Tarihsel bir eşikteyiz. İdare-i maslahatla, bürokratik manevralarla, topu taca atmakla geçirecek zerre vakit yok. Bu ülkenin yakın tarihinde eşi benzeri olmayan bir hadiseyle, kelimenin gerçek anlamında bir ayaklanmayla karşı karşıyayız. Ülkenin en büyük kentinin merkezinin devlet tarafından fiilen kaybedilmesiyle sonuçlanmış bir büyük toplumsal infilakla. Sosyalist hareketin örgütsel yapılarıyla hiçbir bağı olmayan, Tayyip Erdoğan başkanlığındaki hükümetler devrinde büyümüş bir, belki iki genç kuşağın siyasal seferberliğinin ürünü olan bir başkaldırıyla.
Bu ayaklanmayı kontrol etmek ya da idare etmek elbette mümkün değil, böyle bir vehime de kapılmamak gerek. Hareket zaten kendi (inanılmaz) yaratıcılığı ve inisiyatifiyle gelişiyor, yaygınlaşıyor. Ancak bu, kenarda durmak için bir mazeret olamaz, olmamalı. Sosyalist hareket, açığa çıkan bu muazzam siyasal enerjinin ifade bulacağı kanalların inşa edilmesi hususunda tutum almakta sakıngan davranmamalı. Bilakis, çok geniş kitleler belki de hayatlarında ilk kez doğrudan ve aktif bir siyasallaşma yaşarken, sol hayalinde göremeyeceği büyüklükte kitlelerle sokakta yoldaşlık ederken harekete aktif bir biçimde angaje olmak, onun hayrına olacak yollar, yordamlar icat etmek temel bir vazife.
Hareketin taleplerini ifadelendirecek, onun sesinin daha duyulur hale gelmesini sağlayacak, ırkçı-milliyetçi argümanların ayaklanma içerisinde zemin bulmasına çeşitli yollarla mani olacak, mücadelenin süreklileşmesini sağlayacak, çeşitli aşamalarda hareketin bütününün çıkarları adına inisiyatif alacak kolektif bir iradeyi ortaya koymak, daha doğrusu onu yaratmak temel bir görev bugün. Bunu yapmakta geciktiğimiz her saat aleyhimize işliyor. Stratejiden çok taktikleri tartışmakla geçirdiğimiz her toplantı, hareketin sesinin soluğunun kesilmesi, belki de daha kötüsü sesinin çalınması riskini gündeme getiriyor. Ayaklanmanın sorunlarını siyasal terimlerle değil de dar “askeri” kestirimlerle ele aldığımız her gün inisiyatif kaybetmemize yol açıyor.
Tarihsel bir eşikteyiz. Geriye dönmek mümkün değil. Geçmişin rutin faaliyet biçimlerinde ısrar edecek zaman değil. Hareketin bütünsel çıkarlarını üstlenmeyi ve sorumluluk almayı öteleyip Taksim’de geniş kitlelere ajitasyon yapmayı yeterli gören bir anlayış, yarın bu kitlesel kabarış aynı hızla çekildiğinde boşlukta kalacak. İtiraf edelim: Bırakalım daha büyük meseleleri, Gezi Parkı’nda hala bir ses sisteminin kurulamamış olmasının, işleyen bir eşgüdümün yaratılamamış olmasının, bir merkezi kamp alanının oluşturulamamasının tek sorumlusu bizleriz. Gezi Parkı ülke çapındaki direnişin sembolü, potansiyel merkeziyken onu örgütleyememenin, onu kolektif bir direniş kalesi olarak tahkim edememenin vebali hepimizin boynunda. Evet bugün sosyalist hareket güçsüz, cılız ve dağınık. Evet açığa çıkan bu kitlesel enerji boyumuzu kat be kat aşıyor. Ancak tam da ayaklanmanın yarattığı toplumsal dinamizm, dayanışma ruhu ve kolektif özgüven bu zaafların telafisini mümkün kılabilir. Yeter ki adım atalım.
O zaman daha fazla geç kalmayalım. Kaybedecek hiç zaman yok. Hele hele zamanın bu kadar hızlandığı, saatlerin günler, belki haftalar hükmünde olduğu böyle “devrimci” durumlarda. Ayaklanmayı, bu muazzam (ama elbette heterojen ve çoğu zaman kontrolsüz) direnişin sorumluluğunu kolektif bir biçimde üstlenme cesaretini gösterelim. Onu örgütlemeye, onun sesini güçlendirmeye, sağlıklı bir eşgüdüm geliştirmeye cüret etmek gerekiyor. Dar örgütsel çıkarları öne çıkaracak vakit hiç değil bugün. Bürokratik rutinle idare edecek zaman değil. Zaman hızla akıyor; cüret edelim…