergeyi sayıyor : 1) Yönetilenler artık eskisi gibi yönetilmek istemez. Çünkü sıkıntı ve çileleri ‘olağanın’ ustüne çıkmıştır ; 2) Yönetenler artık eskisi gibi yönetemez olurlar, ki yönetici sınıfın siyasetindeki bu bunalımın yarattığı çatlaklardan, halkın hoşnutsuzluğu ve öfkesi taşar ; 3) Bu ikisinin sonucunda, kendiliğinden yığın eylemlerinde olağanüstü bir artış gözlenir. [2] Bu nesnel göstergeler devrimci durumu tanımlar. Devrimci durumun en üst aşaması, yine Lenin’e göre, ülke çapında siyasal krizdir. Bu aşamada öznel öğenin vurup devirebilme gücü varsa devrim olur. Yani devrimci durumdan devrim doğmuş olur.

Lenin bu eylemleri, yığınların bağımsız tarihsel eylemi şeklinde adlandırıyor. Bu saydığı üç göstergenin, ya da değişimin, değil tek tek grupların veya partilerin, tek tek sınıfların bile iradesinden bağımsız olduğunu vurguluyor. Bu nesnel değişimlerin toplamını devrimci durum olarak tanımlıyor. Bunlar olmazsa devrim olanaksızdır, diyor. Lenin, devrimci durumu, devrimin nesnel önkoşulu olarak görüyor.

Lenin’in devrim sorunsalı içinde söyledikleri, bugünkü karşı-devrimin sorunsalı için de geçerlidir. Çünkü burada önemli olan, toplumun olağan bir durumdan olağanüstü bir duruma geçişinin belirtilerinin saptanmasıdır. İktidarın hangi sınıflar arasında el değistirdiğini bir an için konudan soyutlayalım. Sosyalist ülkelerde olağan yaşayan toplum, olağanüstü bir durum yaşamaya başladı. Aynen Lenin’in devrimci durum tanımlamasındaki gibi, yönetenler yönetemez, yönetilenler eskisi gibi yönetilmeyi istemez oldu. Bunun sonucunda, kendiliğinden yığın eylemlerinde olağanüstü bir artış gözlendi. Böylece devrimci durumu tanımlayan belirtilerle, karşı-devrimci durumu tanımlayan belirtiler arasında bir aynılık, daha doğrusu bir simetri ortaya çıktı. Birinde iktidar burjuvazide, öbüründe işçi sınıfındadır. Emperyalizmin medya tekellerinin sosyalist ülkelerdeki karşı devrimlere, demagoji yaparak, “devrim” deyip durmasının böyle nesnel bir mantığı da vardır.

Pekiyi, yönetenler bir gecede mi yönetemez oldular ? Burjuvaziyi iktidara geri getiren çatlakların açılmasında dış baskının rolü yok mudur ? İşte Gorbaçov, tam da bu noktada tarihsel bir kilit rol oynamıştır. Bu karşı-devrimci durumların bu denli bir hızla, devrimci güçlerin toparlanmasına olanak bırakmayan bir hızla derinleşmesinde ; yine bu denli hızlı bir biçimde ülke çapında siyasal kriz aşamasına varmasında ; karşı-devrimci öğelerin emperyalizmin desteğinde yerden mantar gibi bitip iktidara el uzatmasında ; iktidarı almasında ; ve iktidarı kaybeden partilerin likidasyonunda Gorbaçov canalıcı bir rol oynamıştır. Gorbaçov nesnel bir sürecin üstüne gelmiş, öznel müdahalesiyle bu süreci bir üst aşamaya sıçratarak hızlandırmış ve karşı-devrim bağlamında mantıksal sonuçlarına ulaşmasında katalizör rolü oynamıştır.

