AKP’nin iktidarlığı dönemi boyunca siyasi anlamda “baskı”‘yı nasıl kullandığını, sistematik olarak vatandaşlarını nasıl korkuttuğunu ve şiddetle nasıl boyun eğdirmeye çalıştığını incelemeye çalışalım. Bu süreçte eksikler elbette olacaktır, eklemekten çekinmeyiniz.
Baskının ne olduğunu kısaca anlatmak istersek bir tür zulme benzese de tepkisel değil, daha çok aktiftir. Baskı, muhalefeti kontrol etmek yerine onun kökünü kazımayı amaçlar. Bu anlamda zulümden ayrılır. Kitleleri siyasetin dışına iter, ifade özgürlüklerini engeller, bunu yaparken de siyasi ve psikolojik araçlara başvurur. AKP rejimine bakılırsa eğer sendikaları nasıl zayıflattığı ve ortadan kaldırmaya çalıştığını, basın özgürlüğünü kendi istekleri doğrultusunda evirip çevirdiğini, vatandaşlarını “dinlediğini“, Internet üzerinde “izlediğini“, her sokağa bir “göz” diktiğini, kendince doktor kesildiğini, ahlak polisi olup kitap yasakladığını görebiliriz. Bu, insanların üzerinde bir korku dalgası oluşturur. Etrafta sizi izleyen veya dinleyen bir mekanizmanın olması, sizi devamlı yaptığınız işlerde sorgulamaya, içinize Büyük Birader korkusu salmaya yarar. Böylece daha rahat kontrol edilebilir ve baskı altında tutulabilirsiniz.
Polis, niteliği itibariyle ceza yasasını uygulamak ve iç asayişi sağlamakla görevlidir. Liberal perspektiften bakarsak, yurttaşlarını birbirlerinden korur, bireysel hak ve özgürlükleri savunur, hukuk düzenini destekler. Fakat, AKP gibi kendilerine “muhafazakar demokrat” diyen rejimlerde polisin rolü, devletin otoritesini korumaya ve hakimiyetini toplumun her alanına yaymaya dönüşür. Ayrıca, AKP’ye hizmet etmesi ve bir “baskı” aracı olarak kullanılması da buna eklenmelidir. Türkiye’de 2013 yılı itibariyle 340,000 polis memuru var. AKP’nin polise -ve özel güvenliğe- bu kadar çok yatırım yapmasının altındaki neden de polise biçtikleri “devleti ve biz elitleri muhafaza et“tir.
AKP rejiminde görüldüğü gibi polislik “siyasi” olduğu zaman toplumsal olarak otoriter ve siyaseten muhafazakar bir kültür üretme eğilimine girer. Bu yüzden de kendi geleneği için gencecik ve suçsuz insanları (Mehmet Ayvalıtaş, Abdullah Cömert, Ali İsmail Korkmaz, Medeni Yıldırım, Ethem Sarısülük, Ahmet Atakan) katletmekten geri kalmaz. Polisin halkın gözündeki tarafsızlığı, AKP’nin baskısından kaynaklanan gösterileri/protestoları kontrol etmede kullanıldığında ve kendisine AKP tarafından biçilen rolle iyice tehlikeye girmiştir. Aslında, bu, tehlikeye girmenin yanı sıra frensiz olarak bayır aşağı gitmektir. Polisin, Gezi’den sonra ne mahkemelere ne de halka hesap verdiğini, yaşananlardan dolayı özür bile dilemediğini gördük.
AKP tarafından polise verilen bu aşırı yetki, sosyal hayatın bütün yönlerinin siyasi kontrol altına aldığı bir korku dalgası yaratmak üzerinedir. Polis gücü, bu “elitler” tarafından yönetildiği için Türkiye bir polis devletine dönüşmüştür. Polis, artık AKP’nin özel ordusu olarak hareket etmektedir ve bir baskı unsuru olarak kullanılmaktadır. AKP’li vekil ve bakanların, kendilerine yazar, siyasetçi, düşünür diyen yalakaların polise kahramanım dediği, polis tarafından öldürülen insanlara terörist diyerek “egemen biziz, terörü ve kimin terörist olduğunu da biz belirleriz” rolü de bu muhafazakarlıktan kaynaklanmaktadır. Çünkü polis ondan beklenen muhafaza arzusunu yerine getirmeye çalışmaktadır. Elbette, AKP iktidarı gidip yerine başka bir iktidar geldiğinde polise biçilecek rol, hesaba çekilebilirlik ve siyasi kontrol yeni iktidara göre şekillenecektir. Burada yapılması gereken zayıf bir sorumluluk, keyfiyete ve değişken cezalara tabi olması ya da günün hükümetinin ihtiyaçlarına göre koşulmasına olanak verilmemesi olacaktır.