Not: Bu makale, Çıkış Hattına Doğru kitabında yayınlanmıştır.

Bu yazıdaki görüşlerin bir bölümü, 28 Kasım 1998’de Hamburg’da yapılan bir konferansta ilerici kamuoyuna sunuldu.

*

Sermayenin ve üretimin devasa boyutlar alması küreselleşmeyi nesnel bir realite olarak karşımıza dikiyor. Sermayenin hegemonyasında, ve sadece sermaye birikiminin gereklerine göre yürüyen, sadece kârın hareketi perspektifine sıkışıp kalan küreselleşme, elbette keskinleşen rekabetten kaynaklanıyor, ama bilimsel teknolojik devrim temelinde yükseliyor. Nesnelliği nedeniyle “Küreselleşmeye Hayır !” gibi bir slogan olamaz, buradan bir savaş perspektifi çıkmaz. Küreselleşmenin işçi sınıfı ve tüm çalışanlar aleyhine doğurduğu sonuçlarla savaşmak gerekir. İşçi sınıfının uluslarötesi birliği de bu yolla kurulacaktır.

*

§-1. İnsan hem tüketmek için üreten bir üretici, hem de üretmek için tüketen bir tüketicidir. Ne üretmeden ne de tüketmeden yaşayabilir. Toplumsal yaşamın merkez noktasını bir kez böyle tanımladıktan sonra, insanların her koşul altında mutlaka üreteceğini ve tüketeceğini kabul edebiliriz. Kapitalist üretim koşulları altında işçi, iş süresini kısalttırmak isterken üretme eyleminin kendisine karşı bir tavır mı almış oluyor ? Bugünkü görünüşe göre öyle, çünkü iş süresini kısalttırarak arttırdığı boş zamanında, üretken olmayan bir tüketimden başka bir şeye pek yönelmiyor. Bu sonucu doğuran sömürü düzeni midir, yoksa sömürünün olmadığı bir ortamda da insanlar çalışmaktansa çalışmamayı mı yeğlerler ? İnsanlar kendi iradesine terkedilse, yani sömürünün baskısından kurtulsa acaba yaşamını nasıl üretir ? Nasıl çalışır ?

§-2. Emeğin insanın evrimindeki ve insan toplumlarının oluşumundaki rolünü biliyoruz. Yine biliyoruz ki artı-değer sömürüsü üzerine kurulu kapitalist üretim tarzında insan kendi emeğine yabancılaşıyor. Çünkü üretim faaliyetinin ürünü, insana dışsal bir amaç için, kendinden koparılıyor. İnsan kendi varlığını, her gün, bu yabancılaştırıcı koşullarda, kendini emeğine yabancılaştırıcı koşullarda, yeniden ve yeniden üretmek zorunda kalıyor. Buradan yola çıkarak yukarıdaki soruları tek bir soruya indirgeyebiliriz : Acaba yabancılaşmanın olmadığı, insanın kendi bütünselliğine kavuştuğu, emeğiyle varoluş koşullarını bütünleştirdiği bir durumdaki üretimiyle, sömürü altında emeğine yabancılaştığı koşullardaki üretimi aynı nitelikte bir üretim midir? Sömürünün baskısı olmasa insanın çalışma motivasyonu azalır mı ?

§-3. Bu soruların yanıtlarına gözlem yoluyla ulaşmaya çalışalım. Böyle bir gözlemden anlamlı bir sonuç çıkarabilmek için gözlenen nesnenin içinde yeraldığı koşulların iyi irdelenmesi gerekir. Bizim örneğimizde gözlenen nesne insandır ve bu insan, şu anda dünya komünizmi yaşamadığına göre, şu toplumsal koşullar altında yaşıyor olmalıdır : Sınıfsız sömürüsüz, dış dünyadan mutlak anlamda soyutlanmış, sömürüye dayalı üretim biçimleriyle temas etmemiş, tarihsiz ve tam izole durumda otarşik bir toplum. Dünyada artık böyle bir toplum kaldı mı ? Galiba çok az sayıda da olsa kaldı. Bu ilkel komünal toplum kalıntıları argümanımız için iyi bir laboratuvar oluşturuyor. Laboratuvar diyoruz, çünkü zorunluluk alanıyla özgürlük alanının ayrılması, ilkel komünal toplumla komünist toplumda nitelikçe farklı olacaktır.

§-4. Bundan on küsür yıl önce sağcı eğilimi iyi bilinen National Geographic dergisinde ilginç röportajlar okumuştum. Konunun özünü hatırlıyorum, ancak ayrıntıları hatırlayabildiğim kadarıyla yazıyorum. Antropologlar, biri Himalayalar’da, Nepal’in yüksek yaylalarında, diğeri Afrika’da Botswana’da, iki kabilenin günlük yaşamlarını gözlüyorlar. Yorumlar, kültür/kimlik sosyolojisi etrafında geziniyor ve pastoral yaşamı yüceltici, ilkelin estetiğini öne çıkaran tipik batı-merkezli gözlemlere dayanıyor. Baktıkları ama göremedikleri şeyler bana daha öğretici gelmişti. Bizim aradığımız ve yukarıda saydığımız gözlem koşulları arasında, üretken güçlerin gelişmişliği, toplumun belli bir nüfusa ulaşmışlığı gibi koşullar olmadığı için, bu antropologların gözlemlerinden yararlanabiliriz. Çünkü diğer koşullar yerine getirilmiş : Bu kabilelerin dış dünyayla herhangi bir ilişkisi yok. Üretken güçlerin gelişme düzeyinin yetersizliği artık-ürüne izin vermiyor, herkes toplumsal üretime katılıyor, sınıflar yok, üstyapı anlamında bir ideolojileri yok. Söylemek gereksiz, bütün ihtiyaçlarını kendi ürettikleriyle karşılıyorlar.

Şimdi…Himalayalardaki kabilenin kollektif giysi üretimi var. Koyunun sıkı bir biçimde tutulup kırkılmasından son ürüne kadar giden üretim sürecinde antropologlar 30 küsur aşama saptıyorlar. Her aşamanın süresi farklı, sıralaması farklı. Üç kişi koyunu şu şekilde tutuyor, iki kişi şöyle kırkıyor, yünün yıkanması, kurutulması, eğirilmesi, dokunması, boyaların hazırlanması vb. her işlem belli sayıda ve biçimde kollektif katkı gerektiriyor. Aynı anda yapılacak işlemler var, belli bir kombinasyon içinde tamamlanması gereken alt aşamalar var vb. Antropologların gözlemine göre, bütün üretim süreci boyunca aşamalar birbirini, en doğru, en rasyonel sıra ve kombinasyon içinde izliyor. Yetenekler doğru noktalarda kullanılıyor. Bu doğru sıralama sayesinde kesinlikle bir ölü zaman ortaya çıkmıyor, üretimin süresi optimize ediliyor. Üretimin parametreleri, her aşama için gerekli zaman, hangi aşamaların senkronize edileceği, hangi aşamaların birbirini doğrusal biçimde izleyeceği vb. saptandıktan sonra bir bilgisayar programıyla üretim süreci iki dakikada optimize ediliyor. Ortaya çıkan ideal üretim planıyla, bu kabilenin bilmem kaç nesildir deneyim sonucu ulaştığı üretim planının aynı olduğu gözleniyor. Afrika’daki kabile ise çanak çömlek üretiyor. Yine aynı durum söz konusu. Kilin karılması, şeklin verilmesi, taş fırının hazırlanması, pişirme, soğutma, boyaların hazırlanması vb gibi kollektif üretim sürecinin aşamaları, uzun yılların birikimiyle en iyi biçimde optimize edilmiş durumda. Doğru işlem doğru zamanda, işlemler doğru ardardalıklar içinde gerçekleştiriliyor. Yine ölü zaman yok.

§-5. Bilmece gibi görünen şu : İhtiyaçları sınırlı ve zamanları bol görünen bu insanların derdi nedir ki kapitalizmin metropollerinde oradan oraya koşuşan insanlar gibi zamandan tasarruf etmeye çalışıyorlar ? Üretimde dakikalık bir boşluk, küçücük bir ölü zaman bile bırakmıyorlar. Zamanlarının bol olduğu da bir varsayım değil. Çeşitli kültürel etkinliklere bol zaman ayırıyorlar. Töreleri, törenleri var, folklorları var, müzikleri var, dans ediyorlar, eğleniyorlar. Yoksa zorunlu çalışmayı bir an önce “aradan çıkarmak” mı istiyorlar ? Yani yukarıda Paragraf 2’deki sorunun yanıtı, “Evet, sömürünün baskısı olmasa insanlar çalışmaktansa çalışmamanın yollarını ararlar” şeklinde bir yanıt mıdır ?

