Devrimciler için, 12 Eylül’de AKP’nin anayasa paketi önerisine EVET demek çok kötüdür, HAYIR demek daha az kötüdür, referandumu BOYKOT etmek biraz daha az kötüdür. BOYKOT, en azından AKP’nin açılım demagojisini teşhir eden, Kürt halkının partisinin seçimiyle dayanışan ve ilerde pişman duyulamayacak bağımsız sosyalist bir tercihtir. Devrimciler bugün zayıf olduğu için üç tercih arasında İYİ tercih yoktur.

*

Bu yazı, BOYKOT’un savunusu değil, en kötü tercihe, EVET’e, bir bakıştır.1gosteregostere

*

Önce özetin bir özeti : Türkiye’de kapitalizm devlet tarafından geliştirilmiş, burjuvazi devlet eliyle serada domates yetiştirilir gibi yetiştirilmiştir. Bu burjuvazi sermaye birikimini devlet eliyle gerçekleştirmiştir. Türkiye kapitalizmini bu günlere ulus-devlet getirmiştir. Burjuva demokratik devriminden sonra kurulan ve bir burjuva demokratik devrimine yabancı sayılamayacak özellikleri özümseyen bu devlet, etnik kimlikleri reddeder, üniter, baskıcı, ulusalcı, cumhuriyetçi ve kendi devriminden korkmadığı kadarıyla laiktir. Bu ulus-devlet günümüz kapitalist dünyasında artık aşılmıştır, çağdışıdır.

Türkiye burjuvazisinin bir bölümü, kemalist burjuva devrimi sonucunda doğan ve kemalist laik cumhuriyet normları içinde gelişen bölümü, ulus-devletin egemeni ve iktidar blokunun ana unsuru olarak varolmayı sürdürmek istiyor ve, küreselleşme süreçlerine katılmak istediği halde, bugün artık giderek tarihin dışında kalan bu ulus-devlet modeliyle küreselleşme süreçleri arasındaki çelişkiyi görmek istemiyor, ya da bu çelişkinin kendisini iktidar blokunun dışına atacağını fark ediyor, direniyor.

Devrimcilerin, sosyalistlerin doksan yıldır kavga ettiği ve iyi tanıdığı burjuva fraksiyonu budur.

AKP ise başka bir burjuva fraksiyonu, islamî sermayeyi temsil ediyor. Son otuz yıldır bu fraksiyon, burjuva cumhuriyetinin değerlerine zerrece önem vermediği, yoksul halkın metafizik ihtiyaçlarını, din duygularını, pervasızca sömürdüğü için palazlandı. Bu fraksiyon, tarikat tabanlı, aydınlanma düşmanı, laiklikle uzlaşması kendisini siyaseten tehdit eden, baştan beri burjuva demokratik devrimine ve onun kemalizm denebilecek değerler sistemine karşı çıkan, varolması için cemaatçi ve kul destekli, ulus ve genel olarak burjuva birey düşmanı özel olarak da kadın düşmanı olan, bu niteliği gereği ulus-devlete karşı küreselleşmenin yanında olan bir fraksiyon… Unutmayalım : Kemalist burjuva devrimi bu fraksiyona karşı yapıldı. Bunlar o zaman karşı-devrimciydi, bugün de karşı-devrimcidir. Bu karşı-devrimcilik siyasi doğaları gereğidir. Bugün söyledikleri ve yaptıkları her şey, bu karşı-devrimcilik süzgecinden geçirildikten sonra anlaşılabilir. Bunlar, burjuva hukukuna, demokrasiye, insan haklarına, kadın haklarına, latin alfabesine, halifeliğin kaldırılmasına, padişahlığın yıkılmasına, değil laikliğe, laik insanların fiilen varolmasına, hatta kemalizmin dinle uzlaşma şekline bile militanca karşıdırlar. Küreselleşme süreçlerine, yine dini kullanarak katılmak istemektedirler. Din propagandası ve dinî örgütlenme kolaydır. İslamın kendisi siyasi bir sistemdir. Din, “küfr” tarafından korunur, toplumsal bilinçte zaten vardır ve hazırdır, bugünün ağır ekonomik koşullarında palyatif bir ilaçtır. Din islamcılara sadece kendilerini iktidarda tutmak için gerekmiyor. İslamcılar, toplumu cemaate dönüştürdükleri ölçüde, kazanılmış ekonomik ve sosyal haklar yerine sadakayı geçirmek isteyeceklerdir. Ulusçu olmadığı dinci olduğu için de, etnik sorunu, “Kürt bireye haklarını tanımak” anlamında değil, “Kürt kul ile Türk kulu cemaat önünde eşitlemek” anlamında “çözeceklerdir”. Bugün AKP, tarikatta “şeyh-tarikat ileri gelenleri-kul” arasındaki ilişkiyi toplumda “devlet iktidarı-hâkim sınıf-vatandaş” arasındaki ilişkinin yerine geçirmek istiyor. Bu çerçevede islamcılar için “sınıf savaşı”, bir küfr”dür.

