Yozgat ilinin Sorgun ilçesinin Belencumafakili köyünden epey uzak bir mezranın civarındaki bir tarlanın hemen kenarında küçük bir taş parçası düşünelim.

Bu küçük taş parçası o tarlaya ait özel ve ayrıcalıklı bir taş parçası mıdır ? O mezranın özel ve ayrıcalıklı bir taş parçası mıdır ? Belencumafakili köyünün ? Sorgun ilçesinin, Yozgat ilinin, Türkiye’nin ? Yeryüzünün ? Güneş sisteminin ? Samanyolu Galaksisi’nin ? Evrenin ?

Hiç düşünmeden bu soruların hepsine “Hayır” yanıtını verdik, gitti.

Aynı soruları başka bir örnekle de sorabiliriz. Büyük bir plajdayız. Patara olabilir, Konyaaltı plajı olabilir, ya da en iyisi Küba’nın bir plajındayız. Diyelim elimizde bir Mohito kokteyliyle kumlara uzanmışız, güneşte yanıyoruz. Boştaki elimizle sıcak kumları avuçluyoruz. Bir avuç kum aldık, biraz tuttuktan sonra attık. Mohito kokteylini tepsiye koyduk, boşta kalan elimizle kumlu elimizi silkeledik. Ama yine de bir tırnağımıza sıkışmış küçük bir kum taneciği kaldı.

Şimdi, bu kum taneciğinin az önce silkelediğimiz bir avuç kumda diğer taneciklere göre bir özelliği ve ayrıcalığı var mıdır ? Güneşlendiğimiz plajda bir özelliği ve ayrıcalığı var mıdır ? Yeryüzünün tüm plajlarında, yeryüzünde, tırnağımızın içindeki bu kum taneciğinin bir özelliği ve ayrıcalığı var mıdır ? Güneş sisteminde ? Samanyolu Galaksisi’nde ? Evrende ?

Yine hiç düşünmeden bu soruların hepsine “Yoktur” yanıtını verdik, gitti.

Niçin “Hayır”, niçin “Yoktur” ?

plajkum

Plaja bakalım. Bir avuç kumda yaklaşık 10,000 kum tanesi var. Bu bir avuç kumda bulutsuz bir gecede çıplak gözle görebileceğimiz yıldız sayısından daha fazla kum tanesi var. Ancak, bizim çıplak gözle görebileceğimiz yıldız sayısı evrende varolan yıldız sayısının çok ama çok çok altında : Yeryüzünün büyük, küçük, uçlu uçsuz, bucaklı bucaksız bütün plajarındaki tüm kum tanelerinin toplamından daha fazla sayıda yıldız var evrende… (Bknz : Carl SAGAN, Cosmos, s. 220-21) Öte yandan sadece güneşin sekiz gezegeni varken, hergün diğer yıldızların gezegenleri keşfedilirken, evrendeki toplam gezegen sayısını artık siz düşünün, mutlaka yıldızlardan kat kat fazla…

Ama hiç düşünmeden yukarıda verdiğimiz bu olumsuz yanıtlar yanlış ! Fena halde yanılıyoruz. Belencumafakili köyünün uzak bir mezrasının bir tarlasındaki küçük taş parçasının da, ya da plajda tırnağımıza takılan kum taneciğinin de bırakalım bulundukları yeri, evrende olağanüstü özel ve ayrıcalıklı bir yeri var.

Niçin ?

Çünkü tanrı, evrendeki yeri, gerek Belencumafakili köyünün uzak bir mezrasının bir tarlasındaki küçücük taş parçasının yeri kadar, gerekse plajda tırnağımızın içinde sıkışan kum taneciğinin yeri kadar anlamlı bir taş parçasına, bir şarkının liriklerinde dediği gibi “Güneşten itibaren üçüncü taşa”, bizim yeryüzüne, çok özel davranıyor ve sonsuz büyüklükte bir ayrıcalık tanıyor : Hıristiyanlığın bir doktrinine göre oğlunun kılığına girerek bizzat kendisi geliyor, başka bir doktrinine göre de çarmıha gerilmek üzere biricik oğlunu yolluyor.

toz parcacigiEvren sonsuz… Sonsuzluk kavramını algılayabilmek için diyemeyiz ama çok az da olsa hissetmek için varolan en iyi örnek evren… Yeryüzünden gözlenebilen en uzak kuasarlardan 13 küsur milyar yıl önce yola çıkan ışık daha anca bugün yeryüzüne varıyor. Yani saniyede 300.000 km yol alan ışık bu hızla giderek, birkaç saniye, birkaç dakika, saat, gün, hafta, ay, yıl sonra değil, binlerce yıl sonra değil, milyonlarca yıl sonra bile değil, ancak milyarlarca yıl sonra bize varıyor. Bu ışık neredeyse evrenin yaşına eşit bir süreyi yolda bize gelmek için harcıyor. Bu ışığın yolculuk macerasına kıyasla güneşten yeryüzüne 9 dakikada gelen “bizim” ışık komik kalıyor.