§-6. Buraya kadar kritik bir gözlemi bilinçli olarak es geçtik. Her iki kabile için de geçerli bir gözlem. Kullanılır hale gelmiş ürün ortaya çıktığında, üretim sürecinin bir en son aşaması var : Ürünü boyamak, süslemek. Bu boyama/süsleme işine diledikleri kadar zaman ayırıyor ve özen gösteriyorlar [1]. Oysa bu iş, üretim sürecinin doğal ve rasyonel bir parçası değil, çünkü ürün bu işleme tabi tutulmadan da kullanılabilir hale gelmiş durumda. İşte argümanımızın püf noktası da burada. İnsanlar fiziksel varlıklarının yeniden üretiminin ötesine geçmeyen, bu ufku aşmayan bir üretim etkinliğinin süresini, her durumda azaltmak istiyorlar. Sömürünün dayattığı yabancılaşmanın kıskacında da, yabancılaşmanın yokluğunda da… Sömürü altında buna savaşarak ulaşmak, çalışma süresini savaşarak azaltmak suretiyle, sömürünün olmadığı ortam da ise tercihan… Şöyle istatistiklere rastlamışızdır : İşte bir insan ömrü boyunca şu kadar ton et, şu kadar ton patates yer, şu kadar metre küp süt içer, şu kadar kilometre bez, şu kadar çift ayakkabı tüketir, şu kadar bin kilometre yol yürür vb. Hatta bunlara şu kadar ağacı kağıt olarak tüketir, şu kadar kilometre film görür, şu kadar milyon nota müzik dinleri de ekleyebiliriz. İnsanlar kendilerini, bir ömür boyu içinden bir takım maddelerin veya sinyallerin geçtiği tüketici bir borudan ibaret görmek istemiyorlar. Varlıklarına niçin bundan daha fazla bir anlam biçmek istediklerine gelince, bu soru ancak spekülatif felsefi bir soru olabilir. Yukarıdaki örneklere dayanarak şöyle bir düşünce gezdirebiliriz. İnsanlar, yaşamın maddi gereksinimlerinin ötesine geçmek, yaratmak istiyorlar, yaratıcı bir tarzda çalışmak, yaratmak için zaman kazanmak istiyorlar. Tarihteki ilerlemeye, üretken güçlerin sürekli gelişimine bir de bu açıdan bakabiliriz. İnsan maddi yaşamının üretimine az, kendine yaşam sevincini veren yaratıcı üretime fazla zaman ayırmak için uğraşıyor. Spekülatif felsefenin dipsiz kuyusunda biraz daha aşağıya inip bunun nedenini sorabiliriz. Yanıt, belki de, insanın kendi varlığının bilinciyle kendi dışında akıp giden zaman arasındaki ilişkide saklıdır. İnsan, öleceğini kesin olarak bilen tek canlıdır ve ömrünün uzunluğu konusunda da aşağı yukarı bir fikri vardır. Sabit denebilecek bir ömür süresini zorunlu çalışmayla yaratıcı çalışma arasında bölmek, bu bölmeyi olabildiğince ikincinin lehine yapmak ister. Maddi varlığının sona ermesiyle yokolacağı fikrini reddeder, fiziksel ölümünden sonra bu dünyada yaşayacak bir şeylerin, yarattığı ürünlerin kalmasını ister. Yaşarken de bunları yaratmak için çalışabilmek ister. Ölüm fikriyle asla uzlaşmaz. İnsanların ölümle uzlaşabileceği yalanı, metafiziğin en temel yalanlarından biridir. Doğrusal bir biçimde akıp giden zaman içinde insan, geçmişle geleceğe eşit mesafede durmaz. Zamanda durduğu noktada geçmişle gelecek simetrik bir biçimde bölünmez. Zaman kendinden uzaklaşır, eşit zaman dilimlerindeki gelecek geçmişten daha önemlidir. Yarın her zaman dünden önemlidir.

§-7. Bu görüşler, ne denli spekülatif olurlarsa olsunlar, bir arada ne kadar gevşek dururlarsa dursunlar bir noktaya ışık tutuyorlar. Üreten insan, işçi, kapitalist sömürünün, rekabetin, yabancılaşmanın, yani hangi düzlemden ve kavramdan bakarsanız bakın kapitalist üretim biçiminin kendisine dayattığı çalışma süresini kısalttırmak için savaşacaktır. Bunun çok derinlerde yatan nedenleri olduğuna dikkatleri çekmek istedik. Değil sendikasızlaşmak, değil işsizlik, değil apolitikleşmek, dünya yıkılsa bu savaş durmayacaktır. Politik savaşımı kolaylaştıracak ön koşullar içinde değişmeyen veri budur. İşçi sınıfının bugünkü çıkış noktası da budur.

Şimdi artık, okurun hoşgörüsünü daha fazla suistimal etmeden, soyut entellektüel mekânlardan ve “yumuşak” teorik denemelerden somut politik mekânlara inebiliriz.

*

§-8. İş süresinin kısaltılması için mücadele, sınıf savaşları tarihinin altında kesintisiz bir şerit gibi yatmaktadır. Son 250 yıldır, işçi sınıfının ana mücadele hedefleri zamana, mekâna, konjonktüre, sınıfın, toplumun önündeki acil sorunlara göre değişmiştir. Ama iş süresini kısaltma mücadelesi, dünya savaşları dahil hiçbir zaman gündemden çıkmamıştır. Bugün de, gerekçesi ne olursa olsun, asla gündemden çıkarılmaması gereken mücadele, bu mücadeledir. Bu mücadele gündemden çıktığı anda işçi sınıfının tutunacak son dalı da elinden kaymış olur. “İş süresi kısaltılsın” sloganı işçi sınıfının tarihsel “temcit pilavıdır”, her yemekte ısıtılmış olarak yeniden ve yeniden sunulması gereken bir pilavdır.

§-9. Ücrette düşme olmadan iş süresinin kısaltılması, artı-değer üretilen sürenin azaltılması, yani mutlak sömürünün geriletilmesi demektir. İktidar perspektifine dolaylı/dolaysız bir biçimde bağlı olmadığı için, bu bir ekonomik mücadeledir, ama “kâr için kârdan” başka tanımlanabilir bir amacı olamayan kapitalist üretimin tam kalbine vurduğu için de politik bir mücadeledir. Mücadelenin bu politik yönü, sömürüyü geriletebildiği oranda ortaya çıkar. Yoksa ekonomik mücadele tek başına politik bir boyut alamaz. Sömürü geriletilebildiği oranda sınıflararası ilişki sertleşir ve işçi sınıfının gerçek politik mücadelesinin, iktidarı almaya yönelik mücadelenin somut koşulları oluşur. Mücadele politikleşir.

§-10. Kapital‘de Marx, iş süresinin kısaltılmasıyla ilgili mücadelelerin o günkü bir dökümünü yapmıştır [2]. Bir bölümü spontane biçimde gelişen, çoğu kanlı geçen bu mücadeleler, başka ekonomik taleplerle de birleşerek, sendikaların doğmasına, sendikal hareketin kurumsallaşmasına yolaçmıştır. Kendini ekonomik yönden savunamayan, böyle bir savaşkanlığı sergileyemeyen bir sınıfın politik olarak eyleme geçmesi de olanaksızdır. İşçiyi birey olarak ele alırsak, diyebiliriz ki, kendi ekonomik çıkarı için öne sürülen kollektif talebi anlamayan, ekonomik haklarını, kendi emeğini savunamayan bir işçinin politik olarak bilinçlenmesi de mümkün değildir . Bu nedenle sendikaların işçi partilerinden önce tarih sahnesine çıkması tarihsel bir rastlantı değil, doğal bir gelişmedir. İşçi partilerinin örgütlenmeye hemen her zaman ve her yerde sendikal harekete katılan işçilerden başlaması da doğaldır. İşçi kendi emeğini bizzat savunurken politik bilinçlenmeye daha açık hale gelir.

