Erdoğan’ın iktidarda kalmak için ana stratejisi, 17 yıldır birçok eksende bölüp durduğu, iliklerine kemiklerine kadar ayıkladığı toplumu bu halde tutmaktır. Bu seçimlerde de bu ana stratejisinin bir parçası olarak toplumu yine “devletin bekası” sorunuyla korkutma taktiğini uyguluyor. En büyük yardımcısı Bahçeli’dir.

*

§-1. Özellikle içi geçmiş, çürümüş toplumsal meşruiyetini kaybetmiş iktidarlar ömürlerini biraz daha uzatmak için ‘devletin bekası’ söylemine sarılırlar, bu söylemle sahte gündem yaratmaya, bu söylemle düzenini kabullenmiş muhaliflerin oylarını çalmaya çalışırlar. Araya soktukları bu lafla muhaliflerin sözünü keserler, genelde onlar da bu lafı eveleyip gevelemeye başlarlar.

§-2. ‘Devletin bekası’, devletin kalıcı bir varlık olduğu ve bir ima olarak da varlığının devamının toplumda her tür kaygının önüne geçtiği anlamına geliyor. Erdoğan ise ‘devletin bekası’ dediğinde sadece ve sadece kendi partisinin, daha doğrusu, Ahmet Şık’ın nitelemesiyle yıllardır “ülkeyi yağmalayan siyasi parti kılıklı mafya grubunun1 bekasını, buna bağlı olarak da kendi kişisel iktidarının ve tatlı tezgâhının bekasını kastediyor. Bahçeli de ‘devletin bekası’ dediğinde kendi partisinin, kendi rejim yardakçılığının ve kendi parti liderliğinin bekasını, özel olarak da Kürt düşmanlığının bekasını kastediyor. Yani ikisinin de ‘devletin bekası’ söyleminin, partiler üstü bir devlet bekası anlayışıyla uzaktan yakından ilgisi yoktur.

§-3. Devletin bekasından ve devletin bekası sorunundan ne anladıklarından, bugün bu söylemi niçin yine piyasaya sürdüklerinden bağımsız olarak, tarihsel-toplumsal anlamda partiler üstü bir devlet bekası anlayışı var mıdır? Varsa nedir?

§-4. Ulus-devlet doğar doğmaz, sermaye birikimindeki tarihsel misyonunu başlatmak için yekpare ve homojen bir ünite olarak ulusal pazarı oluşturur. İlk gün hemen iç gümrükleri kaldırır. Ulusal pazarın oluşması için her şeyden önce o pazarın üzerinde var olacağı bir toprak, ki eski sahibinden devren mutlaka bir toprak kalır, bu toprağa sınırlar, o sınırlara da sınırları koruyacak ve bu koruma hakkı dünyaca kabul edilecek bir devlet gerekir. Ulus-devlet, tarihin bir aşamasında, birçok etnik grubu barındıran bir feodal imparatorluğun çözülmesiyle ortaya çıkar. Bu toprakların üstüne, feodal imparatorluktan kopuşu simgeleyen bir tabela olarak da, kendisine ait bir bayrak diker. Ulusal pazarda sermaye biriksin diye ulusal para basar, ulusal banka kurar, ulusal bir marş bulur, ulusal birliği pekiştirecek ulusal sloganları ve ulusal simgeleri giderek çeşitlendirir. Bütün ulus-devletler karşılıklı olarak birbirlerine bu hak ve yetkileri er geç tanırlar.

§-5. Bu ‘devletin bekası’, sınırların, pazarın, paranın, bayrağın, marşın bekasıdır. Görüldüğü gibi “beka torbasının” içinde insan yoktur. İnsanın olmadığı yerde yurttaş da yoktur. Yurttaşın olmadığı yerde yurttaş hakları da yoktur, toplum da yoktur. ‘Beka’, toplumun ‘bekası’ değildir. Yanlış anlaşılmasın: Burada ülkenin siyasi ve ekonomik yaşamından, hukukundan bahsetmiyoruz, sadece “beka torbasının” içinde olanı ve olmayanı söylüyoruz.

