Zamanların en iyisi, zamanların en kötüsü | Ergin Yıldızoğlu

21 Temmuz 2011 –  Ergin Yıldızoğlu
Ne zaman, içinde yaşadığımız “zamanları”, panoramik bir yaklaşımla düşünsem, aklıma hemen Charles Dickens’in, “Fransız Devrimi”nin, en devrimci ve proleter döneminin öyküsünü anlatan “İki şehrin hikâyesi” başlıklı yapıtının açılış paragrafı geliyor; 

Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü… Aydınlığın mevsimiydi, karanlığın mevsimiydi. Umudun ilk baharıydı, umutsuzluğun kışı. Bizim için her şey olanaklıydı. Bizim için hiç bir şey olanaklı değildi…

Bizimkisi de “Zamanların en iyisi”. Çünkü, dünyada, 1970’lerin ortasında başlayan gericilik dönemi artık kapanıyor. Gerek ulusal düzeyde gerekse küresel düzeyde, egemenler artık eskisi gibi yönetemiyorlar. Örneğin, derin küresel mali kriz içinde ABD’de düzen partileri bütçe üzerinde anlaşamadıkları için dünün hegemonyacı süper gücü, her gün iflasa biraz daha yakınlaşıyor. AB’de mali kriz genişleyerek, Birliği dağılma noktasına doğru sürüklerken, lider ülkeler “kurtarma paketleri”, dağılmayı önleyebilecek bir “yol haritası” üzerinde, egemen sınıflar kendi aralarındaki sorunları çözemediği için anlaşamıyorlar.

Buna karşılık, yönetilenler artık eskisi gibi yönetilmek, egemen sınıfların kendilerine dayattığı fedakârlık reçetelerini kabul etmek istemiyorlar. Dahası, Kahire, Madrid, Atina meydanları, yönetilenlerin, proletaryanın, düzenin sağ ve sol partilerinden umudunu kesmeye, artık kendi öz yönetim modellerini arama refleksini geliştirmeye başladığını gösteriyor.

Bu gelişmeler karşısında, komünistler yıllar sonra ilk kez yükselen bir devrimci dalgayla karşı karşıya olduklarını, önlerinde yeni olanakların açıldığını düşünerek umutlanıyorlar. Gericilik dönemlerinin, yılgınlığını, tecrit olmuşluğunu, belki de o zamanlarda ayakta kalabilmek için gerekli olan sekterliği, geride bırakmanın, bir önceki devrimci dönemin (1917- 1968/73), çalışma tarzına, örgütlenme biçimlerine, projelerine sıkı sıkıya sarılmaktan (ama geleneği asla unutmadan) kurtulmanın, yeni devrimci ufuklara, heyecan verici deneyimlere yelken açmanın, koşulları oluşuyor. En iyi zamanlarda, en yaratıcı, heyecan verici zamanlarda yaşıyoruz. 

Ama bizimkisi aynı zamanda, “zamanların en kötüsü”. Eskisi gibi yönetemeyen, kendi aralarındaki anlaşmazlıkları müzakere yoluyla aşmakta zorluk çeken, halka sunacak bir projeden yoksun kaldıklarının ayırdına varmaya başlayan egemenler, giderek daha gerici, daha denetimci, baskıcı, totaliter, emperyalist militarist yönetim biçimlerine, siyaset tekniklerine, yeni teknolojilerden getirdiği olanaklardan da yararlanarak, yöneliyorlar.

Devrimci bir dalga yükselirken, tarihte her zaman olduğu gibi, bu kez de bir karşıdevrimci dalga şekillenmeye başlıyor. Bu koşullarda yükselen dalganın proletaryası, ağırlıklı olarak siyasete yeni girmeye başlayan, deneyimsiz ve kendi kitlesinin muhteşem görüntüsüyle, gözleri kamaşan kitlelerden oluşuyor. Bu kitleler, salt fiziki varlıklarının, tarihsel haklılıklarının ve samimiyetlerinin, fedakârlıklarının düzeni yeniden şekillendirmeye, yapıyı çözmeye yetebileceğini düşünüyorlar. Meydanların dışında, yapının karanlık koridorlarında dolaşan canavarları, yüzlerine gülerken sırtlarından bıçaklayacak iki yüzlü hainleri ve en önemlisi sermayenin en samimi iyi niyetli reformcuları dahi nasıl büyük bir hızla çürüterek, canavarlarına yem yapabildiğini, “kar makinesi” için yakıta dönüştürebildiğini, henüz kendi deneyimlerinden öğrenmiş değiller.