§-11. 70’li yılların sonuna doğru sermaye, emeğe karşı, derinleşen küreselleşme süreçlerine ve depresif uzun dalgaya paralel olarak, dünya çapında şiddetli ve kapsamlı bir saldırı başlattı. Emeğin gerilemesi yer yer bozguna dönüştü. Sendikal hareket zayıfladı. Sendikalaşma oranı %10’ların altına indi. Dev sendikalar mum gibi eridi. Sendikasız işçi norm haline geldi. İşçi sınıfının politik örgütleri de marjinal konumlara düştü. On yıldır bu saldırının ancak ve ancak sendikal hatta durdurulabileceğini söylüyoruz. Nitekim en azından Avrupa’da öyle oldu. Bugün Avrupa işçi sınıfı sermayenin saldırısını durdurmuştur. Bu başarı geçici midir, kalıcı mıdır, henüz bilemiyoruz. Avrupa Birliği’ne bağlı 15 ülkenin 13’ünde sosyal demokratların iktidara gelmesi, Avrupa sermayesinin kendi içinde bir manevra değildir, işçi sınıfının son yıllardaki başarılı savaşımının sonucudur.

§-12. Avrupa işçi sınıfı küreselleşmenin, Avrupa entegrasyonunun sermayenin hegemonyasında ve salt sermayenin çıkarları çerçevesinde yürümesine karşıdır. Sosyal demokrat partileri her ne gerekçe ile desteklemiş olursa olsun, bu desteğin nesnel anlamı budur. Sermayenin giderek küstahlaşan saldırısına bir tepkidir. Bu hükümetlerin programlarına karşı kendi bağımsız sınıf politikalarını ve tavrını geliştirebildiği ölçüde, sosyal demokrasinin yaymak istediği illüzyonlara karşı bağışıklık kazanabilir. Bu da politik öncü gerektirir. İktidardaki sosyal demokrat partilerin programlarını veri kabul edip emekten yana adımlarını desteklemek ve emeğe karşı adımlarını eleştirmek gibi, bu programların organik bütünlüğünü ve bu partilerin sermaye partileri olduğunu gözardı eden ve bilinç bulandıran yaklaşımlar zaman kaybettirir. İlkesel tavır, bağımsız sınıf politikalarını bu iktidarlara eylemli bir biçimde dayatmaktır. Sosyal demokratların hükümet olması, işçi sınıfına biraz nefes aldıracak ve toparlanacak bir zaman kazandırmıştır. Bu nesnel saptamanın ötesinde, bu partilerin iktidar olmalarıyla ilgili her türlü öznel değerlendirme hayalcidir, reformist illüzyonları besler.

§-13. Avrupa işçi sınıfı ekonomik mücadelesini sürdürecektir. Toplum yararına yapılan harcamaların kısılmasına direniş, [3] sosyal devlete sahip çıkma ve ücreti düşürtmeden işgününün kısaltılması talepleriyle mücadele hattını da çizmektedir. Bu hat aynı zamanda işçi sınıfının taarruz çıkış hattıdır [4] . Yeni kazanımlar için bu hattan ileriye doğru harekete geçecektir.

§-14. Koşullar işçi sınıfının bu denli aleyhineyken iş süresinin kısaltılması talebini en öne çıkarmak elbette çok zorlu bir mücadeleyi kabullenmektir. Ama taarruz çıkış hattı da kolay kolay oluşturulabilen bir hat değildir.

İş süresinin kısaltılması ana taleptir, saldırıya yönelik taleptir, ama tek talep değildir. İşsizlik tehdidi sayesinde sermaye, işçiyi, iş koşullarının kötüleşmesine, örneğin iş kazalarının artışına razı olmaya zorluyor. İşgücüne olan talebi “esnek” ve “oynak” tutarak, işçiyi, işgücünü her an sunmaya hazır halde bekletiyor. Ona kısa süreli sözleşmeleri dayatıyor. İşçiyi bir beklenti ve belirsizlik ortamında terörize ediyor. Taşeronlaşma uygulamalarını giderek yaygınlaştırıyor. Sermaye bu yolla, en başta işçilerin iş güvencesine saldırıyor. Ayrıca, işçilerin iş güvenliği, kıdem tazminatı gibi bir çok kazanımını, hem genel hem sektörel birçok kazanımını, bir de bu yolla tehdit ediyor. Sermayenin emeğe genel ve yerel saldırıları, burada bir çırpıda sayılamayacak kadar değişik biçimler alıyor. Ama bütün bu saldırıları kabaca iki kategoriye bölebiliriz. Bir kategorideki saldırılar ve bunlara karşı savunma, toplu sözleşmelerde tekil sermayelerle sendikaların arasında, işçilerin eylemliliğine bağlı olan bilek güreşleridir. Bu düzeyde haklar daha kolay alınır, daha kolay kaptırılır. Diğer kategorideki saldırılar ve savunmalar ise, sermaye sınıfının bütünüyle işçi sınıfının bütününü karşı karşıya getirir. Kavganın sonucu, verili bir andaki sınıfların güçler dengesine göre yasalarda ifadesini bulur. İşte iş süresinin kısaltılması için verilen kavga bu ikinci kategoridedir. Bir kez yasaya bağlandıktan sonra, uygulaması geriden gelse bile, tarihsel kazanımdır. Geriye dönüşü zaman içinde giderek zorlaşır. Geriye döndürme çabasına girdiğinde, sermaye sınıfı, kendi yasasını çiğnemeye zorlanır. Bu da sınıf savaşını politize eder.

§-15. Sermayenin partileri olarak sosyal demokrat partiler, genel olarak ve barışçıl koşullarda, “sopa” değil, “havuç”turlar. Ama özel olarak “sopa” da olabilirler. Kapitalist sömürüyü asla sorgulamazlar ve sorgulatmamaya çalışırlar. Geleneksel sağ sermaye partilerinden farkları, işçi sınıfına saldırırken ellerinin titremesidir. Ellerinin titremesi, gerek işçi sınıfının büyük bir kesiminde gerekse toplumun bütününde tehlikeli illüzyonlar yaratır. Sermayeye karşı sınıfsal-siyasal mücadele perspektifini bulandırır. Ancak bizim için önemli olan niçin ellerinin titrediği sorusudur. Çünkü bugün de elleri titriyor.

§-16. Elleri titriyor, çünkü…Birincisi, Avrupa işçi sınıfı eylemleriyle toplum yararına yapılan harcamalarda kısıtlamaların tarihsel-sosyal sınırına gelindiğini sermayeye bugün sık sık duyurmaktadır ve bunu bütün toplum adına yapmaktadır. İkincisi, sosyal devletten vazgeçilemeyeceğini, bu tarihsel kazanımını sermayeye yem etmeyeceğini militan ve örgütlü bir biçimde sürekli kanıtlamaktadır. Bunu yine bütün toplum adına yapmaktadır. Evet, sosyal devlet, Ekim devrimi ve yükselen sosyalizm karşısında burjuvazinin bir taviziydi, emperyalist kârlarının bir bölümüyle finanse edildi. Ama sınıf savaşında bir taviz, onu isteyebilecek bir güce verilir. Bugün sosyal devlet uygulamaları bir dizi ülkede çok yara bere almıştır, ne var ki neo-liberal ideolojinin yirmi yıldır süregelen tüm saldırılarına rağmen, kavramsal düzeyde geriletilememiştir. İşçinin ve toplumun bilincinde kökleştiği ortaya çıkmıştır. Üçüncüsü, Avrupa işçi sınıfı, küreselleşme süreçlerinin ve özellikle de bilimsel teknolojik devrimin emek aleyhine doğurduğu sonuçlarla savaşacağını, ama doğru ama yanlış politikalarla, eksikli de olsa, savaşacağını göstermiştir. Bilimsel teknolojik devrimden emek lehine doğması gereken en doğal sonucu, yani iş süresinin kısaltılmasını da talep etmekte, istemektedir. Bunu yer yer sadece işsizliğe bir çözüm olarak istemesi, bazen ücretinin düşmesine ses çıkarmaması, bilinç düzeyi ve koordinasyonu yüksek bir eylemlilik içinde olmaması bu gerçeği değiştirmiyor.

§-17. Dikkat edilirse, işsizliğe ve işsizliği kışkırtan uygulamalara karşı mücadeleyi, işçi sınıfının ekonomik mücadele hedefleri arasında saymadık. Sendikaların gücünü kırmak, ileri işçileri ayıklamak gibi politik nedenlerle işten çıkarmaların doğurduğu işsizliğe karşı çıkmak elbette işçi sınıfının mücadele hedefidir. Bu özel durumun mücadelesi politiktir. Ama teknolojik ilerlemeler, üretim sürecindeki değişiklikler ya da bazı sektörlerin toplam sosyal üretimin bir bileşeni olmaktan çıkmaları gibi yapısal nedenlerin doğurduğu işsizlikle mücadele, işçi sınıfının pozitif bir mücadele hedefi değildir.