Bu nesnel süreçlerin kaçınılmaz gibi görünmesi, Gorbaçov’un karşı-devrimci öznel müdahalesinin haklılığını göstermez. Öznel müdahale, koşullar ne olursa olsun, devrimci çıkış yönünde yapıldığında haklılık kazanır. Nesnel süreç ister ileriye, ister geriye doğru işlesin…Her zaman yalnızca kazanılma olasılığı olan savaşlarda çarpışılacaktır, diye bir kural yok. İşçi sınıfı içinde hâlâ en ileri örgütlü gücü temsil ettikleri için, işçi sınıfı iradesini ne kadar çarpıtmıs olurlarsa olsunlar, bu partilerin iktidarı kaybetmesinde ve giderek likide olmasında sevinilecek bir durum yoktur. Buna iktidarı alan burjuvazi sevinsin. Ortası delik bayraklara sevinenler sevinsin.

*

Emperyalizm destekli Gorbaçov hattı, çözülmenin hegemon hattı olacak, kapitalizme yumuşak geçiş bu hattın denetiminde gerçekleşecekti. Oysa gelişmeler Gorbaçov’u aştı. En “başarılı” göründüğü anda kaybetti. Nasıl sette bir çatlak açılır, baraj patlar, bu da öyle oldu. Milyonlarca metreküp su, ovaları, şehirleri bastı. Nedenleri ne olursa olsun, kırk yıldır bağrında büyük bir karşı-devrimci potansiyel biriktirmiş olan yığınlar, Gorbaçov’on kişiliğinde, programında ve eyleminde, bekleyip durdukları çatlağı gördüler. Belki böyle bir çatlağı beklediklerinin bile bilincinde değillerdi, bu bekleyişi de Gobaçov bilinçlerine çıkardı. O çatlağı zorlayarak rejimleri ve partileri parçaladılar. Ve de artık o çatlağa ihtiyaç yok, çünkü işlevi bitti. Gelişmeler Gorbaçov’u ve diğer ülkelerdeki Gorbaçovcuları aştı. Yineleyelim : Nesnel süreç, ulaştığı aşamaya bağlı olarak, kendine en uygun öznel öğeyi seçiyor. İşlevi biteni alıp bir kenara koyuyor. Tarih hep ilerlerken değil, zigzag çizerken de determinist. Eski oportünist-yeni Gorbaçovcuların da işi bitti. Birtakım palyatif müdahalelerle nesnel süreci yavaşlatacaklarını, böylece bir şeyleri kurtaracaklarını sandılar. Oysa süreç vura kıra ilerliyor. Cezaevi ranzalarıyla makam koltukları birbirine çok yaklaştı. Karşı-devrim canavarıkendisini dizginlemek, süreci evcilleştirmek için önüne atılanları yiye yiye büyüdü. Egon Krenz partisinin umudu oldu, üç günde “eskidi”, şimdi de kendisini parti dışında buldu. Üç gün sonra ise kendisini kimse hatırlamayacak. Hükümetler, politbürolar, politik kombinasyonlar, kararlar kaç kez değişti, ilgilenen kaldı mı ? Gorbaçovcular her asamanın yönetici kadrosu olacaktır, diye bir kural yok. Burjuvazinin kendi has kadroları, kilise, hatta monarşistler, bu sürecin son durağını, burjuva devletin yeniden örgütleneceği anı, büyük bir sabırsızlıkla bekliyorlar. Görevlere talip çok. Romanya’da bile böyle oldu. Şu anda Çavuşesku’ları katleden Gorbaçovcular, toplumun en gerici güçleriyle koalisyon arayarak, en azından seçimlere kadar durumu idare etmeye çalışıyorlar. Gobaçovcular orada da düşecek.

Bir anlamda Gorbaçov, aşırı “başarısının” kurbanı oldu, denebilir. Kendisini evinde vuran olgulardan biri de, bu “başarısı” oldu.Şimdi Sovyetler Birliği’ndeki gelişmelerde neler gözlediğimize kısaca bakalım.