Gericilik döneminin yıkıntıları arasından çıkmaya başlayan komünistler ise henüz kitlelere bu sorunlarını aşmakta yardımcı olacak araçları, söylemleri gereken hızda ve etkinlikte geliştiremiyorlar. Bir taraftan üzerlerinde gericilik döneminin ölü toprağında, çorak ülkesinde tüm parlaklığını yitirmiş eski elbiseler var. Diğer taraftan bu hantallaştıran yükler yetmezmiş gibi, bölünmüşlük, bunu körükleyen korunma (öncelikle elindekini-örgütünü, imajını vb… koruma) iç güdüsü organlarını felç ediyor. Karanlık bir gecede aniden beliren bir arabanın farlarının ününde donup kalmış geyikler gibi…

Onlar, sermayenin tüm saldırılılarını görüyor, bu saldırılara karşı, fedakârca, kararlı bir biçimde mücadele ediyorlar. Ne yazık ki, üzerlerine tek merkezden gelen, her hamlesinde, gücünü gereken yerlerde yoğunlaşabilen bir saldırıya karşı, aynı kıvraklıkta aynı yoğunlaşma becerisiyle karşı çıkamıyorlar. Sonuçta, kimi zaman muharebeleri, taktik zaferleri kazanmakla, birlikte stratejik bir zaferi kazanacak düzeye yükselemiyor, adeta hep savunmada kalmaya mahkum oluyorlar.

Yeni dönem, yeni olanaklar
Ancak, yeni dönem, “tarihin rüzgârı”, önümüze yeni hedefler, zaaflarımız aşacak fırsatlar çıkarabiliyor.

Seçimlerden önce bir AKP zaferinin doğası, getirecekleri hakkında, ayrıntılarda tam anlaşamasak bile bir fikrimiz vardı. Ama bunu engelleyecek, en azından AKP’nin momentumunu kıracak bir ortak mücadele platformu, çizgisi, cephesi neyse… oluşturamadık.

Bu başarısızlığımızın maliyeti çok yüksek oldu. Örneğin, Kürt siyasi hareketi, “Doğu”daki kazanımlarıyla yerel, Batı’daki nüfusla diyalog kurma olanaklarından yoksun ve genelde desteksiz kaldı. Şimdi, kendi başına kalmışlığın etkisiyle, bu açığını, Fransızların bir deyimiyle “ileriye doğru kaçarak” kapatmaya çalışıyor…

Bizim, güçlerimizi birleştirerek AKP’nin momentumu kurabilme konusunda bir atılım yapamamış olmamız, CHP’nin bir sosyal demokrat parti olma yolunda, ürkek olarak da olsa atmaya başladığı halkçı, “demokratik”, Kürtleri hedef alan şovenizmi zayıflatabilecek adımların ömrünü kısalttı. CHP seçimlerden sonra, son bir atılım yaptı ama, tutunamayarak hızla geri düşmeye başladı. Solundan gelen frenleyici bir baskıyla karşılaşmadığı sürece de düşmeye devam edecektir…

Komünistlerin, güçlerini birleştirmedeki başarısızlığı, sermayenin hem devrimcilere hem de işçi sınıfına saldırma konusunda daha kararlı ve özgüvenli davranabilmesini kolaylaştırdı.

Ancak, bu günlerde tüm bu olumsuzlukları geri çevirebilecek, komünistlere bir işlev kazandıracak, böylece enerji verecek yeni bir olasılıklar ortamının oluşmaya başladığını düşünüyorum.

Sermaye, kıdem tazminatlarını kaldırma projesiyle uzun zamandır ilk kez, tek tek alanlarda sürdürdüğü, işçi sınıfına güçlerini birleştirme olanağı vermeyen, “mevzi savaşı tipi” saldırı tarzından, tüm çalışanları hedef alan bir “cephe savaşı türü” saldırıya geçmeye başladı. Bu gelmekte olan, geldiğinde de büyük ve yaygın işçi çıkartmalar yol açması kaçınılmaz bir mali sarsıntıya hazırlık olarak gündeme gelen bir önlemdir.