Bilimsel teknolojik devrimin üretim süreçlerindeki uygulamaları, özellikle otomasyon, tüm sektörlerde işsizliğin artmasına neden oluyor [5] . İşçi, zorunlu çalışmayı yaşamın merkezine koyan, çalışmayı ahlaki bir değer katına yükselten ideolojilerin (örneğin protestanlık) yüzyıllardır aşıladığı bu tür değerleri bilincinden tasfiye etmelidir. Çalışmadığı süre içindeki dinlenmesini, kendini çeşitli düzeylerde yeniden üretmesini ve yaratıcı etkinliklere yönelmesini, ahlaki açıdan, çalıştığı süre içindeki emek faaliyetiyle en az aynı değerde görebilmelidir. Boş zaman kazanmak için mücadele etmelidir. Kafasını buna göre değiştirmelidir. Aksi takdirde bilimsel teknolojik devrim, işçinin ekonomik mücadeledeki duruşunu sürekli geriletecektir. Hele, nedeni ne olursa olsun, bilimsel teknolojik devrimi karşısına alan genel bir ekonomik mücadele olamaz. Bilimsel teknolojik devrime karşı çıkmak, bundan iki yüz yıl önce “Makineleşmeye Hayır !” deyip makinaları kırıp döken işçinin durumuna düşmektir [6] . Üretken güçlerin ilerlemesiyle ortaya çıkan bu tür nesnelliklerle boğuşmak yerine, işşizleri de üretime çekerek, tüm çalışanlar için iş süresinin kısaltılması uğruna mücadele pozitif bir mücadeledir.

§-18. Özetleyerek yinelersek, işçi sınıfının ekonomik mücadelesinin pozitif ekseni, toplum yararına yapılan harcamalarda kısıtlamalara son verme, sosyal devletin sürekliliğini koruma, iş süresinin ücretler düşürülmeksizin kısaltılması hedeflerinden geçmektedir.

§-19. Sermaye emeğin bu taleplerine karşı çıkarken hep aynı ve tek bir gerekçeyi ileriye sürüyor : Kaynak yetersizliği !… Toplum yararına harcamaların genişlemesi için, sosyal devletin finansmanı için, ücretler düşürülmeden iş süresinin kısaltılması için kaynak yok, diyor. Esas söylediği, toplumsal değerin bu alanlarda “çarçur edilmesinin”, kârı azalttığıdır. Kârın korunması durumunda ise o sermaye rekabet edemez olur. Kârın azalması, üretimin genişlemesi için gereken yatırımlara kaynak ayrılmasını zorlaştırır. Burjuvazi kendi aşırı tüketiminden de vazgeçemeyeceğine göre, geriye kalıyor topluma yönelik harcamaları kısmak, sosyal devleti budamak, iş süresinin kısaltılmasını ücrette düşüşe endekslemek (ya da uzun iş süresine ses çıkarmayan işçilere yönelmek). Direniş olursa ? İşsizlik tehdidini sürekli gündemde tutmak.

§-20. Burjuvazinin “kaynak yetersizliği” propagandası öyle inandırıcı, işsizlik tehdidi öyle reel ki, işçi sınıfının büyük bölümü toplumsal tüketimin gerilemesini, iş süresinin kısalmamasını, kârından taviz vermeyen burjuvaziye değil, toplumun yarattığı toplam değerin yetersizliğine bağlayabiliyor. Bu durumda karşı-propaganda, temelde, kârların ne kadar yüksek olduğunun gösterilmesini, burjuvazinin aşırı tüketiminin sergilenmesini esas alır. Ayrıca işçi ücretlerinin, daha genel olarak da çalışanların gelirlerinin ne kadar düşük olduğu, yaşam koşullarının kötülüğü hatırlatılır. Burada altını çizeceğimiz nokta, bu temel propagandalarda moral unsurun ağırlıkta olduğudur. Yani örgütçü, işçide zaten varolan ya da varolduğu düşünülen ahlaki değerlere, adalet duygusuna hitabeder. Doğru da yapar. Toplumsal düzenin bireyin bencilliği üzerine kurulduğu ve bunun değişemeyeceği savının yoğun etkisinde kalan, bu yüzden de sömürü ilişkisini doğal, kârı ise kapitalistin hakkı sayan, burjuvazinin aşırı tüketiminde gerçekten çarçur edilen değere gıptadan başka bir duygu beslemeyen kesimler için bu propaganda pek etkili olamıyor. Şimdi bakalım acaba toplumsal ihtiyaçlar için bir türlü bulunamayan o kaynakların saklandığı başka bir yer var mı ? Yani burjuvazinin kârının ve aşırı tüketimin dışında, toplumsal ihtiyaçlara yöneltilebilecek, başka bir deyişle, toplumsal düzeyde anlamlı olacak şekilde gerçeklenebilecek saklı bir değer var mı bir yerlerde ?

§-21. Kapitalist üretim biçiminin yaşayabilmesi için metada kilitli duran değerin gerçeklenmesi gerekir. Değerin gerçeklenmesi, sermaye birikiminin yaşamsal, olmazsa olmaz koşuludur. Metanın kullanım değerinin tüketilmesiyle değer gerçeklenmiş olur. Böylece,

Üretim → Dolaşım → Mübadele → Tüketim, zinciri tamamlanır.

§-22. Tüketim hem metanın kullanım değerinin yokedilmesi hem de değerin gerçeklenmesidir. Kullanım değerinin yokedilmesi…Yani metanın son sahibinin bir ihtiyacını karşılaması, bir ihtiyacına yanıt vermesi. İşgücünün yeniden üretiminde fiziksel ya da fiziksel olmayan bir işlev üstlenmesi. Marx’ın Kapital’inde değerin yolculuğunu izleyen şemanın özü budur. Bu metalar işgücünün yeniden üretimindeki temel gereksinim maddeleri olabilirler. Ama olmayabilirler de… Bir kullanım değeri tüketilebileceği gibi, kendini içeren metanın fiziksel imhası yoluyla da yok edilebilir. Bu ikinci yolla da metanın değeri gerçeklenmiş olur. Anti-sosyal biçimde… Marx, aşırı birikmiş metayı, bunu izleyerek ortaya çıkan sermaye fazlasını ve sonuçta düşen kâr oranını, kapitalizmin krizlerinin çözümlemesinde problematiğinin merkezine alır.

§-23. Kapital, kapitalist üretim biçiminin çözümüne metanın anatomisiyle başlar. Düşüncenin hareketini daha kolay izlenebilir hale getirmek için, kullanım değerinin çeşitlenmesinden doğacak ikincil sorunlar gündeme getirilmez. Bu sorunların teorinin inşasında engel oluşturması önlenir. Örnekler herkesin kolayca anladığı, kullanımını tanıdığı metalardan seçilir. Ayrıca da o çağda kullanımı anlaşılmaz ya da zor anlaşılır metalar henüz pek üretilmemektedir : Hem üretken güçlerin gelişme düzeyi buna kolayca izin vermemektedir, hem de kapitalizmin yatay gelişme, yayılma perspektifi henüz sınırsızdır.

Kısacası, Kapital‘de metanın değişim değerinin gerçeklenmesiyle tüm kullanım değerinin tüketilmesi ya da fiziksel imhası, zamanda birebir örtüşür. Aynı anda olup biter. Bu varsayım teorik bir sorun yaratmaz.

§-24. Bugün ise, bilimsel teknolojik devrimin süreklilik kazandığı ve alabildiğine hızlandığı ama bu ilerlemenin ne yazık ki kapitalist üretim biçimi içine sıkışıp kaldığı bir ortamda yeni bir sorunla karşı karşıyayız. Metanın değerinin gerçeklenmesiyle kullanım değerinin tümünün tüketilmesinin (ya da yokedilmesinin) zamanda birebir örtüştüğü varsayımı, giderek daha fazla sayıda meta için, zayıflayan bir varsayım haline geliyor.

§-25. Marx’ın yaşadığı çağa kıyasla, kullanım değeri, milyonlarca yeni metada karmaşıklaşmış ve çeşitlenmiştir. Metanın anatomisinin, değer açısından değil, ki o hâlâ üretiminde harcanan toplumsal emek süresiyle tanımlanır, ama kullanım değeri açısından yekpare bir bütün oluşturduğu varsayımını sorgulamak gerekir. Bu sorgulamanın bize ne kazandırabileceğini birazdan göreceğiz.