Devrimcilerin henüz bilmediği, iyi tanımadığı burjuva fraksiyonu budur: Kapitalizmi savunan ama kapitalizmin üstyapısının unsurlarını toptan değil seçmeci olarak kullanan, ki islamcı düzen faşizme sadece bu anlamda benziyor, feodal üstyapı unsurlarını toplumsal yaşama dilediğince yediren, bu nedenle örneğin değil kadın haklarını kadının yurttaşlığını yoksayan bir burjuva fraksiyonu… Günümüz kapitalist dünyasında çağdışılığı kapitalizm öncesinden gelen ama bu çağdışılık kârın küresel hareketine engel teşkil etmediği için varolabilen bir fraksiyon…

Devrimcilerin kendilerine soracağı soru şudur : sınıf savaşı, toplumsal ilerleme kavgası, örgütlenme, hangi burjuva fraksiyonunun dayattığı toplumda daha kolaydır ve daha etkindir ?

İşte anayasa paketi için dayatılan referandum, devrimciler için bir bağımsız sınıfsal bir duruş olanağı için, düşünmek için bir fırsat yaratıyor.

*

Recep Tayyip Erdoğan’ın belki de ne büyük başarısı, Türkiye’nin geri ve ilkel olduğu, laik ve ileri bir demokrasiyi beceremeyeceği savına tüm dünyayı ikna etmiş olmasıdır. İstikrar görüntüsü yaratmak için cumhuriyet tarihinin burjuva hukuk birikimine göre geri ne varsa devreye sokuyor, bunların Türkiye’nin sosyal gelişme düzeyine daha uygun olduğuna inanmaya hazır olan dünya kamuoyunu buna inandırıyor ve dünya kamuoyu da, örneğin Pakistan’a, İran’a bakıp kendisine “aferin” diyor. Elini serbest bırakıyor.

*

Bugün, gerçekten bugün, yani 12 Eylül 2010 günü, Türkiye AKP’nin olağanüstü aleni, hukukî kağıdı sadece yalap şalap süslerle örtülmüş bir sivil dikta kalkışmasıyla karşı karşıyadır… Oylamaya sundukları anayasa paketi, 12 Eylül anayasasından daha geridir. Yürürlüğe girişinden bu yana o anayasaya otuz yılda yapılan değişiklikleri görmezden gelmektedir. Toplumsal ilerlemeden yana gözüken bazı ekler ve değişiklikler, Türkiye’nin zaten hukuken uymak zorunda olduğu ve bu zorunluluğu imzasıyla resmen kabullendiği uluslararası anlaşmaların bir gereğidir ve bu itibarla anayasaya yazılması dahi gerekmeyen, yazılırsa aldatmacadan başka bir amaçla yazılmış olamayacak hükümlerdir. Bir insan iki kere ilkokul diploması alamaz. “EVET” oyu atacakların yelpazesi içinde en aptal kesimi oluşturan “yetmez ama EVET” diyenleri kandıran da bu hükümlerdir. İkinci ilkokul diplomalarına seviniyorlar. Oysa asıl anayasa paketinin grev hakkı ve kamu emekçileriyle ilgili maddelerine, işçiyi kula dönüştüren, sosyal ve ekonomik ha2yetmezamakları sadaka addeden, kamu emekçilerine direnişi yasaklayan hükümlere, fişlemeyle, telekulakla ilgili yaygın uygulamalara bakmaları gerekirdi. Örnek teşkil etsin diye üç önemli parantez açalım. Bir : 12 Eylül faşist darbesinden 30 yıldır şikayet etmeyenlerin bu darbeyi nasıl mahkum edeceklerini, kendilerinin buna hakları olup olmadığını düşüneceklerine, konfor içinde yattığı 4 ay hapse “bir destandır” diyen Recep Tayyip Erdoğan’ın ve diğer AKP liderlerinin salyasına sümüğüne, aldatmacasına, demagojisine kanıyorlar. Bu yobazların kendilerinin “intikamını” alacağını sanıyorlar. Bu iyilikseverleri sevdikleri için de Kenan Evren’in “hukukunu” görüyorlar, “Silivri hukukunu” görmüyorlar. Diktanın siviliyle askeri arasında bir tercih yapıyorlar. İki : Anayasa mahkemesine bireysel başvuru hakkını, Türkiye insanına Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurmayı fiilen ve ebediyen önleyici bir hinoğlu hinlik olarak görüp uyanacaklarına, demokratik bir ilerleme sanıp kafalarını kuma gömülü tutmayı tercih ediyorlar. Hükümeti, hükümetin anayasa mahkemesine şikayet eden vatandaş, ülke içindeki yargı yolları tüketilmeden AİHE’ye gidilemeyeceği için yıllarca bekleyecek…Belki bu bekleme sürecinde baskı görecek ve vazgeçecek, mağduriyetini kabullenecek. Üç : Yeni anayasa paketinde yargının, hükümet kararlarını yerindelik açısından değerlendirme yetkisinin elinden alınmasına, örneğin rantçıların önünü açıcı, çevreyi mahvetme potansiyeline sahip ve kötü şehirleşmeyi hızlandırıcı bir tuzak olarak göreceklerine, aynen AKP gibi, yargı vesayetini kaldırıcı bir yenilik olarak görüyorlar.