Böylece, uzun zamandır ilk kez “sınıfa karşı sınıf durumu”, “cephe savaşı” biçiminde şekillenmeye başlıyor. İşçi sınıfının bu mücadelede kendini savunabilmesi için yaygın desteğe gereksinimi var. Bugün sendikalar ne maddi ne de manevi açılardan bu görevi üstlenecek güce sahip değiller.

Bu bölünmüşlük ve dağınıklık devam ettikçe komünistlerin de devreye girerek bir fark yaratma olasılığı sıfır bile değil. Halbuki bu mücadele alanı etnik kökeni ne olursa olsun, Türk, Kürt, tüm proletaryayı kapsıyor olacak ve halklar arasında dayanışma ve diyalog zeminlerini, oluşturabilecek; Tekel direnişinin bir kez daha kanıtladığı gibi işçileri mücadele zemininde, etnisite, din cinsiyet farkı gözetmeden, bunları aşarak birleştirmeye başlayacak.

Bu mücadele zemini, yıllardır sürmekte olan hak mücadelelerinin, enerjilerinin kitlesinin birleştirilerek daha da güçlenmesine ve gelişmesine olanak sağlayabilecektir.

Bu zeminin Kürt siyasi hareketinin içindeki komünistler açısından da ne kadar değerli bir fırsata açıldığını sanırım bir kez daha vurgulamak gerekiyor: Bu mücadele zemini, yalnızlaşmaktan kurtulmanın, Kürt sorununun gerçekten çözülebilmesine olanak verecek proleter zemine çekilmesinin, artık siyasi işlevini tamamlamış olan askeri yapılanmaların sivilleştirilmesinin, olanaklarının yaratılmasına büyük bir katkıda bulunacaktır.

Komünistler işçi sınıfına cepheden bir saldırı olarak şekillenmekte olan “kıdem tazminatına yönelik saldırıya” direnirken gündeme gelecek etkinliklerde, birbirleriyle yeniden, hem de en iyi biliyor olmaları gereken, geleneklerinin en zengin olduğu zeminde, işbirliği ve diyaloga girme fırsatına sahip olacaklar. Komünistler burada “tarihin maddesiyle” yeniden doğrudan ve yaygın biçimde ilişkiye girerek, yeni zamanın onu “zamanların en iyisi” yapan özelliklerinden yararlanabilecek, onlardan öğrenebilecek, kendilerini geliştirebilecek, dönüştürebilecek ve “yeni zamanı”, “zamanların en kötüsü yapan” özelliklerini aşamaya başlayabilecekler.

Gök kubbenin altında…
Tam bu noktada Mao’nun ünlü saptamasını anımsamakta yarar var: “Gök kubbenin altında kaos var, koşullar mükemmel.”

Şöyle bir başımızı kaldırıp bakarsak, sermayenin ve temsilcilerinin en azından Batı’da, hemen her alanda bir başarısızlıktan öbürüne koşturup durduğunu kolaylıkla görebiliriz. Hatta, egemen ideolojinin egemenliği sarsılıyor, kültür endüstrisinin News Corp. gibi kaleleri yıkılıyor bile diyebiliriz.

“Restorasyon” tükenir, gericilik dönemi kapanırken, “devletten sorumlu” sınıfların yapısı değişmeye zorlanıyor, başaramıyor ve skandallar birbirini izliyor, her kafadan bir ses çıkıyor. Egemen sınıfların temsilcileri, ABD’de Avrupa’da, Kuzey Afrika’da, Ortadoğu’da halkın gözünde küçüldükçe küçülüyor. Sömürge savaşları macerası, on yıl boyunca büyük servetler harcandıktan, kan akıtıldıktan, milyonlarca insanın yaşamı alt üst edildikten sonra, Afganistan’da, Irak’a başarısızlık görüntüleri sergileyerek sona eriyor.

Bu sırada “Büyük Batı uygarlığı” adeta yeniden “Aydınlanma” öncesi karanlıklara bir kez daha geri dönüyor, tüketim hummasını destekleyen köpük delindikten sonra dinci, ırkçı akımlardan, sadaka toplumu kurumlarından medet umuyor ayakta kalabilmek için… Ve hemen tüm ekonomik göstergeler yeni bir dalganın gelmekte olduğunu söylüyor. Mao’nun dediği gibi “koşullar mükemmel”…

Son Ergin Yıldızoğlu Makaleleri
Sendika.Org Anasayfa

 

Sendika.Org’un tüm yazili ve görsel içerigi kaynak göstermek kosuluyla özgürce kullanilabilir.

 

This entry was posted in General. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *