Yazıyı pdf formatında indirmek için: Limbo – Coskun Adali 19 Mayis 2017

İnsanoğlunun ne müthiş entelektüel cambazlıklara kadir olduğunu gösteren ince düşünülmüş yüzlerce uyduruk kavram yığınından başka bir şey olmayan Katolik teolojisine göre, cennetle cehennem arasında, cehennemde ceza çekmesi öngörülmeyen ama cennette tanrıyla birlikte sonsuza dek mutlu olmayı da hak etmemiş ruhların ahirete kadar belirsiz bir bekleyiş içinde oldukları Limbo denen bir ara mekan vardır. Limbo kavramı, İslam’ın ‘Araf’ kavramına biraz benzer. Tevrat’ta ismi geçen azizler İsa’yı önceledikleri için İsa’yla buluşuncaya kadar Limbo’da beklerler. Akıl hastaları da “Limbo’luk” kategoridedirler. Ama sayıları itibarıyla esas olarak, doğarken ölen veya vaftiz edilemeden önce ölen bebekler bu kategoridedir. Kutsal suyla vaftiz edilemedikleri için Adem’le Havva’nın cennetten kovulmalarına neden olan günahtan, yani ilk günahtan arındırılamamışlardır, ama bu dünyada da hiç günah işlememişlerdir. Limbo’da beklerler. Daha doğrusu 2006 yılına kadar beklediler. Papa Ratzinger 2006’da Limbo’da iki bin yıldır bekleyip duran milyonlarca ölü bebeğe ve yine bundan sonra vaftiz edilemeden önce ölecek milyonlarca bebeğe kıyak yapıp bir imzayla Limbo’nun kapısını açtı, hepsini cennete gönderdi. Böylece Katoliklik yüzlerce yıl az gidip uz gidip bir arpa boyu yol gittikten sonra bebeklerin cennete gitmesi konusunda, baştan beri ölen bebekleri otomatikman cennete yollayan kurnaz İslam’la uzlaştı. Tabii bu kıyak, kafası bu tür üfürüklerle doldurulmuş dini bütün Hristiyanları büyük bir azaptan kurtarmakla kalmadı, aynı zamanda Papa’nın İslam’a küçük bir siyasi jesti olarak da görüldü. Limbo deyimi Hristiyan kültürlerde, günlük yaşamda, hem geçici bir mekanı veya durumu anlatmak, hem de bir belirsizliği ifade etmek için kullanılır. İslamcı dinbazların toplum mühendisliğine giriştiği Türkiye için de Hristiyanlıktan gelen bu deyimi kullanmakta bir sakınca yoktur, değişik dinlerin dinbazlarını yakınlaştırır.

Sadede gelirsek, 16 Nisan’da dayatılan kağıt şu anda Limbo’dadır. Kağıdın akıbeti şimdilik budur. Onu Limbo’dan alıp hak ettiği yere, huzur içinde yanması için cehenneme göndermek görevimizdir. Esasında bu kağıdın daha baştan doğrudan cehenneme gitmesi gerekirdi. Bu kağıt Limbo’da durdukça bütün bir toplumu da Limbo’da tutuyor.

§.1. Kağıt Limbo’dadır: Şu anda, meşru, gayriresmi ama gerçek bir sonuç, ‘HAYIR’ sonucu var, bir de sandık öncesi büyük suçlar işlenerek, sandık günü de oylamaya hile, hurda, fesat karıştırılarak, halkın iradesi gasp edilerek imal edilmiş gayrimeşru, resmi ama sahte bir sonuç, ‘EVET’ sonucu var.

§.2. Limbo’da duran kağıt, sadece orada durduğu için bile, bütün bir toplumun siyasi yaşamını da Limbo’nun içine sokuyor. Limbo, ikili bir durum var demektir. Bu ikili durum ülkeyi büyük ve sürekli bir gerginlik halinde tutuyor. Bu gerginliğin azalması mümkün değildir. Kamu vicdanında açılan içi cerahat dolu büyük ve derin yaranın üstü suçlular tarafından öylece pis bir bezle örtülmüş durumdadır… İyice mikrop kapacak olan bu yaranın kendiliğinden kapanması ve unutulması imkansızdır. Eğer suçlular bu yaranın zamanla kapanacağını ve unutulacağını sanıyorlarsa feci aldanıyorlar. Bu nafile unutturma çabası ne kadar uzun sürerse sonundaki cerahat patlaması da o kadar büyük olacaktır.