§-6. Ulus ve ulus-devlet iç içe geçen süreçlerde, sınırlarının güvenliği sağlanan bir toprakta, eşzamanlı olarak inşa edilirler. Ulus, etnik ve kültürel farklılıkları yok sayan homojen bir ulusal kimlik anlayışı temelinde yükselir. Farklılıklar varlıklarını duyurduklarında da devlet onları ezer. Bu nedenle ‘devletin bekası’ söylemi tek başına gelmez, bir söylemler kümesinin bir parçası olarak gelir. Bu söylemi, kümenin diğer parçalarını reddederek almak diye bir şey olmaz, “şunu alayım da ötekileri almayayım, bana dokunuyor” diye bir şey yok. Bu kümede ‘devletin bekası’ söyleminin kardeş söylemleri milliyetçilik ve ırkçılıktır. ‘Devletin bekası-milliyetçilik-ırkçılık’ üçlü söylem kümesi, ulus-devletin söylem kümesidir. Tarihte de görüldüğü gibi bu küme, değişik zamanlarda ve değişik yoğunluklarda inkâr, etnik temizleme, soykırım, savaş kışkırtıcılığı, savaş, devlet terörü ve daha birçok pislik üretir.

§-7. Yani uzun lafın kısası Erdoğan aslında sadece oy istiyor. Hepsi o kadar… Çoğunluğun bu durumun farkında olduğuna kesin gözüyle bakabiliriz. “Bu sefer yemedik” diyenlerin yeterince büyük bir çoğunlukla “yetti artık” oyu atıp atmayacağı ise başka bir sorudur. Erdoğan’ı destekleyen kitleler yıllardır ona oylarını, “gerçeği bilmedikleri” ya da “kandırıldıkları” için değil, “bir şeyler yapar Erdoğan en kötü durumdan bile bizi kurtarır” şeklindeki kör inançlarını sorgulayacak kadar berbat bir duruma düşmedikleri için veriyorlar. Karizmasının büyüsüne tutuldukları Erdoğan’ın söylediklerinin doğru olup olmadığını asla sorgulamıyorlar. Kafalarında muhalefetin, yani “düşmanın” söylediği doğrular yanlışa, iktidarın, yani “velinimetlerinin” söylediği yalanlar ise doğruya dönüşüyor. Post-truth’un, yani hakikat sonrasının, gerçek ötesinin zihinlerde egemenlik kurmasına çalışıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Gerçek çarpıtılarak, manipüle edilerek yaratılan sahte gerçeklik zorla, şiddetle, zulümle, algı operasyonlarıyla dayatılıyor. Gerçek değersizleştirilmeye çalışılıyor. Açıkta çürüyen neo-liberal dogmanın leşinin yaydığı Trump, Bolsonaro, Orban, Le Pen, Farage vb (!) gibi mikropların neden olduğu enfeksiyonların yaygınlaştığı bir dünyada yaşıyoruz.

§-8. Erdoğan’a dönersek, Erdoğan ‘devletin bekası sorunu’ söylemine muhtaçtır, mutfağında bu temcit pilavından başka bir şey kalmamıştır, ekmek kırıntısı bile yoktur. Erdoğan, bir seçim taktiği olduğu açık seçik görünen ‘devletin bekası sorunu’ söylemini, tüm eleştirilere ve halk için çekilmez hale getirdiği yaşama karşı yükselen her itiraza karşı kalıp yanıt olarak kullanıyor: Ekonomik kriz? “Beka sorunu var”, Hayat pahalılığı? “Beka sorunu var”, İşsizlik? “Beka sorunu var”, İş cinayetleri? “Beka sorunu var”, Eğitimsizlik? “Beka sorunu var”, Adalet? “Beka sorunu var”, İnsan hakları? “Beka sorunu var” vb.

§-9. Erdoğan esasında küresel ekonomiye entegre olan ve bu entegrasyonun hediyesi olarak da yarım trilyon dolar borçlanan kapitalist Türkiye’de ‘devletin bekası’ diye gerçek bir sorunun olmadığını gayet iyi biliyor. Türkiye devletinin ‘bekası’ yarım trilyon dolar eder mi? Erdoğan gerçekten böyle bir sorun olduğunu düşünseydi Türkiye’nin Irak’tan Akdeniz’e kadar olan sınırını kendi elleriyle yok eder miydi? Yoğun ve sürekli kişisel çabasıyla ulusal birliği fütursuzca parçalarken, toplumu artık bir arada yaşamak istemeyen insan gruplarına bölerken, milyarlarca dolar sermayenin yurtdışına kaçmasına neden olurken, her çağda gerekli olan eğitimli işgücünü, nitelikli emeği ve üniversite öğrencilerini ülkeyi terke zorlarken, aşağıladığı Kürt halkına çifte zulüm altında olağanüstü eziyet vererek onları ve meşru temsilcilerini siyasi yaşamın dışına itip barut biriktirirken aklına gelmeyen ‘beka sorunu’, ekonomiye zararlı politikalarıyla liranın değerini eritirken mi, konu soğan, patlıcan, domates “terörizmi” olunca mı aklına gelirdi?