*

Türkiye solcularının, devrimcilerinin önemli bir bölümü ya atesit değildir ama kendini ateist sanar, ya da “şerhli” ateisttir. Zaten ateist olabilecek entellektüel birikime sahip değildir. Solcu, sosyalist, devrimci olmadan önce islamî kültür içinde doğup büyümüş, eğitim almıştır. Halkın dinî duygularına olan saygısını göstermek için, bu saygıda kusur etmemek için bazen devrimciliğin reddi dahil herşeyi “mübah” görür. Feodalizmden de, kırdan da köyden de bir ya da iki kuşak uzaktadır. İslam, ruhunun ta derinliklerine sinmiştir. Bunun için de Kemalizmle islamcılık arasında siyasi savaş açısından bir fark görmez, laikliğin sınıf savaşı açısından önemini kavramaz, hatta islamcılarla kavgada kendini daha rahat hisseder.

*

Türkiye AKP’nin bir komplosuyla karşı karşıyadır. Komplo teorilerinden, hatta sözcüğünden nefret ederek ama bu kez doğru düştüğü için bunu söyleyelim. Orduyu siyaset sahnesinde epey gerileten, üniversitenin özerkliğini ve siyasal özgürlüğünü, basın-yayın özgürlüğünü yokeden AKP, önünde kalan tek engel olarak gördüğü yargı bağımsızlığını da ortadan kaldırmak için, sadece ve sadece bu nedenle, “anayasa referandumu” denen bu ortaoyununu tezgahlamıştır.

*

AKP, temsil ettiği kapitalistler dışında esas büyük toplumsal desteğini burjuva birey insandan değil feodal kul insandan aldığı için ve bu destek sayesinde iktidar olduğu için, burjuva devriminden doğmuş olan birey insana ait hiçbir kurama, kavrama, değere yüz vermez, veremez, ancak siyaseten işine geldiğinde veriyor gibi görünür. Kendisini kul olarak gören veya böyle görmesi gerektiğine inanan islamcı, vatandaşı nasıl kul değil de birey olarak görebilir ? Recep Tayyip Erdoğan’ın “Benim valim, benim bakanım vs” cinsinden iğrenç söylemi de aynı “ağa-kul” mantığının başka türlü bir dışavurumudur.

İslamcı laik olamaz, çünkü laiklik kavramını anlayamaz, bilemez ve bilmeden reddeder, burjuva demokratı olamaz, çünkü kendi ilkel düşünce sisteminde demokrasi, “ne yazık ki” tarihsel süreç içinde bir şekilde birey insan olma yoluna girmiş kulları kandırmaya ve geri getirmeye yönelik bir araçtır. Araç olarak gördüğü demokrasiyi anlayamaz, bilemez ve bilmeden reddeder. Yine kendi düşünce sisteminde hukuk felsefesi ancak dinsel hukuk felsefesi olacağından burjuva hukukunu da anlayamaz, bilemez ve bilmeden reddeder. Burjuva hukukunda kuvvetler ayrılığını, yargı, yasama ve yürütmenin ayrılığını da anlayamaz, bilemez ve bilmeden reddeder. Recep Tayyip Erdoğan, kuvvetler ayrılığı ilkesini “açıklarken” şunu diyebilmiştir : “Herkes kendi işine baksın, biz kendi işimize bakalım, yargı da kendi işine baksın”. Yani yargı kuvvetini kendini denetlemek üzere varolması gereken bir kuvvet olarak görmüyor, yasama, yürütme ve yargıyı pazarda yanyana ayrı mallar satan esnaflar şeklinde görüyor. Yargı kurumu için kullandığı terimler de ya yargı denetimini anlamaktan uzak olduğunun ya da insanları manipüle ettiğinin en çarpıcı örnekleridir : “vesayet”, “pranga”, “bürokrasi” (kötü anlamda). Adalet Bakanı da kendisiyle anayasa üzerine yapılan bir röportajın açılışında, ilk cümle olarak, “Yargı tarafsızdır” dedi, yani ya kafasında bir şeyle bir şey arasında tarafsız kalmanın gerektiği gibi bir his var, ya da “yargı bağımsızdır” diyemeyecek kadar kuvvetler ayrılığı ilkesini anlamaktan uzak…Bunların tavırları karşısında “sindiremiyorlar” sözcüğü hafif kalır, anlamak istemiyorlar ve bağnazca reddediyorlar.