İşte evrenin bu akıl almayacak sonsuzluğu içinde, şu anda bunları yazarken ekran önünde havada uçuşan ve odanın perdesinden sızan ışık hüzmesi sayesinde görebildiğim toz parçacıklarından birinin kütlesiyle yeryüzünün kütlesi arasında bir fark yoktur, ikisi de eşit kabul edilir. Kum taneciğiyle yeryüzü kütlesi, evrenin sonsuz büyüklüğü içinde sonsuz küçüklükleri ile eşit kabul edilir. Bu teorik kabulün hiçbir pratik sakıncası yoktur. Yani tanrı, evrendeki bir toz parçacığına, evrendeki bir kum taneciğine geliyor ya da biricik oğlunu yolluyor. Delilik ötesi bir saçmalık… Kişisel yabancılaşmalarına çare olarak bula bula dini bulan ey ilkel aydınlar ! Sizin belanızı allahınız versin !

Tüm zamanların bu en büyük safsatasını uydurmak “şerefi” Hıristiyanlığa düşüyor ama diğer dinler de başka başka şekillerde tanrının yeryüzüne bu olağanüstü ilgisini aynen kabul ediyor. İslamın açılış duasında, amentü duasında, “Âmentü billahi ve melâiketihi ve kütübihî ve rusülihî…” dediği anda dindar kişi, hem o kitapların hepsini tanrının kitabı olarak kabul ediyor, hem tanrının yeryüzüne duyduğu olağanüstü ilgiden dolayı yolladığı kişileri peygamber olarak kabul ediyor hem de hediyelik pazar ilavesi cinsinden meleklerin varlığını kabul ediyor. Bilindiği gibi duanın devamı da var ama bu kadarı yeterli. Duanın örgütsel hiyerarşi sıralaması da ilginç, önce melek, sonra kitap, sonra peygamber. İnsanlar peygamberi insan olarak görüyor. Gösterdiği kitabı da eline alıyor ama nasıl geldiği konusunda somut kişisel bilgisi yok. Meleklerle ilgili ise hiç bir somut bilgisi yok. Yani inanç hiyerarşisinde, soyuttan somuta bir gidiş var, en inanılmaza inancını ilk olarak söyleyeceksin. Gerisi kolay.

cosmos

Kişisel yabancılaşmalarına çare olarak bula bula dini bulan ilkel aydınlar ! Ne kadar da iki yüzlüsünüz! “Dinsel inanca saygı” limanının dingin sularında size bir yer yok, fırtınalı okyanusta kaldınız. Çünkü toplumsal artık-değerden kişisel eğitiminiz için bu kadar kaynak çektikten sonra, bu kadar kaynak emdikten sonra, böyle bir olanağı bulamamış veya kasten cahil bırakılmış ve ancak tek çare olarak dinsel yabancılaşmanın pençesinde kıvranarak yaşayabilen yığınların bir bireyiymişsiniz gibi davranamazsınız. Böyle bir hakkınız yok. Daha doğrusu, tanrıya, dine, ibadete inanç hakkınız elbette var. Ancak bu hak, sadece hukuksal bir haktır. Entellektüel olarak böyle bir hakkınız yok. Değil iki bin yıl, bin yıl veya beş yüz yıl önceki aydınların konumuna, iki yüzyıl öncesinin aydınlarının konumuna bile sığınamazsınız. O konumlar o zamanlar içindi, çünkü evren konusunda çok az bilgileri olan o aydınlar, insanın bu çok az bildikleri evrenin içindeki yerini de kestiremeyebilirlerdi. Dinin boğucu baskısı altında da olsa yaşamak için uzlaşmak zorundaydılar. Bugün evren yine az biliniyor ama o günlere göre çok daha fazla biliniyor. En azından daha iyi bilineceği biliniyor. Bilinmiyor gibi davranamazsınız. Entellektüel “libidonuzu”, ya gördüğünüz veya hissettiğiniz baskılar yüzünden ya mideniz yüzünden, tanrı ve din fikrini sorgulamamak, beyninizde bu fikri sorgulamaya yönelik “tehlikeli” bir eğilim belirirse bu eğilimi hemen yoketmek yönünde kullanarak esasında, kendi kendinizi entellektüel anlamda hadım ediyorsunuz. Çaba sarfedip yabancılaşmanıza başka türlü bir çare bulmadıkça, sizden geriye, maddenin bir ucundan girdiği, enerjiye dönüşüp evrende sizin oradan oraya hareket etmenizi sağladıktan sonra diğer ucundan çıktığı iki deliği açık bir boru kalıyor.