§-10. Aslında Erdoğan, ulus-devlet çağının değil, önceki cemaatler çağının “reisi” olduğundan, örneğin laiklik gibi ulus-devlet ilkelerini tanımaz. Atatürk’ün tarihsel kişiliği, bayrak, marş, TC kısaltması vb gibi Cumhuriyetin geniş kitleler tarafından benimsenmiş bir sürü simgesel değerleri de onu ilgilendirmez. Yani kastettiği ‘beka sorunu’ bu ulus-devletin beka sorunu olamaz.

§-11. Öte yandan Erdoğan dış güçlerin, artık onlar kimlerse, Türkiye’yi parçalamak gibi hayali planlarının olmadığını da biliyor. Yoksa Ortadoğu batağına kendini zorla sokar mıydı? Uluslararası planda bu kadar çabuk, bu kadar sık dost-düşman değiştirip durur muydu? Sonunda oy için Yeni Zelanda’ya bile provokasyon yapmayı becerdi. Bu kadar dengesiz, diplomasi kurallarından uzak, anlamsız ve riskli, ana işletim biçimi tehdit ve provokasyon olan bir dış politika yürütür müydü?

§-12. Erdoğan için Türkiye devletinin ‘beka sorunu’ yoktur, ama Osmanlı İmparatorluğu devletinin ‘beka sorunu’ vardır. Ne kadar komik ve absürt değil mi? Var olan bir devletin bekasıyla ilgilenmez, ama yok olmuş bir devletin bekasını düşünür… Osmanlı sultanlarının Fransız devriminden sonra rüyalarında bile görmedikleri bir Osmanlı devletinin hayalini gören, üstelik Osmanlı hanedanından olmayan Erdoğan için ‘beka sorunu’ işte o hayal devlet için vardır. Bahçeli de yine onun gibi ama başka bir hayalin ‘bekasının’ peşindedir. Orta Asya’dan bu yana gelen hayali bir “Türklüğün” hayali ‘bekasını’ düşünür. Yukarıda dediğimiz post-truth dünya, yani gerçek ötesi dünya, sadece ezilenleri değil, ezen sınıfların bir takım dar kafalı tiplerini de içine alıyor. Bir dünya gerçek ötesi bile olsa yine de ezenli ezilenli bir dünyadır.

§-13. Bu tablonun içinde burjuva muhalefet de alışılagelen görkemli zavallılığını sürdürüyor. Erdoğan’ın var olmadığını bildiği ama var dediği sahte ‘beka sorununu’ sahici bir sorun sanıyor, sahipleniyor. ‘Devletin bekası’ için seve seve canlarını verirlermiş, hatta hatta aralarında güle oynaya canını vermeyecek tek bir kişi bile yokmuş, şehit olurlarmış falan filan… Erdoğan’ı bile şaşırtıyorlar. Zavallılıklarının birinci soyutlama düzeyi bu: ‘Beka sorunu’ yaşamayan devletin olmayan beka sorununu “çözmeye hazırız” diyorlar. Üstelik devlet deyince “ülkeyi yağmalayan siyasi parti kılıklı mafya grubunu” değil, çocukluğumuzdaki ortaokul yurttaşlık bilgisi kitaplarında yazılı soyut devleti anlıyorlar. Zavallılıklarının ikinci soyutlama düzeyi de şu: Erdoğan ‘devletin bekası’ dediğinde somut olarak cumhuriyeti yıkan çetenin bekasını anlayacaklarına, yıkılan cumhuriyetin artık olmayan devletinin bekasını anlıyorlar. Yani onlar da hayal görüyorlar. Erdoğan “Beka sorunu var, onu bir tek ben çözerim” diyor, çünkü kendi iktidarını korumak için bunu demesi gerekiyor, beka diye bir sorun olmadığını biliyor. Muhalefet ise atlayıp oltayı yutuyor, “Evet beka sorunu var ama bu sorunu sen çözemezsin, çünkü sen yarattın” diyor. Hem böyle bir sorunun olmadığını halktan saklıyor, hem de olmayan bir sorundan Erdoğan’ı sorumlu tutuyor. Böylece Erdoğan’a sadece tek bir iş kalıyor: Muhalefete FETÖ, PKK terör işbirlikçileri vb. etiketini yapıştırıp saldırarak, muhalefeti gerçek sandığı beka sorununu yaratmakla suçlamak.