*

AKP anayasa paketi, Türkiye’yi herhangi bir vesayetten kurtarma amacını gütmüyor, aksine 12 Eylül anayasasını pekiştiriyor, güçlendiriyor. Örneğin Askerî İdare Mahkemesine dokunmuyor, bu mahkemeyi askerî vesayetin bir kurumu olarak görmüyor, çünkü konusu kendi iktidarını ilgilendirmiyor. Daha önemlisi, 12 Eylül anayasasının getirdiği ve Türkiye’nin geleceği için yaşamsal öneme sahip olan üniversiteleri vesayet haline alan YÖK’ü kaldırmıyor, çünkü YÖK’ü kendi düşüncesi doğrultusunda örgütledi bile… YÖK’le işi bitti. YÖK savaşını kazandı, aynı savaş iki kez verilmez. Bu yüzden de ne YÖK ne de herhangi bir üniversite, referandum konusunda görüş bildirmiyor, susuyor. Susması gerekiyor.

*

Gerici 12 Eylül anayasası topluma, ordunun emir-komuta zinciri içinde yapılan darbesi sonucunda, baskıyla dayatıldı. AKP anayasa paketi bundan daha demokratik değildir, tek bir liderin seçtiği vekillerin oylarıyla topluma dayatılmıştır. “EVET” oyu için çok çeşitli baskılar yapılmıştır. Bu baskıları inkâr eden yalancıdır. Bu referandum cumhuriyet tarihinde görülmemiş ölçüde bir toplumsal kutuplaşma yaratmıştır.

*

Ancak Recep Tayyip Erdoğan panik içinde… Referandumla halka bir anayasa paketi dayatma işine bir olasılıkla Fetullah Gülen’in sinyaliyle ve yine bir olasılıkla zamanlama açısından istemeye istemeye soyundu. Belki yarının geç olacağını düşündüler. Yoksa genel seçimlerden önce böyle bir maceraya girişmeleri çok doğru gelmiyor insana… Yürüttükleri EVET kampanyasının saldırganlığı, acımasızlığı, yalanı, dolanı, dayatmaları, dili, demagojisinin düzeyi, panik içinde oldukları imajını veriyor. Bu referandumun ülke çapında bir AKP güvenoylamasına dönüştüğünü, çelişkileri derinleştirdiğini görüyor olmaları lazım. Daha da önemlisi en geniş toplumsal mutabakatı oluşturmak üzere yapılması gereken bir anayasa referandumunda %55 ile kazanacak bir EVET’in kendilerine yarardan çok zarar getireceğini biliyor olmaları lazım. İktidarın oylattığı bir anayasa paketi %80’den az kabul görürse batmış demektir. Örneğin bir %45’lik HAYIR, ikidarın tezgâhını bozar. Bu oranda HAYIR diyenler “ne yapalım sağlık olsun” diyerek yeni anayasa paketini kabul etmeyecekerdir. Bu yeni anayasaya “benim anayasam” demeyeceklerdir. Red oylarına sahip çıkmayı sürdüreceklerdir. Bu kutuplaşmayı en az %80’lik bir EVET önleyebilirdi.evetmorgda