*

Gorbaçov, Glasnost (açıklık) ve Perestroika (yeniden yapılanma) şeklinde iki eksenli bir ‘kapitalizme geri dönüş’ programıyla iktidara geldi. Perestroika bu programın ekonomik temelini, Glasnost ise sürecin üst yapısını belirliyordu. Kısa bir süre sonra, Gorbaçov’un reform demagojisine rağmen, Perestroika’nın sosyalizmi ileriye götüren değil kapitalizmi geri getiren bir strateji olduğu, Glasnost’un ise aktif yığın demokrasisini değil burjuva liberalizmini hedeflediği açığa çıktı. İkisi de kitlelerin haklı taleplerine tersinden yanıt vermeye, tepeden karşı-devrimci bir alternatif yaratmaya yönelikti. Bugün ise artık Gorbaçov programı, Gorbaçov iktidarını tehlikeye atan bir aşamaya yöneldi. Başarısızlığın tohumlarını kendi içinde taşıdığı anlaşıldı. Bu program, uygulamada yavaş kaldığı ölçüde iktidar için istenmeyen sonuçlar üreten ve böylece istenen sonuçlar için de gerekli politik gücü tüketen bir program halini aldı. Programın kendi içinde taşıdığı, kendi yarattığı bu açmaza biraz daha yakından bakalım.

Hedef, kapitalizme geri dönüş. Sovyet ekonomisi kapitalizme açılacak. Bu da Sovyet ekonomisini pazar ilişkilerine açmayı gerektiriyor. Baş engel merkezî planlama. Bunun zayıflatılması lazım. Toplumsal mülkiyet üzerindeki tasarruf hakkını ve sosyal artığın dağıtımını merkezî planlamaya bırakan irade ise, partinin gücünden kaynaklanıyor. Demek ki, merkezî planlamanın giderek devre dışı bırakılması, partinin zayıflatılmasıyla mümkün. Bu, işin siyasi yönü. Sosyalist ekonomi kapitalizme açılacak. Ama iki büyük nesnel zorluk var.

Birincisi, bu açılışın çok hızlı bir biçimde gerçekleştirilmesi, bir an önce kendi öz momentumuna kavuşturulması gerekiyor. Çünkü Sovyet ekonomisinin birikmiş, acil çözüm bekleyen birçok sorunları var. Perestroika bu sorunları hemen çözme iddiasını taşımıyor, ama öte yandan da Gorbaçov’un, iktidarını pekiştirmesi gereken bir dönemde, bu sorunları bürokratik bir biçimde gözardı etme kapasitesi yok. Yenilikçilik iddiasından ötürü…Ama Sovyet ekonomisi gibi devasa bir ekonomiyi öyle şıp diye kapitalizme açamazsın. Sovyetler Macaristan değil. Böylece, acil sorunların çözümünü ertelemek, tek çözüm olarak ortaya çıkıyor. Acil sorunların çözümünü ertelenecek, bu kazanılan zamanda ekonomi pazar ilişkilerine açılacak, pazar sayesinde kapitalist birikim başlayacak, giderek hızlanacak, kapitalist dönüşümler adım adım gerçekleşecek ve bu süreç içinde de, başlangıçta ertelenen sorunlar bir şekilde “çözülecek”. Kısaca özetlersek, kapitalizme dönüşün hızlı olması gerekiyor, bunun için de bugünkü sorunların çözümlerinin ertelenmesi şart. Programın birinci zorluğu bu.