§-26. Metanın anatomisine yakından bakalım. Ürün çeşitlendirmesi ve ürün farklılaştırması, metanın kullanım değerinde bir çeşitlendirme ve farklılaştırmadır. Bunların rekabetin zorlamasıyla ortaya çıktığı biliniyor. Şimdi bunlara kapitalist rekabet açısından değil, değerin gerçeklenmesi açısından bakalım.

§-27. Aşağıda önerdiğimiz şekil günümüz metasının iç yapısını gösteriyor. Tüketim aracı olarak üretilen metaların giderek daha büyük bir bölümü bu iç yapıyı sergiliyor. Örneklerimizi, kolay kavranabildikleri için, tüketim araçlarından seçtik. Ama argüman, üretim araçları olarak üretilen metalar için de geçerlidir. Çünkü onlar da hem rekabetin hem de sermaye birikiminin konusudurlar. Eğer değer, herhangi bir nedenle, tüketim aracı olarak üretilmiş bir metada gerçeklenemiyorsa, kullanım değeri o tüketim aracının üretiminde tüketilmesi gerekirken tüketilemeyen üretim aracında da gerçeklenemiyor, demektir. Eğer değer birincide gerçekleniyorsa ikincide de gerçekleniyor, demektir. Bu nokta önemli, bu nedenle bu karışık iki cümleyi biraz açmamız iyi olabilir. Tüketim aracı olan bir meta düşünelim, buna Mt diyelim. Bu metanın üretiminde başka bir meta, üretim aracı olan bir meta, kullanılmış olsun. ‘nün kullanım değeri, Mt‘nin kullanım değerinin yaratılmasıdır. Bir tane Mt üretilirken ‘nün kullanım değerinin küçük bir kısmı tüketilir. Diyelim ki 1 milyon tane Mt üretildiğinde ‘nün kullanım değerinin tümü tüketilmiş olsun. Öyleyse, ömrü tamamlandığında, üretim aracı olan metanın, ‘nün kullanım değerinin tümü tüketilmiş ve içinde kilitli değerin tümü gerçeklenmiş olur. Herhangi bir nedenle, ki bu nedenleri aşağıda göreceğiz, tüketim aracı olarak üretilen bu Mt‘nin tüm kullanım değeri tüketilemiyor olsun. Bu durumda Mt‘nin içerdiği değer tümüyle gerçeklenemiyor demektir. Şimdi 1 milyon tane Mt‘yi ele alalım. Bu 1 milyon tane Mt‘nin de içerdiği toplam kullanım değeri tüketilememiş ve içerdiği toplam değer gerçeklenememiş olur. Yani, bu 1 milyon tane Mt‘nin üretimini sağlayan ‘nün kullanım değeri tümüyle tüketilememiş olur. Bu ise ‘nün içerdiği değerin tümünün gerçeklenememesi demektir. Bu durumda, tüketim aracı olarak üretilen metaların kullanım değerinde bir farklılaşma, bir ayrışma, bir parçalanma varsa, ki şimdi bunu göstermeye çalışacağız, bu iç yapı değişikliği, derecesi farklı da olsa, üretim aracı olarak üretilen metaların kullanım değerleri için de geçerlidir. Gerçeklenemeyen bir değer varsa, bu her iki kategori metada da gerçeklenemeyen bir değerdir.

Metanın anatomisindeki değişikliği şöyle özetliyoruz :

METANIN TOPLAM KULLANIM DEĞERİ, her birinin önemi ürüne göre değişmekle birlikte, en genelde dört ayrı kategorinin organik birlikteliğidir:

  1.   Reel kullanım değeri, (A)
  2. Potansiyel kullanım değeri, (B)
  3. Fiktif (hayali) kullanım değeri, (C)
  4. Teknolojik gelişmenin yokedeceği kullanım değeri, (D).

Bu kategorilerin bu şekilde isimlendirilmesine bir “şimdilik” kaydı koyuyoruz.

ŞEKİL : METANIN TOPLAM KULLANIM DEĞERİ

D

Kârın hareketine tam bağımlı teknolojik

gelişmelerin yokedeceği kullanım değeri

Teknolojik gelişmeyle metanın tüketilmeden eskimesi ve

kullanım değerini kaybetmesi.

C

Fiktif (hayali) kullanım değeri

Tüketilmesi

i. Teknolojik açıdan veya

ii. Ürün farklılaştırılmasının arza etkisi yüzünden

imkânsız olan irrasyonel kullanım değeri

B

Potansiyel kullanım değeri

(Varsayılan veya empoze edilen irrasyonel ihtiyaçlar için)

i. Tüketilmesi neredeyse imkânsız bir kullanım değeri

ve/veya

ii. Tüketiminin aynı anda başka bir metanın da kullanım

değerinin tüketimini gerektirmesi.

A

  Reel kullanım değeri

(rasyonel ihtiyaçları karşılıyor)

§-28. Şimdi bu söylediklerimizi somut örneklerle açalım. Kapital‘deki keten bezi, çay, kahve, mısır, demir çubuğu yerine arabayı, video aygıtını, ev bilgisayarını, kol saatini, telefon/faks/telesekreteri geçirelim.

§-29. Metanın reel kullanım değeri, A, rasyonel toplumsal bir ihtiyacı karşılıyor. Bu zaten metanın ürün niteliğidir. Yukarıda saydığımız metalar, bu açıdan ilginç bir durum sergilemezler. Reel kullanım değerinin argümanımızın gelişimine bir katkısı yoktur.

§-30. Metanın potansiyel kullanım değeri, B, varsayılan veya empoze edilen ancak, varsayılması/empoze edilmesi açısından değil, toplumsal açıdan irrasyonel olan bir ihtiyaca karşılık geliyor.

Potansiyel kullanım değeri ya tüketilmesi neredeyse imkânsız bir kullanım değeridir ve/veya tüketimi aynı anda başka bir metanın da kullanım değerinin tam tüketimini gerektiren kullanım değeridir.

99 kanaldan programlanabilen bir video aygıtını 99 kanal için programlamak neredeyse imkânsızdır. Hem zaman hem de beceri açısından…Bir de bu video aygıtının tüm kullanım değerinin tüketilebilmesi için başka bir meta, 99 kanallı bir televizyon aygıtı gerekir. Bu da yetmez, bu 99 kanalın haftalık programlarını veren bir de dergi almanız lazım. Bu kapasitenin genel tüketimi istatistik olarak saptanabilir. 100 video aygıtı sahibi içinde hem 99 kanallı televizyonu olan hem de işi gücü olmayan bir iki deli çıkabilir ve bu kapasitenin tümünü kullanabilir. Büyük çoğunluk için bu kapasitenin büyük bölümü tüketilmemiş olarak kalır. Ama tüketim noktasına bir kez ulaşmış olduğundan metanın değeri gerçeklenmiş olur.

Saatte 250 km hız yapan bir arabanın bu hızda seyretmesine izin veren bir trafik yasası dünyanın hiçbir yerinde yoktur. Ama o arabanın sahibi, bu hıza ulaşabilmek için özel bir havaalanından bir uçak pisti kiralayabilir. Yani yine başka metaların kullanımı gerekiyor. Uçak pisti kiralayan araba sahibinin, toplumsal açıdan rasyonel olmayan, üstelik irrasyonalitesi artık iyice uca çekilmiş bir ihtiyacına, o da kısa bir süre için yanıt veriyor olur. Araba sahiplerinin büyük çoğunluğu ise, trafik yoğunluğu ve trafik yasalarının sınırladığı çerçevede, bu potansiyel kapasiteyi asla kullanamazlar. Ama bu kapasiteye sahip arabalardaki bu potansiyel kullanım değerine sahip oldukları için metadaki değeri gerçeklemiş olurlar.

Arabayla sunulan kullanım değeri etrafına örülmüş o kadar çok sayıda başka kullanım değeri var ki, kapitalizmin bayrağında bir yıldız haline gelen bu tüketim aracının buradaki argümanımız için adeta özel olarak üretilmiş olduğu hissine kapılıyoruz. 16 pozisyona ayarlanabilen sürücü koltuğu ; sanki bu sürücüler evlerindeki koltukların pozisyonlarını hiç durmadan değiştirebiliyorlarmış gibi, sanki bu arabayı 16 ayrı pimpirikli sürücü kullanıyormuş gibi… Benzin/hava karışımını arabanın bulunduğu deniz seviyesine göre otomatik olarak ayarlayan bilgisayar…Çalışıp çalışmadığı, yani işlevselliği ancak kaza anında ortaya çıkabilecek güvenlik sistemleri. Karmaşık alarmlar…Acayip müzik sistemleri, sayısı lüzumsuz aksesuar vb… Yine potansiyel kullanım değerinin tüketilmesi sayesinde değil, ama tüketim noktasına varmış olması nedeniyle gerçeklenen değerle karşı karşıyayız.