*

EVET’ler ve HAYIR’lar birbirine yakın gözüküyor. Yani sonuç olarak bu anayasa paketi geçse de geçmese de AKP’nin sonunun başlangıcı olacaktır. Çok uzun, eğimi düşük bir ama yokuş aşağı bir sürece giriyoruz. Zayıfladıkları ölçüde devrimcilerin işi kolaylaşacak. Güçlendikleri ölçüde de iktidarları tehlikeye girecek : AKP’nin şemsiyesi altında bir çok değişik islamî güç ittifak halinde yeralıyor. Kemalist burjuvaziden devraldıkları pasta büyüdükçe ve küreselleşmeye islamî destekle katılıyor olmanın getirdiği rant arttıkça aralarındaki paylaşım kavgası kızışacak. Bölünecekler. Bir zamanlar kemalist burjuvazinin iç paylaşım kavgalarından bir çok partinin doğması gibi, aralarından başka liderler ve başka partiler çıkacak. Giderek güçlenen ve ağırlaşan AKP iktidarı, sönmüş volkanın kendi ağırlığı altında çöken bacası gibi çökecek. Devrimciler, sosyalistler bu uzun süreçte ancak yeni politikalar üreterek ve bağımsız bir siyasi güç oluşturmaya çalışarak varolabilirler.

  1. FERDI KADER (@ferdi_kader) says:

    GERÇEK BARIŞ SÜRECİ ORTADOĞU’DA KÜRT HALKININ BAĞIMSIZLIĞI VE ULUSAL HAKLARININ TEMİNATI İLE MÜMKÜNDÜR…

     
    Şimdi TC çetelerinin barış süreci dedikleri fenomen, Osmanlı döneminden daha geri, çirkef bir durumu yansıtmaktadır.
    Türk yönetimi, cezaevinde tuttukları bir kişiyi, rehine gibi kullanarak, Kürtlerin bütün haklarının yok edilmesi temelinde, Kürtleri teslim alma politikası gütmektedirler. İmralı, veya çözüm süreci adını taktıkları tiyatronun oyuncularını bile kendi öz adları anmaktan aciz bir devletin ‘süreç, müzakere’ yalanlarına kapılmak ihanete götürür! 

    AKP’nin Çözüm süreci adını verdiği, post modern Kemalizmi yeni bir kılıf altında devam ettirme, Kürtlerin hakkını hukukunu yok sayarak, bir yüz yıl daha yok etme sürecidir!

    Türk yönetimi, süreç diye adlandırdığı tiyatorunun oyuncularını lakap takarak çağırmaktadır. Abdullah Öcalan ismi yerine, ‘imralı adası’, ‘terörcü başı’, ‘heyet’ gibi isimler kullanılarak, ‘sürecin’ ciddiyet derecesi açıkça ortaya serilmektedir. Türk devleti, bu anlamda normal bir devlet imajı yerine, eşkiya bir devlet görümüne bürünmektedir. Türk parlamentosunun, bu haliyle, özgürlük isteyen Kürdistan kitlelerini memnun ve mesut edecek bir karar alabilmesi mümkün değil.
    Antlaşma yapmak için, kendileri ile barış yapılacak şahıs veya gurupların adları dahi açıkça söylenmediğine göre, ortada daha tehlikeli bir oyunun dönüşü sözkonusudur…! Sürecin muhatapı, Kürt tarafı diye lanse edien taraf, kendi adı ile değilde Marmara denizinde bir ada (İmralı) adı ile anılıyorsa burada bir bit yeniği var anlamı çımaktadır. 

    KÜRTLER İMRALI ADASINDA DEĞİL, KÜRDİSTAN’DA YAŞIYOR!

    Barış, İmralı adasında yaşayan bir halkla değil, Kürt halkı ile yapılacaktır!
    Türkiye, sözde barış yapacakları Kürtlerin adını anmaktan acizdir. Demek ki Türk insanı Kürtlere o kadar alerji duyuyor ki, TC yönetimi, barış sürecini imralı adasında başka bir halkla yapmakta oldukları imajını vererek, Kürt düşmanı Türklerin gözlerini boyamak zorunda kalmıştır! Gerçek bir barış süreci varsa neden bu kadar adi bir aldatmacaya başvuruluyor. Barışacak kişi veya milletler, birbirlerini oldukları gibi kabul edemiyorlarsa, barış nasıl olacak??

    Böylesine bir sürecin daha baştan çökmeye mahküm olduğu ortadadır. Savaş ruhu taşıyan Türkler, Kürtleri eşit derecede bir halk olarak görmek yerine, onların adlarından bile öcü gibi korkuyorlar, bu ruh haliyle nasıl barışacak bunlar!! Ne yazık ki çoğunluğu cahil kalmış Türkler, imralı adasının nerede olduğundan bile habersizdirler….