İkincisi, ülke içinde hazır bir burjuvazi ve özel mülkiyete dayalı, tasarruf hakkı özel ellerde olan hazır bir kapitalist birikim yok. yani bu geriye dönüş sürecine dinamizmini kim verecek ? Bu değirmenin suyu nereden gelecek ? İşte yabancı sermaye bu noktada devreye giriyor. Özellikle ileri teknoloji transferine öncelik veren ve kritik sektörlere yönelecek bir yabancı sermaye akışı. Ama yabancı sermaye için tabu bir ülkeden konuşuyoruz. Bu tabuyu içte ve dışta yıkmak, bir zorunluluk ve zorluk olarak ortada duruyor. Sonuçta ne oldu ? Şimdiye kadar yabancı sermaye ve teknoloji girişi, gerekenin çok uzağında kaldı. Her kapitalist, önce başkası başlasın, diye bekliyor. Sermaye kendini, Sovyetler’de, hâlâ yeterince güvenli hissetmiyor. Oysa Gorbaçov’un güçlenmesi için, tam ekonomik desteğe ihtiyacı olduğunu da biliyor. Ama dostluk başka, iş başka. Ticarete evet, ama ortam, yatırımlar için henüz çok güvensiz. Bu durumda sermayenin Gorbaçov’a verebileceği gerçek ekonomik destek azalıyor, Gorbaçov kendi programı temelinde güçlenemiyor. Güçlenemeyince sermayenin aradığı güvenli ortam bir türlü oluşamıyor. Böylece, Gorbaçov istediği kadar yalvarsın, emperyalizmin Perestroika’ya yaklaşımı fasit bir dairede dnüp duruyor. Şakşakçılıktan öteye gidemiyor. Bugünkü durum bu.

Glasnost işte bu iki zorluğu aşmanın öznel cephesini oluşturuyor. Gorbaçov, bir yandan, çözümleri erteleyebilmek için kendisinden öncekilere sırayla vuruyor. İktidarı yeni kaybetmiş ortacı oportünistler zaten ekonomik güçlüklerin sorumlusudurlar ; Gorbaçov’a “enkazı” onlar devretmiştir. Klasiktir. Çözümü ertelenecek acil sorunların çapını alabildiğince büyütmek lazım ki kitleler sabretsin, bunun için de alabildiğince geriye doğru vurarak gitmek, Brejnev, Stali derken NEP dönemine kadar inmek lazım. Erteleme giderek uzayan bir sürece dönüştükçe Lenin’e, Marx’a da sıra geldi. Gorbaçov sola vurdukça kendisi de sağa kaydı, nesnel ve doğal evriminin son durağına geldi. Sosyal demokratlaştı. Öte yandan, Glasnost, dışta, Gorbaçov’un “Ben o sizin bildiğiniz komünistlerden değilim” çizgisine dayalı bir reklam politikası oldu. İçteki politik güçlüklerine dıştan destek aramanın, samimiyetine hem emperyalizmi hem de tek tek kapitalistleri ikna edebilmenin aracı oldu. Kapitalizmin ve gelecekte kapitalist sisteme entegrasyonun önündeki engelleri temizlemeye hizmet etti. Glasnost’un sola kapalı, sağa alabildiğince açık olduğu, sosyalizme küfretmek ve burjuva ideolojsinin sınırsız propagandasını yapmak için gerekli kanalları açan bir çerçeve oluşturduğu, bugün artık tartışılmaz bir gerçekliktir.

Glasnost adı altında yapılanlara dikkatle bakalım. Hepsinin altında tek bir şey yatıyor : Pereistroika’ya içte ve dışta zaman kazandırmak. Kazanılan zamanda da ana engele, yani merkezî planlamaya, dolayısıyla merkezî planlamanın arkasındaki siyasi güce, partiye saldırmak. Bu ise, devlet ile partiyi birleştiren merkezî siyasî yapıyı zayıflatmaktan, partiyi bu yapıdan giderek soyutlamaktan geçiyor. Partiden arınmış devlet, yine lazım. Gorbaçov merkezî siyasi yapıyı zayıflatmak için elinden geleni yaptı. Merkezî devlet, işçi sınıfı iradesini temsil etme gücünü kaybettiği ölçüde, merkezkaç savrulmalara korunmasız hale geldi. Merkezî siyasi yapının zayıflatılması salt partinin likidasyonunu ve devletin partiden “kurtulmasını” değil, merkezî otoritenin aşınmasını, Sovyetler Birliği’nin parçalanmasını gündeme getirdi. Bu çözülmenin ideolojik bir yönü de var : Dışta çoktan terkedilen proletarya enternasyonalizmi ilkesi, nihayet içte de terkedildi. Ve terkedilen bu ilkenin altından büyük ulus şövenizmi çıktı, etnik milliyetçilikler çıktı, her türden gericilik çıktı, din çıktı. Hatta, ulusçuluğun güçlendiği cumhuriyetlerdeki komünist partilerinin SBKP’den ayrılması gibi, bugünkü ortamda ancak yükselen ulusçuluğun baskısıyla açıklanabilecek garip olgular ortaya çıktı.