§-14. Devletin ‘bekası’ konusu bir “yan ürün” olarak da ulusalcıların, gerçek ülke sorunlarından ve eylemden kaçabildikleri bir konudur. Erdoğan’ın onların oynamalarına izin verdiği bir kum havuzudur. Bu kum havuzunda oynayarak, tehlike dolu sokaklara çıkmamış olurlar.

§-15. Peki CHP, Atatürkçüler vb. niçin devletin ‘beka sorunu’ var sanıyorlar? Önce şunları hatırlayalım: Ulusalcıdırlar, bu ulus-devletin kurulduğu dönemin özlemiyle yaşarlar. Zaten bu özlemle sık sık cumhuriyetin fabrika ayarlarına dönmek gerektiğinden bahsederler. Tek bir ithal ikameci kapitalist ekonominin kalmadığı bir dünyada ithal ikameciliğe geri dönmek isterler. Saatleri durmuştur. Cumhuriyetin, Birinci Dünya Savaşı’nı kaybedip parçalanan Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden doğduğu dakikaya çakılıp kalmışlardır. Anahtar sözcükleri emperyalizmdir. Ulus-devletin kuruluşuna yolu açan Kurtuluş savaşına emperyalistlere karşı bir savaş derler, ama nedense Kurtuluş savaşını, Osmanlı İmparatorluğu’nun büyük hevesle girdiği emperyalistler arası savaşın bir parçası olan Çanakkale muharebelerinin tarihsel süreklilik içinde bir devamıymış gibi sunarlar. Mondros-Sevres-Sykes Picot-Lozan dünyasında yaşarlar, o noktada sabitlenmişlerdir. Türkiye’nin nefesini tuttuğu bir kabus olarak yaşadığı İkinci Dünya Savaşı da “doğru noktada” sabitlendiklerini kendilerine teyit etmiştir.

§-16. Ulusalcılar bugün bir dış gücün 82 milyonluk dev bir ülkeyi parçalamayı düşünebileceğine büyük bir içtenlikle, ciddi ciddi inanmışlardır. O gün Yunan ordularına Anadolu’yu işgal ettiren tarihsel dinamiğin bugün de aynen var olduğunu sanmaktadırlar. Ve Kurtuluş Savaşı olmasaydı o günkü Yunan ordularının bugün hâlâ Anadolu’da duruyor olacağına dahi emindirler. Bir Arena programında Uğur Dündar, “Dumlupınar olmasaydı benim adım bugün Uğur olmazdı belki de Dimitri olurdu” gibi bir şey bile söyleyebilmiştir. Dünya kapitalist sistemi hakkında en ufak bir bilgileri yoktur. Ama istisnasız hepsi “jeostrateji uzmanı”dır. Bilimsel teknolojik devrim, kökten değişen üretim süreçleri, küresel dinamikler onların düşünce dünyasına girmez. Kendilerine, “Dış güçler niçin Türkiye’yi parçalamak istiyor?” diye can sıkıcı bir soruyu sormayı yasaklarlar, çünkü bu tür sorular buzkıran gibi hayalkıran sorulardır. “Mustafa Kemal’in askerlerine” yakışmaz. ‘Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ derler ama en hassas oldukları konularda bile etkin muhalefet yapmazlar, sadece konuşurlar. Örneğin şeker fabrikalarının yok pahasına satılmasına karşı ciddi bir eylem koymazlar. “Laiklik” derler, “laik eğitim” derler ama laikliği savunmak için 20 yılda tek bir miting örgütlemezler.