    AKP, diğer öncülleri gibi, kırmızı kitabı elinde, bağırıp çağırarak varolan statükoyu sürüdürmede kararlı olduğunu söylemeye devam ediyor! Erdoğan’ın Suriye Kürtlerine yönelik tavırları, askeri darbecilerinkinden daha iyi değildir. Bu tutumlar, çözüm hayallerini köpürten düzen güçlerinin Kürt halkına yönelik imha ve inkara dayalı ırkçı-inkarcı resmi devlet çizgisini sürdürdüğünü gösteriyor.
    Ciddi ve dürüst çalışmalar, ortak plan ve süreçler ancak, karşılıklı güven ve açıklıkla yapılır. Gizli kapalı oyunlar oynanıyorsa, dümenler dönüyorsa, bu iş ta baştan yıkılmaya mahkümdur. Kalıcı barış ancak adalet ve eşitlik temelinde Kürt sorununun gerçek, yani ulusal haklarının verilmesi ve kendi topraklarında hakimiyet kurması ile sağlanabilir.

    Rehin gibi tutulan ve adı ile bile anılmayan A. Öcalan’ın, burada, Kürt halkının ulusal haklarının tümden inkarı sürecine tepeden inme ‘önder’  hemde TC’nin kendisi, barış masasına oturan karşı taraf olarak, düşman tarafından lanse edilmesi, bütün Kürtlerim dikkatini çekmektedir…Ortada seçimle gelen Kürt temsilcileri olmasına rağmen, bunların manipule edilerek, cezaevinde rehin tutulan bir kişinin tek lider diye angaje edilmesi ve bu kişinin de, ‘biz Kürtler için artık bir şey istemiyoruz’ beyanını vermesi, kürt halkına vurulan büyük bir darbedir!
    Bu durum, İŞİD’e, ben artık sizdenim demeye benzer, ama kelle kurtulur mu, o da henüz belli değildir!

    Kürtlerin Soykırımı İçin IŞİD ve Tampon Bölge planı!

    AKP iktidarı;  sırası geldikçe “barış süreci” ya da benzer tanımlamalar ile Kürtleri oyalarken, diğer taraftan da petrol alanlarına sahip çıkmak için yeni planların peşindedir.
    IŞİD örgütlenmesinde rolü olduğu bilinen,Başbakan Davutoğlu’nun devreye soktuğu derin stratejinin gereği  İŞİD ve Al-Nusra’ya savaşsın diye gönderilen 5 000 özel timci, 250 MİT mensubu, modern savaş araç ve gereçleri ile, Kürtleri barış masasına gelmeden elimine etmeyi, başarılamaması  halinde  ise dize getirmeyi hedeflemektedir.
    Türkiye, çıkarları gereği, Kürtleri soykırıma uğratsın diye İŞİD’i büyütmeyi hedeflemektedir.
    TC nin hedefi Kürtlerin soykırımıdır. Zira, Dersim gibi, Kobane’den, yurtlarından edilerek göçmenleştirilmiş Kürtleri hedeflerinden koparmak devamında asimile etmenin mümkün olduğu deneyimi vardır. Dersim soykırımında başarılı olunduğuna göre TC, aynı yöntem ve taktikleri devam ettirmektedir. Böylesi bir soykırımı göze alan iktidar, aslında herkesi yakacak bir alev topuyla oynamaktadır.

    İşte, tam da Bağımsız Kürdistan devletinin kuruluş şartlarının hızla olgunlaştığı bir durumda, Ortadoğu’da bütün halkların kendi sınırlarını çizmekle uğraştığı bir anda ‘herşeyden vazgeçiyoruz’ demenin ne anlama geldiğini bilmeyen çoban artık yoktur Kürdistanda…!
    Türk devleti Kürtleri bir kez daha kandırırsa ne olur? Üç-beş yıllık zaman kaybından başka hiçbir şey olmaz. Hatta eski yöntemler tümden iflas etmiş olacağı için buna kayıp da denmez.
    TC oyun oynuyor! Bu tartışılmaz. Kobanê’yle dayanışma eylemlerinden önce de böyleydi, IŞİD’in Kobanê’ye saldırısının yoğunlaşmasıyla beraber, çözüm süreci denilen oyunun deşifresinde ilerleme görülüyor. Adları ile anılmayan oyuncular, PKK içerisindeki MİT yönlendirmesi gurupların zorda kalması kaçınılmazdır.

    AKP başı, çete lideri Erdoğan,  Tek ulus, tek devlet, tek bayrak ve tek dil’ paradigması devam etmektedir.’ diyerek gerçek amacını her geçen gün tekrarlayarak oyun oynadıklarını artık gizlemiyor!
    Tayyip Erdoğan, daha önce de “anayasa değişikliği yok, af yok, Kürtçenin eğitim dili olarak kabul edilmesi yok” demişti. Kürtçenin eğitim dili olması, genel af talebinin karşılanması, anayasal vatandaşlık vb. asgari taleplere bile düşmanca yaklaşan Osmanlı kırması iktidarın Kürt sorunu konusunda tekçi anlayışı sürdürecekleri aşikardır.