Gorbaçov’un, sosyalizmin evrimci tasfiyesine dayalı stratejisi, diğer sosyalist ülkelerdeki iktidarları evrimci değil, “devrimci” yoldan, aşırı hızlı bir biçimde tasfiye etti. Sovyetler Birliği’nde ise tersi oldu. Aynı stratejiye dayalı program yavaş kaldı. Büyük devlet. Partinin, giderek zayıflasa da, evrimci yoldan istenen hızla likide edilemeyeceği görüldü. Ama çaba bitmiş değil. Gorbaçov’un son günlerde Azerbaycan’la, parti genel sekreteri olarak değil, devlet başkanı olarak ilgilenme eğilimi, partiyi devre dışı bırakma eğilimini yansıtıyor. Bu satırların yazıldığı sırada Gorbaçov’un parti genel sekreterliğini gönüllü olarak bıraktığı yolunda Batı’da çıkan rivayetler de partiyi likide etme yolundaki son çabaların bir göstergesidir. Olursa, bu da partinin likidasyonunda bir adımdır. Çünkü Gorbaçov politikayı bırakmıyor, kariyerini devlet başkanı olarak sürdürmek istiyor. Demek ki iki görevi çelişir hale gelmiş.

Artık Gorbaçovcuların da açıkça itiraf ettiği gibi, SSCB derin bir siyasal bunalım yaşıyor.

*

Gorbaçov dönemi kapandı. Yeni dönemde, eğer hâlâ iktidardaysa, Gorbaçov, bambaşka nitelikte bir konumdan politika yapmak zorunda. Bu yeni konumunda devrimciler açısından özellikle ilginç bir sey yoktur. Büyük bir ülkenin burjuva liderine gösterebileceğimiz kadar bir ilgiye layıktır.

Yazımızın başında, Gorbaçov’un kişisel politik kariyerinin kaderi konusuna değinmiştik. Takvimsel olarak ne zaman gider ? Yanıt pek de önemli olmamakla birlikte, şunu söyleyebiliriz : Geçici de olsa elinde hâlâ bazı kozlar var. Karşısındaki muhalefetin içinde devrimci çıkışı savunanların örgütsel zayıflığı; oportünistlerin Gorbaçov’un “enkazını” devralmadaki isteksizlikleri, geçmiş günahları ; ortada somut bir alternatif stratejinin henüz bulunmaması ; ve en önemlisi, emperyalizmin kayıtsız şartsız ve artık resmileşen açık desteği. Emperyalistler arasında da, Gorbaçov’un tarihsel misyonunu tamamladığı, yakında da gidebileceği yolunda bir görüş belirdiğine şüphe yok. Yoksa, Gorbaçov dönemi boyunca Gorbaçov reklamı yapan, Gorbaçov-Reagan arasında arabuluculuk, daha sonra da koordinatörlük işlevi gören ve çözülmeye adeta danışmanlık eden TIME gibi ciddi bir dergide, Gorbaçov hakkında şunlar nasıl açık açık yazılabilir ? :

“Daha da ötesi, (Gorbaçov) söylediklerine anlam kazandırdı. Bush’un bir danışmanının ağzından kaçırdığı şu sözlerdeki gibi : “Saldırgan komünizmin doğasını değiştirmek ve Sovyet imparatorluğunu parçalamakla görevlendirilerek Moskova’ya yerleştirilmiş bir CIA köstebeğinin (Gorbaçov’dan) daha farklı nasıl hareket edebileceğini görmekte çok zorluk çekiyorum.