Ev bilgisayarları için de aynı durum söz konusu. Tümüyle kullanımı imkânsız bir kapasite… Tüm tüketimi birçok başka metanın, yazılımın, donanımın aynı anda tüketilmesini gerektiriyor. Somut ihtiyaca yanıt vermenin çok ötesine geçmiş bir fantezi dünyası. Windows 95 bir çöplüktü, Windows 98 daha da büyük bir çöplük. Bir şehir çöplüğünde, çöp yığınlarının içinde bir hayli kullanım değeri saklıdır. Bu kullanım değerlerinin bulunup tüketilmesi, böylece bunlara karşılık gelen değerlerin gerçeklenmesi için, çöpleri deşmeye, bir şeyler aramaya vakti, niyeti veya mecburiyeti olan insancıklar gerekir. İşte kişisel kullanıma yönelik bilgisayar yazılımları da aynen öyle. Zavallı kullanıcıyı bir çöp yığınıyla başbaşa bırakıyor. Birçok potansiyel kullanım değeri adeta yazılımın asıl reel kullanım değeri tüketilmesin diye bilgisayara entegre edilmiş. Ama birlikte varlıkları bu entegre metanın toplam değerinin gerçeklenmesini sağlıyor.

Telefon/faks/telesekreter kombine aygıtı için de benzer durum söz konusu. Bir küp şeklinde havuç kesmediği eksik kalmış. Yüzlerce sayfalık kullanım talimatını okuma sabrını göstermeniz yetmiyor, çünkü neyin nasıl programlandığını kısa bir süre sonra unutuyorsunuz. Ya sil baştan yapacaksınız ya da kullanım talimatını kullanacak bir özet talimatın redaksiyonu üzerinde bizzat çalışacaksınız. Ama daha kolayı, her zaman ihtiyacınız olan üç dört işlevi iyice öğrenmek, gerisine boş vermek. Bunu yaparken de, potansiyel kullanım değerine sahip olmuş olmakla, kapitalistin bu metaya kilitlediği değeri gerçeklemek. Atıl kapasiteyi kabullenmek.

Okur, daha birçok metada, burada geliştirilen argümana örnekler bulacaktır kuşkusuz. Ama son olarak kapitalist üretimin elektronik kol saatlerinde yaptığı harika cambazlıklara değinmeden geçemeyeceğiz. Sıradan bir meta, ama anatomisi karmaşık metalardan biri. Kullanmak için önce başka bir meta, yani pil lazım. Pil saatle aynı yerde üretilmiyor. Üşenmiyorsanız yüzlerce adres ve telefon numarası girebiliyorsunuz. Hesap makinası olarak, ajanda olarak kullanılabilenleri de var. Hepsi saniyenin yüzde birini ölçüyor. Böylece, liseden bu yana 100 metredeki atletik performansınız ne durumdadır, her an kontrol edebilirsiniz. Saatiniz sizi sabah 7’de ya da 7.30’da değil, 7.28.56’da uyandırabilir. İşte kapitalizm böyledir, sabah gözlerimizi ovuşturma süremizi dilediğimiz hassasiyette saptayabilmemizi sağlar ama yoğun trafikte hergün kaybettiğimiz saatleri görmez. Bir de şu basınca dayanıklı saatler var. En ucuzu, su geçirmezlik ne kelime, 50 metre derinlikte yani 6 atmosfer basınç altında çalışıyor, ya da çalıştığı iddia ediliyor. 100 metre, 200 metre derinliğe dayanıklı olanları var. 200 metreye dalınmaz. Bu iş en profesyonel dalgıçlar için bile olağanüstü enderdir. Bu derinliklere dalması gereken biri de saatini gidip dükkândan almaz. Bu iş için imal edilmiş özel saatler vardır. Dükkânda satılan ve 200 metre derinliğe dayanıklı bir saat, ondan çok daha büyük değerler içeren başka bir sürü metanın da aynı anda kullanımını gerektirir. Saatten önce özel gaz karışımlı tüp, çok pahalı kuru dalgıç elbisesi ve yelek gerekir. Bu işin eğitimi de cabası. Ha bir de o saatin sahibini bu derinliğe götürecek basınç odalı bir tekne ve ekip lazımdır. Yani, büyük tüketici kitlesi için böyle bir saati kullanmak, ya da o derinlikte gerçekten çalışıp çalışmadığını anlamak için bir misinanın ucuna takıp bir iskeleden suya sallandırmak şansı bile yoktur.

§-31. Metanın fiktif (hayali) kullanım değeri, C, tüketilmesi verili bir anda teknolojik olarak, ya da ürün farklılaştırılmasının arza etkisi yüzünden, imkânsız olan, irrasyonalitesini bu imkânsızlıktan alan kullanım değeridir.

Her metada değil ama bazı metalarda bu durumu gözleyebiliriz. 99 kanaldan programlanabilen video aygıtına dönelim. Bu aygıtlar ilk pazarlandıklarında tek kaset kompartımanlıydı ve piyasada satılan en uzun süreli video kaseti dört saatlikti (Şimdi altı saatlik kasetler de var ama kanal sayısı da arttı). İki buçuk dakikalık televizyon programlarının ya da filmlerin varolmadığı bir ortamda 99 kanaldan birden dört saatlik kasete program kaydetmek hayali bir uğraştır. Realitede karşılığı yoktur.

Saatte 250 km hız yapan arabaya geri dönersek, trafik böyle bir hıza göz yumsa bile bu kez de bu hızın yapılabileceği kalitede bir yol yoktur. Susurluk civarındaki kaymak gibi yolda bile böyle bir hız yapılamamıştır. Ayrıca böyle hızlara erişebilen arabaların fren sisteminin ve lastiklerinin böyle bir performansa her an hazır olduğu varsayımı oldukça kuşkulu bir varsayımdır. Yine hayali, fiktif bir kullanım değeri söz konusudur.

Ev bilgisayarı alemi, hayali kullanım değerinin en çarpıcı şekilde görüldüğü bir alemdir. Birçok yazılım programı, daha kullanıcılar o programa tam hakim olamadan piyasadan kayboluyor. Burada olayın teknolojik ilerleme boyutunu konuşmuyoruz. Sadece rekabetin dayattığı “oyunlardan” bahsediyoruz. Küçük bir ürün farklılaştırması geçirmiş yazılımın ilk versiyonu “eskimiş” oluyor. Eldeki dosyaları açacak bilgisayar bulamayabiliyorsunuz. Donanım için de durum aynı. Bir arıza çıktığında, örneğin sürücüsünde, ekranında, klavyesinde mekanik bir sorun çıktığında tamiri neredeyse imkânsız, astarı yüzünden pahalıya geliyor. Yani çoğu kullanıcının bugünkü ve görünür gelecekteki ihtiyaçlarına şu kadar yıl rahatça karşılık verebilecek ancak ürün farklılaştırması sonucunda bu ihtiyaçlara yalnızca kısa bir süre yanıt veren bu metanın kullanım değerinin büyük bir bölümü, aslında, hayali kullanım değeridir. Faks aygıtlarının da bir süre sonra kağıdı, bobini, elektronik kol saatlerinin pili vb bulunamıyor. Yine metada saklı hayali bir kullanım değeri aracılığıyla o metanın değeri gerçeklenmiş oluyor.

§-32. Metada bir de, kârın hareketine tam bağımlı teknolojik gelişmelerin yokedeceği bir kullanım değeri, D, saklıdır. Bunu tüketim araçlarının hemen hepsinde açık bir şekilde gözleyebiliriz. Eski ürünün yerine aynı işleve sahip yeni bir ürün piyasaya çıkıyor. Eski ürün kullanım değerinin henüz büyük bölümünü tüketmediği halde piyasadaki yerini yeni ürüne bırakıyor. Ya reklamlar yoluyla tüketici şartlandırıldığı için, ya vergiden indirim teşvikleriyle, ya servisi imkânsız hale getirilerek, ya da, hepsinden önemlisi, yapısına bilinçli bir biçimde dayanıksız unsurlar katılarak vb…Yalnız burada altını çizerek söyleyelim, bilimsel teknolojik devrimin getirdiği, rasyonel bir ihtiyacı bir üst düzeyde karşılayan ve zaman kazandırıcı işlevi olan metaları kastetmiyoruz. Kârın hareketine tam bağımlı teknolojik gelişmelerden bahsediyoruz. Yani, “bilgisayar daktiloyu, hesap cetvellerini neden çöpe attı, yazık oldu”, demiyoruz. “Bu bilgisayarı daha yeni aldık, sistemi arada bir kilitleniyor, kimse de bir çare bulamıyor, yenisini alın diyor”, diyoruz.