    Tayyip Erdoğan ve Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’den gelen açıklamalar devletin Kürt sorununa, Kürt halkının haklı taleplerine yönelik bakışının özü, özetidir. Tek ulus, tek devlet, tek bayrak ve tek resmi dil paradigması devam etmektedir. Etnik ve kültürel farklılıklar zenginliğimizdir denilerek Kürt halkının devrimci dinamizmi düzenin labirentleri içinde boğulmak istenmektedir. AKP ve Genelkurmay’ın çözümden anladığı Kürtlerin bir kültürel zenginlik ögesi olarak kabul edilmesidir. Kürt sorununun çözümünden anladıkları şey ise Kürt halkının denetim altında tutulmasıdır.

    Tayyip Erdoğan ve Genelkurmay Başkanı’nın yaptığı açıklamalar “çözüm” sürecinin nasıl bir aldatmaca olduğunun net ifadesidir. Açıklamalar, Kürt halkının olmazsa olmaz dediği haklarına ilişkin olarak herhangi bir vaatte bulunmadığının göstergesidir. Nitekim Tayyip Erdoğan daha önce de anadilde eğitimin gündemlerinde olmadığını belirtmişti. Zira tüm düzen güçlerinin asıl amacı Kürt sorununu değil Kürt hareketini çözmektir. Bu saldırının biricik panzehiri ise Kürt halkının ulusal hak ve özgürlüklerini devrimci mücadeleyle söküp almasıdır. 

    Bu anlayış barışın değil savaşın projesidir. Yani “çözüm süreci” barışın değil, sınır tanımayan kapsamlı bir saldırganlık ve savaşın projesidir.

    AKP demokrasiyi yok etme sürecini devam ettirirken, saçma bir barış sürecinin gerçekleşmesinin mümkün olmadığı, çözüm süreci adı verilen planın, AKP’nin rezil politikalarının üstünü örtmeye yaradığı da artık gizlenemez.

    ERDOĞAN BAŞKA İŞLERİN PEŞİNDE…!
     
    Erdoğan’dan Kürtler için hak hukuk beklemek saflıktır. ‘süreç’ denilen tiyatro, bir yalan dolan sürecidir. Hazırlanan ve her gün kılıfı değiştirilen sözde ‘paketin, sürecin’, geçmişin baskıcı terörcü ırkçı şovenist devlet yapısından kopuşu değil, onun daha da pekiştirilmesine hizmet ettiği gerçeği artık kör gözden de kaçmıyor.
    AKP, yeni Kemalizm despotizmini din boyası ile süsleyerek Kürtleri kandırıp tasfiye etme dışında bir hedef gözetmiyor…Kürtler Erdoğan’ın kişisel oyunlarına alet olmaktan vazgeçmelidir. Erdoğan sözünde durmamaktadır. Saat başı tavır değiştiren bir bukalemundan farksızdır! İstanbul’da padişahların kurduklarından daha büyük bir cami, Çamlıca camisi, Ankara’da Osmanlı saraylarını geride bırakan Ak Sarayı kurup, başkanlık sistemi ve tek şefliği hedefleyen, gözü şan şöhretle dönmüş Recep paşa’nın derin kuyusuna düşmek saflıktır! Aşırı hızla çoğalacak kalabalıklara Selefi ve Wahhabiler’ in fetih ve ganimet hedeflerini aşılayan ümmetçi ırkçı şef, yeni devlet ideolojisini hakim kılmak için elinden geleni ardına koymuyor!  Dünyanın her yerinden toplatılıp getirilen Cihadçıların, Kürtlerin yoğun olduğu alanlarda eğitilip Suriye’ye sokulması, bunların ana kontrolünün özel savaşçı Türk subaylarına verilmesi, şeriatçı militanların Kürtlere karşı kullanılmaları, karakol yapımındaki anormal artış ve köy koruyucularına sağlanan örtülü ödeneklerin artırılması vs.. göstermektedir ki, AKP Kürtler için en azından cuntacılar kadar tehlikelidir.
    Kürtleri kandırmak için Ümmetçi İslamcılığı, Kemalist militarizmle sentezleyen AKP, TC’nin eski politikalarını ideolojik yenilenmeyle devam ettirme kararlılığını son Kobani oyununda da yenilemiş oldu!
    Şan ve şöhret ile gözü dönmüş, bu uğurda her yöntemi kullanan R.T Erdoğan’dan hak hukuk beklemek kadar aptalca bir şey olamaz!
    Saat başı görüş, politika değiştiren, akıl almaz yalan dolanla günümüzün en gaddar liderlerine taş çıkartan Erdoğan, tek şeflik ve kişisel çıkarlarına karşı olan her engeli rahatlıkla aşmaya devam ediyor!
    Erdoğan nihayetinde Kemalist orduyu da peşine takarak, satükonun yeni sahibi oldu! Kemalizm tarafından katliamdan geçirilen Kürtler, Kemalizm’in nasıl bir zehir olduğunu çok iyi biliyor. Mühalefeti tesirsiz hale getiren AKP şimdi artık statükocu Kemalizmi temsil diyor! AKP sadece Küzey Kürdistan’da değil,Rojava’da Kürtler üzerinde baskıyı artırmaya çalışıyor. MİT TIR’ları gece gündüz Suriye’ye geçmeye devam ediyor!
    Yıllardır Kürtleri oyalayan AKP, sonuçta 90 yıldır yapılanla kaldı. Son MGK toplantısında TSK nin dayattığı kırmızı çizgileri savunan Recep Tayyip Erdoğan, Kemalistlerle Kürt sorunu üzerinde anlaşmaya vardı.
    AKP iktidarı, İŞİD olmaksızın Kürteri tek başına yok edemeyeceğini iyi biliyor! Türkiye’den örgütlendirilip Suriye’de muhalefet cephesi adı altında savaşan Sunnilerin niyetlerinin ne olduğunu, bunların hangi hedefler doğrultusunda elde tutuldukları, ceplerine para konan ve desteklenen bu paralı askerlerin yarın Kürdistan’da büyük bir vahşet planını icra etmeleri için gerekli maddi temellerinin sağlandığı gerçeği gözden kaçmamalıdır.
    SOn MGK TOPLANTISINDA ALINAN KARARLARA GÖRE KÜRTLERE 1923 TEN ÖNCEKİ DURUMDAN DAHA KÖTÜ BİR STATÜ VERİLECEK!