§-17. Özetlersek, yukarıda dediğimiz gibi, ulusalcılar için de ‘beka sorunu’, bir hayalin ‘beka sorunudur’: Yıkıldığını algılamayı reddettikleri cumhuriyetin, bugün artık yok olan cumhuriyetin kuruluş yıllarında var olan devletinin ‘beka sorunu’. Bu da komik, bu da absürt. Post-truth dünyanın, yani gerçek ötesi dünyanın ulusçu dışavurumu…

§-18. Evrimcilere ve devrimcilere gelince durum açıktır. En kaba hatlarıyla söylersek, evrimci siyasi çizgiye göre, komünistler barışçıl yoldan, somut olarak sandık yoluyla iktidara gelir, devleti ele geçirir, bazı ciddi rötuşlar yapar ve bu devleti toplumu komünizme giden yola yöneltmek için kullanır. Bu çizgiyi savunanlar İspanya İç Savaşı, Şilili Salvador Allende’nin trajik akıbeti gibi konularda hafıza kaybı yaşarlar. Devrimci siyasi çizgiye göre ise, komünistler keskin sınıf savaşlarını kazanarak devrim yoluyla, yani barışçı olmayan yoldan, devleti ele geçirir ve paramparça eder. Bambaşka mekanizmalarla işleyen yeni bir devlet kurar ve bu devleti toplumu komünizme giden yola yöneltmek için kullanır. Bu yolda giderken devlet yavaş yavaş erir. Birinci çizgide devlet her durumda lazım olacağı için ‘devletin bekası’, tüm toplumun bir bütün olarak çıkarları için şart görülür. İkinci çizgide ise var olan devlet sadece hâkim sınıfların çıkarları için gerekli olduğundan, hiçbir durumda, kapitalizmin ne yarınında, ne de bugününde lazım değildir. Lazım olmayan devletin ‘bekası’ da lazım değildir. Kapitalist pazarın, paranın, bayrağın, marşın ‘bekası’ lazım değildir. Milliyetçiliğin, ırkçılığın bekası hiç lazım değildir. Geriye kalır sınırların ‘bekası’… Son iki yüz yıllık tarih defalarca göstermiştir ki, devrimden önce sınırların ‘bekası’ diyerek toplumu ezenler, kendi çıkarları için milyonları beyhude savaşlarda ölüme gönderenler, devrimden sonra kurulan devletin değil sınırlarını, doğrudan kendisini hedef almış ve yeni devleti yok etmek için eski düşman-yeni dost dış güçlerle elele savaşmışlardır. Devrimciler ise eski kapitalist pazarın sınırlarını korumak için değil, yeni devrimci iktidarın hüküm süreceği toprağın sınırlarını korumak için savaşmışlardır.

Sonuçta kapitalist dünyada bir devrimci ‘devletin bekası’ lafını ağzına alamaz. Mantıklı olmak lazım: Devrimci yıkacağı düzenin devleti “devrilmesin, ayakta kalsın” diyebilir mi? “Bu devletten bir şeyler kazanılabilir, ayakta kalsın” diyebilir mi? Burjuva demokrasisi ve burjuva hukuku, sınıf savaşlarında burjuvaziden ve burjuva devletinden zorla alınır, eylemle kazanılır, burjuva devletinin hediyesi değildir. Bu devletin bekası gerekmez.

Şimdi de tarihteki bazı devrimlerden örneklerle, devrimcilerle ‘devletin bekası’ ilişkisine kısaca bakalım.

§-19. III. Napolyon, Bismarck’a Temmuz 1870’te açtığı savaşta çok hızlı bir şekilde yenildi. Paris ayaklandı ve 4 Eylül 1870’te İmparatorluk yıkıldı. Alman orduları Paris’i kuşattı, açlık başladı. Paris işçi sınıfı ayaklandı ve 18 Mart 1871’de Paris Komünü’nü ilan etti. Alman orduları Paris’i kuşatmışken, Fransız burjuvazisi ülkeyi Almanya’ya teslim etmek ve bunu Fransız halkına kabul ettirmek için bir hükümet kurmuşken, işçi sınıfı, devletin bekasını düşünmeden, düşman işgali altındaki ülkede tarihin ilk proletarya diktatörlüğünü kurdu. Bunun üzerine üç gün önce birbirini boğazlayan düşmanlar can ciğer dost olup esas düşmana, sınıf düşmanına, proletaryaya karşı birleşti. Ülkesini işgal eden ve devletini yıkan Almanlarla ittifak yaparken Fransız hükümetinin aklına ‘beka sorunu’ gelmedi. Komün 72 gün dayanabildi. Eli silah tutan 40 bine yakın kadınlı erkekli komüncüye karşı Fransız devleti Alman Bismarck’ın yardımıyla 65 bin kişilik bir ordu çıkardı. Bismarck elindeki 135 bin savaş esiri Fransız askerini serbest bırakıp bu orduya ekledi. Yani komün 5 askere karşı ancak 1 asker çıkarabildi. Yenilgi sonrasında olağanüstü bir katliam yaşandı. Tarihe “Kanlı Hafta” olarak geçen haftada, 21 Mayıs-28 Mayıs arasında, Paris’te 25 bin komüncü kurşuna dizildi.