1950’li yılların Amerikan arabaları, araba tarihinde eşi benzeri olmayan makinalardı. İnanmayanlar Kübalı şoförlere veya İstanbul’daki dolmuş şoförlerine sorabilir. Motorları, vites kutuları, şasisi, iç aksamı, elektrik sistemi, en az yarım milyon km’lik bir ömre göre tasarlanmıştı. Yarım asır sonra, bugün bile hâlâ kullanılıyorlar. Arabanın tüketici dünyasındaki diktatoryası asıl İkinci Dünya Savaşından sonra kuruldu. Hemen hemen bakir duran ABD pazarı o günkü araba tekellerince sonsuz büyüklükte bir pazar olarak görüldüğü için ve Japon arabalarının rekabeti henüz söz konusu değilken, böyle fantastik arabalar yaptılar. Çok değil 10 yıl içinde stratejilerini değiştirdiler. Bu değişiklik çok keskin oldu, kısa bir süre için öbür uca savruldular, bir sıkımlık “lemon cars” (limon arabalar) bu dönüş anında piyasaya sürüldü. Yaklaşımlarını daha sonra dengelediler. Yine 50’li yıllarda üretilen, bugün bile kullanılan buzdolaplarının ve elektrikli süpürgelerin, bitmek tükenmek bilmeyen kullanım değerlerine sahip bu ev aletlerinin, 50’li yıllardan sonra neden üretilmediği de, kârın hareketine tam bağımlı teknolojik gelişmelerin bilinçli biçimde yokettiği kullanım değerleri bağlamında anlaşılabilir.

§-33. Teknolojik gelişme nedeniyle kullanım değeri kaybolan metalara örnekleri yine tüketim araçlarından seçtik. Oysa bu kategori üretim araçları için daha da geçerlidir. Hatta diyebiliriz ki, üretim aracı olarak üretilen metalar için, toplumsal açıdan irrasyonel ihtiyaçlara karşılık gelen kullanım değeri kategorileri içinde (B, C ve D içinde), teknolojik gelişmeyle kaybolan kullanım değeri kategorisi (D) en belirgin ve ağırlıklı olanıdır.

Rekabetin baskısı altında sürekli yenilenen üretim teknolojisi, tasarımı sık sık değiştirilen üretim süreci, kapitalisti diken üstünde durduruyor. Üretim aracı ürettiren bir kapitalistin müşterisine, yani başka bir kapitaliste potansiyel ya da fiktif kullanım değeri kazıklaması zordur. Tüketiciyi güle oynata kazıklayabilir ama kendi “yoldaşına” bunları zor satar. Öte yandan “yoldaşı”, teknolojik gelişme rekabetin kuralı olduğundan, ağlaya ağlaya da olsa, yeni teknolojili makinaları almak zorundadır. Elindeki üretim araçlarının rotasyonu henüz tamamlanmadığı, yani içerdikleri değerin tümü bu makinadan çıkan metalara henüz aktarılmadığı halde, pazardaki üretim fiyatlarına yaklaşabilmek için bunu yapmak zorundadır. Yokolmamak için sürekli yatırım yapmak zorunluluğunu bir kabus gibi yaşar.

§-34. Kısacası, kârın hareketine tam bağımlı olarak gerçekleştirilen birtakım teknolojik gelişmeler, ürünü, fiziksel olarak tükenmediği halde, teknolojik olarak eskitiyor. Yani dolaylı olarak, metanın kullanım değeri tüketilmeden yokediliyor. Tüketiciye bir kez ulaştığı için de içerdiği değer gerçeklenmiş oluyor.
Bu noktada bir yanlış anlamayı önleyelim : Bilimsel teknolojik devrimin yüksek teknolojik kapasite yaratması, ileri teknolojileri hızla üretime alması asla karşı çıkılacak bir durum değildir. Çünkü bu devrimin kendisi de böyle derinleşiyor. Karşı çıkılacak durum, sermayenin, sırf değerin gerçeklenmesi uğruna bu yüksek teknolojiyi, sıradan kullanım değerlerine sahip sıradan tüketim metalarında, ilgisi ve ihtiyacı olmayan tüketicilere israf ettirmesidir.

§-35. Kullanım değeri açısından metanın bu şekilde bileşenlerine parçalanmışlığı, elbette bütün metalar için geçerli değildir. Bu parçalanmışlığın başka türlü ifade edilebilmesi de mümkündür. Ayrıca bu parçalanmışlığın derecesi metadan metaya değişir. Ama bugün ayakkabı gibi, giyecek gibi en sıradan metalarda bile bu parçalanmışlığı şu ya da bu ölçüde görüyoruz. O halde böyle bir genel eğilim vardır. Bir yönüyle kapitalist rekabetin ne denli keskinleştiğini gösteriyor, başka bir yönüyle de bilimsel teknolojik devrimin kârın hareketi tarafından ne denli yönlendirildiğini…Başka bir deyişle, kapitalist üretim ilişkisinin üretken güçlerin gelişmesine bugün düne göre daha fazla ket vurduğunu…Üretken güçlerin nesnel olarak artık başka türlü örgütlenmek “istediğini”…

§-36. Argümanımızı şöyle bir sonuca bağlıyoruz. Metanın reel kullanım değeri, A, rasyonel ihtiyaçlara karşılık geliyor. Metanın potansiyel kullanım değeri, B, fiktif (hayali) kullanım değeri, C, kârın hareketine tam bağımlı teknolojik gelişmelerin yokedeceği kullanım değeri, D, ise irrasyonel ihtiyaçlara karşılık geliyor.

§-37. Salt reel kullanım değeri içeren bir metayla, bu aynı reel kullanım değerinin yanı sıra yukarıdaki irrasyonel kullanım değeri kategorilerinden birini, ikisini ya da tümünü içeren bir metanın pazardaki fiyatı aynı değil. Pompalı ayakkabıyla pompasız ayakkabı, tek melodili telefonla sekiz melodili telefon aynı fiyata satılmıyor. Bu farklı fiyatlar, farklı üretim fiyatlarına karşılık geliyor. Elbette dolaysız, birebir ilişki içinde değil, bir izdüşüm şeklinde… Pazarlama, reklam, pazara sürpriz giriş vb. türünden bir dizi faktörü soyutlarsak, arz-talep bağlamında ortaya çıkan pazar fiyatlarıyla üretim fiyatlarının, belli düzeyde doğrusal bir ilişki içinde olduğunu görürüz. Üretim fiyatı ise değerin fenomenal formudur. Aynı reel kullanım değerine sahip iki metanın üretim fiyatlarının farklı olması, farklı değerler içerdiklerini gösterir. Salt reel kullanım değeri içeren bir meta, bu aynı kullanım değerini yukarıdaki irrasyonel kullanım değerlerinden biriyle, ikisiyle, üçüyle birlikte içeren bir metadan daha az değer içerir. Yani salt reel kullanım değeri içeren metanın üretilmesinde harcanan toplumsal emek süresi daha azdır. Üretim sürecinde bu reel kullanım değerine irrasyonel kullanım değerleri eklemek için fazladan bir toplumsal emek harcanır.

§-38. Üretken güçlerin bugün ulaştığı düzeyle günün birkaç saatinde yaratılabilecek reel kullanım değerleri yerine, kapitalizm, sürekli keskinleşen rekabet koşullarında, irrasyonel kullanım değerleri ürettirmeye yöneliyor ve işgününün kısalmasını bir de bu yolla engelliyor, ya da kısalmasına, ücretlerin düşürülmesi, işsizlerin bir bölümünün düşük ücretle üretime çekilmesi şartıyla göz yumuyor.

§-39. İşte işçi “Biz bu irrasyonel kullanım değerlerini yaratmak için çalışmak istemiyoruz”, diyebilmelidir. Gördüğümüz gibi bu talebin nesnel bir temeli var. İşgününün kısaltılması mücadelesinde işçi sınıfının bilincine çıkarması gereken gerçeklerden biridir bu. Ekonomik mücadelenin dayanak noktalarından birini oluşturabilir. Sırf işçinin kendini kavgasında daha bir haklı hissetmesine yardım ediyor bile olsa…

Asıl mücadele, iş süresinin, üretilen metaya herhangi bir referansta bulunma zorunluğu olmaksızın kısaltılması, yani üretimin yapısı ne olursa olsun, artı-değer yaratılan sürenin kısaltılmasıdır. Toplumsal açıdan irrasyonel kullanım değerleri üretmek amacıyla çalışmak zorunluluğunu reddetmek ise bu asıl mücadelenin bir boyutudur. Ancak asıl mücadele perspektifiyle bağı kopartılmamak şartıyla hayata geçirilebilir. İçerdiği argüman ahlaki temelde değil akılcı temelde geliştirilmiş bir argümandır, bu nedenle politikaya dönüştürülmesi daha az pratik sorun doğurur.