    MGK toplantısında alınan kararlara göre Kürtleri kandırma ve oyalama süreci devam ettirilecektir. Bu oyunu en iyi oynayan AKP, Kürtleri eski statüde tutmak şartı ile Türk ordusunun tam desteği verildi. Erdoğan tek şef olacak, onun başkanlık sistemi TSK tarafından kabul edilecektir.
    İşte bu yeni MGK doktirinine göre, Kürtlere karşı mücadele ettikleri müddetçe Araplar’a yardım edilecek, İŞİD, El Kaide-El Nusra ile ortak eylemler yapılacaktır. Bunlarla en iyi ilişkiyi AKP sağladığına göre, İŞİD ve El-Nusra Tayip Erdoğan’nı kayıtsız şartsız destekledikleri için, ortak çaışma ve işbirliğine devam kararları alındı!
    AKP’nin Kürtlere yönelik planları, Kürt halkının kendi kaderinin kendisi tarafından tayinine düşmanca bakıyor ve eski statükonun korunmasını amaçlamaktadır. Son Kobani olayında olduğu gibi AKP, eski Kürt düşmanı statükoyu korumayı ve Kürtleri zaman içerisinde yok etmeyi amaçlamaktadır!
    AKP’nin bu planları ile, Kürtlerin en temel uluslararsı haklarının inkarına devam edilmektedir… Kürdistan halkının talebi olan anadilde eğitim, Kürtlerin haklarına ilişkin anayasal güvence, Kürdistan halkının kendi kendini idare etmesi ve Kürtçe’nin resmi dil olarak kabul edilmesi konularında ilerleme değil, tam aksine gerileme kaydetmektedir.
     
    Bu durumda Kürdistan halkı olarak, kendi topraklarımızda, hür ve bağımsız olarak yaşama opsiyonunu savunma dışında başka bir çaremiz kalmamaktadır. Kürtler bugün bağımsız Kürdistan oluşumunu artık reel bir gerçek olarak görmektedir. Asıl yapılması gereken “çözüm” aldatmacasıyla zaman yitirmemektir, Kürdistan, bağımsız bir devlet olarak ortaya çıktığında, Türkiye, Ortadoğu ancak bu koşullarda barışın egemen olduğu bir coğrafyaya dönüşecektir.

     
    Saygılar ve Selamlar

    Ferdi Kader, B. Zeynep Aker, Dursun İlkas, İsmail Balkır
     
     

Comments are closed.