§-20. Lenin, Şubat Devrimi’nden sonra sosyalist devrim perspektifiyle Rusya’ya, savaş koşulları altında gidişini örgütlemesi için, o anda ülkesiyle savaş halinde olan Alman devletiyle “haince”, “alçakça” işbirliği yaptı. Bu pazarlıkta Lenin’in Alman devletini “kandırdığını” düşünmeyelim. Lenin’in dönüşünü örgütlemekle Alman devleti de düşmanı olan Rus Çarlık devletinin aleyhine bir iş yapmış oldu. Ama sonunda Ekim Devrimi oldu. Ekim Devrimi olduğu için tarih Lenin’in “hain”, “alçak” olduğunu değil ileri görüşlü olduğunu yazdı, Alman devletinin ise “kandırılmış”, “aptal” değil dar görüşlü olduğu ortaya çıktı. Lenin Alman istihbaratıyla ilişki kurmak için uğraşırken acaba biri ona “Çar gitti peki ama geride bıraktığı devletin bekası ne olacak, savaş bitince bu devletinin sınırları ne olacak?” deseydi herhalde Lenin ona bayat balık gözüyle boş boş bakardı. Ekim Devrimi’nden hemen sonra Lenin Çarlık Rusyası’nın bütün gizli anlaşmalarını dünyanın gözleri önüne serdi ve hepsini yırtıp attı. Hem de kimse ondan bunu istemeden… “Önce bir bakalım bizim topraklar, sınırlar ne olacak” diye düşünmedi. Bolşevik iktidarla Almanya, Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri arasında Brest-Litovsk anlaşması imzalanırken de Lenin’in derdi toprak kaybı, sınırların nerelerden geçeceği değildi, derdi devrimi “Barış” sloganı sayesinde, yani halka savaşa son vereceklerine dair verdikleri söz sayesinde yaptıklarını bildiğinden, iktidarı konsolide etmek için gerekli hayati zamanı kazanmaktı. Koca koca toprakları bir imzayla verdi. Daha sonra çıkan iç savaşta Bolşevik iktidarı devirmek için Menşevikler dahil tüm güçler işgalci emperyalistlerle ittifak yaptı. Onlar da toprağın, sınırların bekasını filan asla düşünmedi. Zaten doğası gereği hiçbir iç savaşta hiçbir şeyin bekası olmaz, iç savaşın kendisi beka “bozumudur”. Kısacası Lenin ne Çarlık Rusyası devletinin, ne de kendi devletinin beka sorununu düşünmedi. Devrimin sınırlarını elbette korudu. Daha doğrusu teknik koruma altına aldı.§-21. Küba devrimcileri iktidarı aldıklarında ABD’nin adayı işgal edebileceğini düşünüyorlardı, ayrıca Batista ABD’yle seve seve işbirliği yapacaktı. Ama bu kaygı iktidarı almadaki kararlıklarını hiç sarsmadı. ABD Küba’yı işgal etmedi. Ya Küba devriminin Sovyetler Birliği’yle organik bağını saptayamadığı için bir ‘bekle-gör’ politikasını tercih etti, ya da hata yaptı. İki durumdan hangisinin söz konusu olduğu önemli değil, çünkü iki yıl sonra, 1961 yılı başında Kennedy, Castro’nun Küba’da iktidarı Latin Amerika’da Sovyetler adına devrimler yapmak üzere aldığına artık iyice ikna olmuştu. CIA’nin ABD’ye kaçan karşı-devrimci Kübalılardan gizlice kurduğu ve eğittiği tugay büyüklüğündeki bir askeri gücün Castro iktidarını devirmek üzere Küba’yı işgal etmesine, yasadışı ve gizli olarak onay verdi. 