Bir Amerikan ajanı mı ? İnanması zor. Amerikan stili bir politikacı mı ? Kesinlikle evet–Birleşik Devletler’de bulunması giderek zorlaşan türden.” [3]

*

Gorbaçov, dünya barışı kılıfı altında sınıf barışını, emperyalizme altın bir tepside sundu. Dünya çapındaki sınıf savaşımında işçi sınıfı, Avrupa mevzilerinde büyük bir yenilgi aldı. Ancak şu var : İktidarlar tasfiye edilebilir, ama sosyalizm aynı kolaylıkla tasfiye edilemez. Devrimci güçler eylemlere hazırlanıyor. [4] Gözler yine Sovyet işçi sınıfındadır. Gorbaçovcu tasfiye Gorbaçov’un tasfiyesini yaklaştırıyor. Sosyalist bilinç kolay yokedilemez. Eksiğiyle, fazlasıyla, ama salt kendi iç dinamikleriyle kurulmuş bir sosyalizmin ve deneyimli bir işçi sınıfının üstüne oturuyor. Somut direnişler SSCB’de görülmeye başladı bile [5]. Dünyadaki karşı-devrimci dalgayı, yine işçi sınıfı ve eylemi durduracaktır. İlk savunma hattı Sovyetlerden geçiyor. Yeni devrimci atılım bu hattan da çıkış bulabilir, çevre ülkelerden de…

Bu yeni döneme, eski dönemi iyi anlayarak girmemiz gerekiyor. Nesnele teorimizle bakmamız, gördüklerimizi elememiz ve araştırarak, tartışarak sonuçlara ulaşmamız gerekiyor. Romanya’daki gibi, komplonun yüzde yüz belirleyici rol oynadığı durumlar için bile [6] herşeyi komploya indirgememeliyiz. Dış faktöre aşırı vurgu vererek, daha baştan iç faktörle ilgili çözümlemelerin önünü kesmemeliyiz. Araya ajitasyon gereklerini ve siyasi tercihleri fazla sokmamalıyız. ABD komplolarının burnunun dibindeki Küba’ya nasıl vızgeldiğini unutmayalım.

Bütün olup bitenlerin, devrimci bilincin ortalama düzeyinde nitel bir sıçrama yaratma gibi olumlu bir yönü de vardır. Gorbaçov dönemi, kapanırken, Marksizm-Leninizmin değil, oportünizmin iflasını getirdi. Bu bir olanaktır. Aynen İkinci Enternasyonal’in, kazandığını sandığı anda çöktüğü gibi…Gorbaçov dönemi, oportünizmin desteğinden mahrum kalan sosyal demokrasinin nasıl anında sosyal faşistleştiğini de gösterdi, sosyal demokrasinin maskesini düşürdü. Romanya’daki gibi… Bu da önemli bir kazanımdır. Çünkü Gorbaçov dönemi sona ererken kavga yeni başlıyor.

**
*

Dip notlar :

1 . Bu yazı yazılırken, Polonya’da parti kendisini feshetti ve sosyal demokrat bir parti kuruldu. Bulgaristan KP’nin reformcu yönetimi ise, gerici muhalefete koalisyon önerdi. Bu teklif reddedildi.

2 . V.İ.LENİN, Toplu Yapıtları, İngilizce basım, Cilt 21, s. 213-214.

3 . TIME, Ocak 1, 1990, Nº 1, s. 26

4 . Demokratik Almanya’da geçen ay, yarım milyonluk bir anti-faşist gösteri yapıldı.

5 . Daha Kasım ayında, Leningrad parti komitesi, Glasnost’un kışkırttığı saldırılara karşı yığınsal bir gösteri örgütledi. TIME dergisi bunu duyurmak zorunda kaldı (TIME, Aralık 18, 1989, Nº 51, s.17).

6 . Emperyalist medya tekelleri, Romanya’daki darbede inanılmaz bir yalan makinası işlevi gördü. Şimdi, , yapacaklarını yaptıktan sonra yalanlarını birer birer geriye çekiyorlar.