§-40. İrrasyonel kullanım değerleri yaratmakla yokedilen toplam toplumsal değerin, toplumsal açıdan rasyonel kullanım değerlerinin tüketilmesi yoluyla gerçeklenmesini talep ediyoruz. Madem ki böyle bir değer yaratma kapasitesi var, öyleyse biz de bu kapasitenin ve bu kapasiteden yaratılan değerin toplum yararına harcanmasını, koruyucu tıp başta olmak üzere halk sağlığı, eğitim ve kültür, sanat, spor toplu ulaşım alanlarına kaydırılmasını istiyoruz. Sosyal devletin finansmanına gitmesini istiyoruz. Görüleceği gibi, “silah yerine hastane” — işte silah şu kadara maloluyor, ölüm getiriyor, onunla şu kadar hastane kurulur, yaşam getirir- ya da “hapishane yerine okul”, “kamu harcamaları kısılacağına özel tüketim sınırlansın” türünden haklılıkları tartışılmaz ama içinde yüksek dozda ahlaki argüman saklı taleplerden farklı formülasyonlara sahip taleplerdir bunlar ; onlarla aynı doğrultuda ama farklı formülasyonlara sahip talepler… Aralarında bir nüans var. Ve bu nüansın somut politikalara dönüştürülmesi, işçi sınıfının ekonomik mücadelesinde öncülüğe soyunanlara düşüyor.

*

Bilimsel teknolojik devrim sınıfsız topluma geçişin maddi temelini hazırlarken işçi sınıfının ekonomik mücadelesi, iş süresinin ücretler korunarak kısaltılması ana talebi temelinde yükselmektedir ve daha da yükselecektir. İşçi sınıfı ekonomik mücadelesinde bir yandan bu ana talebini yükseltirken öte yandan da, toplum yararına yapılan harcamaların kısılmasına direnerek ve sosyal devlete sahip çıkarak tüm çalışanlara öncülük etmektedir. Bu mücadelenin politik mücadeleye yolu ne ölçüde açacağı, sınıf savaşının buradan çıkarak nasıl, hangi biçimler altında siyasallaşacağı, önümüzdeki yılların temel sorunu olmaya devam edecektir. İşçi sınıfı ancak ve ancak küreselleşme ve bilimsel teknolojik devrim karşısındaki politik konumunu tam anlamıyla belirleyebildiği ölçüde, bu olguların pozitif unsurlarını sahiplenebildiği ölçüde, taaruz çıkış hattından ileriye doğru, iktidara doğru yürüyebilecektir.

***

Dip notlar :

1. Burada bir noktaya daha işaret edelim : Kafa emeğiyle kol emeğinin ayrışmadığı bu sınıfsız toplumlarda, üstyapı anlamında sanatın, yani sanat olarak sanatın olmadığı, sanatın yaşamdan soyutlanmadığı, onun bir parçası olduğu da açık. Dinleri için de aynı şeyi söyleyebiliyoruz.

2 . Fransa’daki duruma bakarsak, bu yüzyılın ilk çeyreğine kadar mücadele, Marx’ın verdiği örneklerdeki gibi, işgünün kısaltılmasına yöneliktir. Daha sonra mücadele iş haftasının saat sayısını azaltmaya yöneliktir. 1936 Halk Cephesi’yle de yıllık ücretli izin gündeme gelir. En sonunda da ömrün çalışmayla geçen bölümünü azaltmak, yani emeklilik yaşını düşürmek için savaş başlar. İşçi sınıfının iş süresinin kısaltılmasıyla ilgili her kazanımının yasal düzlemden çıkıp somutta uygulanır hale gelmesi için de ayrı savaşlar verilir. Burjuvazi kabul etmek zorunda kaldığı iş yasalarını çiğnemekten hiçbir zaman geri kalmaz. 1814’te, Pazar günleri ve Katolik bayram günleri ücretsiz izin günleri olarak kabul edilir. 1841’de işçi sınıfı, burjuvazinin sahte “emek özgürlüğü” ilkesini sorgular, 8-12 yaş arasındaki çocukları günde 8 saatten fazla, 12-16 yaş arasındaki çocukları da 12 saatten fazla çalıştırmayı yasaklatır. 1848’de maksimum işgünü süresi Paris için 10 saat, taşra için 11 saat olarak saptanır. Uygulamada ise işçiler 12 saat çalışmaya devam eder. Kanun ancak yarım yüzyıl sonra, 1900 yılında, tüm Fransa için kesinlik kazanır ve yaptırım gücüne kavuşur. 1919’da işgünü 8 saate ve iş haftası 6 güne iner. Artık Pazar günü ücretli izin günüdür. 1936’da iş haftası 40 saate iner. İşçi sınıfı ayrıca yılda iki hafta ücretli izin hakkı kazanır. Bu yıllık izne 1956’da üçüncü hafta, 1963’te dördüncü hafta eklenir. 1982’de Sol iktidar altında işçi sınıfı 39 saatli iş haftasını elde eder ve yıllık iznine beşinci haftayı ekler (Le Nouvel Observateur, 21-27 Kasım 1996, Nº 1672). 1998’den itibaren de, yine patronların kollektif direnişine karşın 35 saatlik iş haftasına geçiş başlar. Unutulmaması gereken nokta şudur : Bütün bu tarihsel kazanımlar, milyonlarca işçinin, erkek, kadın, çocuk, yaşlı milyonlarca emekçinin, canı, kanı, teri, gözyaşı pahasına elde edilmiştir. Bundan sonrası bu denli zor olmayabilir. Avrupa Birliği’ne üye ülkelerin her birinin her bir özel bayram ve tatil gününün, Avrupa Birliği’nin genelinde bir tatil günü olması talebi bir gün gelip Avrupa işçi sınıfının aklına ve gündemine gelecektir.

3 . Burada, alışılagelmiş “kamu harcamaları” deyimi yerine, “toplum yararına yapılan harcamalar” formülasyonunu tercih ettik. Çünkü hiç de toplum yararına olmayan harcamalar, yani askere, polise, yargıya, kısacası devletin şiddet aygıtına yapılan harcamalar da “kamu harcamaları” kalemine giriyor. Toplum yararına yapılan harcamalar ise sağlığa, eğitime, kültüre, sanata, spora, toplu ulaşıma vb. yapılan ve toplumsal anlamı olan harcamalardır.

4 . Askerlikte taarruz çıkış hattı, düşman birlikleri önünde gerileyen bir birliğin durup toparlanmasına ve karşı hücuma geçebilmesine izin veren hattır. Rastgele oluşturulabilecek bir hat değildir. Fazla ilerden çekilirse, düşmanın saldırı gücünü henüz koruduğu bir alana düşer ve çekilen bu hat dağılabilir. Bu durumda gerileme daha büyük bir hızla yeniden başlar ve yeniden oluşturabilecek hat, teorik olarak en uygun hattın çok gerisinde kalır. Fazla geriden çekilirse, bu kez de saldırı gücünü kaybetmekte olan düşmana büyük bir alan savaşmadan hediye edilmiş olur. Karşı saldırı sırasında bütün bu hediye edilen alanın geri alınmasına harcanacak potansiyel, karşı saldırının zayıflamasına ve yine taarruz çıkış hattı olarak çekilen hattın dağılmasına neden olabilir. Bu da düşman saldırısının yeniden başlamasını getirebilir. Politik mücadeleleri askeri terminolojiyle anlatmaktan pek hoşlanmıyoruz ama terim bu özel durumda cuk oturuyor.

5 . Bu tür işsizliğe “teknolojik işsizlik” diyebiliriz.

6 . O çağda makinaları kırıp parçalama tehdidiyle Ludist işçilerin, belli fabrikalarda, hatta belli sektörlerde, özellikle o makinaları yeniden alamayacak durumda olan kapitalistlerden bazı ekonomik tavizler kopardıkları gerçeğini gözardı etmiyoruz. Ama bunlar hep kısa vadeli ve geçici kazanımlar olarak kaldı ve sonunda makinalar egemenliklerini kurdu.