17 Nisan 1961’e Domuzlar Körfezi’ne çıkartma yapan birlik, Küba devrimcileri tarafında iki günde hızla likide edildi. Karşı-devrimciler direnir ve iktidarı alabilir gibi olsalardı, eylemleri Küba halkı gözünde bir meşruiyet kazanabilseydi, ABD savaş jetlerinin bombalarından ve açıkta bekleyen ABD savaş gemilerinin top atışlarından destek alacaklardı. Ancak sabun köpüğü gibi derhal yok edildikleri için ABD savaş jetlerini ve gemilerini devreye sokamadı, dupdururken ortaya saldırgan tarafın ABD olduğu bir ABD-Küba savaşı çıkmış olacaktı, Sovyetler Birliği’nden korktu. Kennedy sorumluluğu üstlendi, hata yaptığını söyledi ve dünyaya rezil oldu. Ama yine de aynı yılın Kasım ayında CIA’nın gizli Mongoose operasyonunu onayladı: Bu ikinci gizli plana göre Küba’da devrimci iktidara karşı bir ayaklanma örgütlenecek, karşı-devrimciler ABD’yi yardıma çağıracak ve Küba işgal edilecekti. Ancak bu arada Sovyetler Birliği de olası bir ABD işgalini önlemek için Küba’ya gizlice orta menzilli nükleer füzeler yerleştirmişti. ABD füzeleri keşfetti. ABD için, topraklarının 90 km uzağına sinsice yerleştirilmiş bu nükleer füzelerin varlığı asla kabul edilemezdi. Nükleer füzelerin bir gün düşman tarafından fırlatılmasını beklemektense önce davranıp bir nükleer savaş çıkarmak bile daha kabul edilebilir bir opsiyondu. ABD ve SSCB’yi ilk ve son kez dünya çapında bir nükleer savaşın eşiğine getiren ünlü Küba füze krizi böyle başladı. Castro, ABD’nin dünya çapında bir nükleer savaş çıkarma tehdidi altında dahi iktidarı ABD’ye bırakmayı düşünmedi. Bırakabilirdi, bir nükleer savaşta ilk yıkılacak devlet Küba olacağından sırf Küba devletinin bekası için iktidarı bırakabilirdi, bırakmadı. ABD’nin blöf yapmadığını biliyordu ama yine de ABD’nin restini gördü, çünkü geri adımı atacak olanın Kennedy değil Khruschev olacağını düşünüyordu, çünkü oyunu elindeki kartların gücünün ötesinde oynayanın Khruschev olduğunu düşünüyordu, belki füzeler Küba’ya ilk yerleştirildiğinde bile olayların böyle gelişeceğini tahmin ediyordu. Haklı çıktı. Ama burada altı çizilmesi gereken nokta şudur: Castro, ortada dünya çapında olağanüstü bir tehlikenin somut kanıtları varken, kafasının içinde kendisiyle konuşarak yaptığı tahminlere göre davrandı ve Küba’nın bekasını çöpe atma olasılığını seçti. Doğru seçim yaptığının ex-post olarak yani sonradan ortaya çıkması, seçim anındaki inadında haklı olduğunu kanıtlamaz. Bir de o gün, “önemli olan Küba’nın bekasıdır, devrim bir başka bahara kalsın” deseydi, iktidarını feda etseydi, böyle bir fedakârlık Sovyetler Birliği’ne o gün derin bir nefes aldırırdı…Tabii böyle bir derin nefesin de büyük bir bedeli olurdu, ABD aynı nükleer savaş tehdidini o günden sonraki bütün devrimlerin ve devrimci süreçlerin tepesinde bir Demoklesin kılıcı gibi sallardı. Castro’nun devrimci kararlığı ve inadı bu karşıdevrimci “geleneğin” yerleşmesini önledi.

*

Ya işte böyle, tarihin tüyler ürperten bu devasa boyutlardaki dramatik akışı karşısında kişiliksiz AKP çetesinin soğan, patlıcan, domates “terörizmine” karşı bekası ne kadar eften püften bir beka kalıyor değil mi ?

Coşkun ADALI, 21 Mart 2019


1 . Cumhuriyet, 13 Haziran 2018. Gerçekten de, kendi belediye başkanı adayları için “Hırsızsa bizim hırsızımız” diyen Mersin il yönetecisi nasıl tür bir örgütün üyesi olabilir ?