§.3. Tekrar vurgulayalım: Bu ikili durum, bir yandan hukuk içinde kazanılmış, meşru, gayriresmi sonuçla, diğer yandan hukuk dışı alınmış, gayrimeşru, resmi sonucun yarattığı bu gergin ve dinamik ortam, ülke siyasetini allak bullak etmekle kalmıyor, siyasi ortamı çürütüyor. Bu karışık sürecin birkaç belirgin noktasına değinelim:

1. İkili durum, oylamaya giden süreçte spontane doğan “derinden taban” hareketini öldürmüştür.

Geçen yazımızda ‘HAYIR’ oyuna giden süreçte, Türkiye’de, Batı politik literatüründe “grassroots movement” denen türden bir hareketin oluştuğunu ve bu hareketin genel özelliklerini yazmıştık. Hatırlatalım:

Bir “derinden taban” hareketinde çeşitli sınıflardan insanlar, şu veya bu partinin tabanını oluşturan insanlar, apolitikler, aynı otobüse binmeyi bile reddetmesi gereken insanlar, normal koşullarda birbirlerini boğazlamak dışında rasyonel ilişkileri olamayacak insanlar, birbirinden bağımsız çalışırlar. Ortak bir kaygıdan doğan ortak bir hedefleri olan değil, irili ufaklı bin bir türlü farklı kaygıdan doğan tek tek hedefleri tarihin ilginç bir konjonktüründe aynı düşmüş insanlardan oluşur. “Derinden taban” hareketinin plana, programa dayalı bir gelecek tasarımı yoktur. Her bir bileşen önüne koyduğu hedefe ulaştıktan sonra diğer bir bileşenden farklı bir şey yapacağını düşünür. Esasında ne yapacağını da tam kestiremez. İki ayrı bileşenin hedef sonrası tasarımı birbirine benzemez. Bir “derinden taban” hareketinin geleceği yoktur, bir cephe hareketine dönüşür, buna uygun olarak ayrışırsa ve emekten yana güçler hegemonyayı ele geçirirse iktidara yürür, yoksa ölür.

Bu çerçevede, “derinden taban” hareketinin zaten plana, programa dayalı bir gelecek tasarımı olamayan bileşenleri, bu kağıda bugün aynı anda hem ölmüş, hem de ölmemiş gibi davrandıkları için, ‘HAYIR’ kampanyasının bırakalım bir cephe hareketine dönüşmesi, hayatta kalması bile söz konusu olamazdı, olamadı. Bileşenler bundan sonra tek tek nasıl ve ne için mücadele ederlerse etsinler, “derinden taban” hareketi şeklinde bir araya gelinebilir bir mücadele mümkün değildir. Hareket ölmüştür.

2. Açık mekanların hukuka ve demokrasiye kapalı tutulması, hukuka ve demokrasiye açık herhangi bir kapalı mekanının da kalmaması yüzünden çaresizliğe düşen ‘HAYIR’cı siyasi partiler ve oluşumlar, ikili durumdan boş hayal ticaretinden başka bir çıkış yolu bulamıyorlar.

Akşener gibi deneyimli olması gereken bir politikacı bile, bırakalım ‘HAYIR’ cephesini, bir ‘HAYIR” partisinin kurulduğundan bahsedebiliyor. Kılıçdaroğlu ise cepte keklik gördüğü CHP’li ‘HAYIR’cıları, başka nedenlerle ‘HAYIR’ diyenlerle ve ‘EVET’çilerle takviye ederse Erdoğan’ın sandıkla gidebileceğini düşleyebiliyor. Sivas katliamının 1 numaralı sanığı ve provokatörü, adalet kaçkını yobaz Temel Karamollaoğlu’yla koklaşmakta, ondan plaket almakta, birlikte Erbakan’ın “ruhunu şad etmekte” bir sakınca görmüyor. Alevi örgütlerinin büyük ve haklı tepkisine hiç aldırmıyor.

Kılıçdaroğlu, ‘HAYIR’ kampanyası yürütmüş siyasi partiler içinde ilk önce, parlamento dışındaki en “büyük” muhalefet partisi olan Saadet Partisi’ni ziyaret etti. Öyle ya, ‘HAYIR’ oyu verilmesini isteyenlerden milletvekili seçimlerinde hepsinin toplam oy oranı %1’i bulamayan minicik partiler yerine, tek başına aslan gibi 325.877 oy alarak %0,68 oy oranına ulaşmış Saadet Partisi’ne öncelik vermeden olmazdı. Ardından, etrafa boş boş bakınıp durduktan sonra, adalet yerini bulsun diye, miniklerden de birini, yine milletvekili seçimlerinde aldığı 69.328 oyla %0,14 oranına ulaşmış Demokrat Parti’yi ziyaret etti. Bu son ziyaretiyle, aynı seçimlerde 119.565 oy alıp %0,25 oranına dayanmış ordusuz general Perinçek’e epey ayıp etti. Nedense HDP’yi ziyaret etmek aklına gelmedi.

Öte yandan Kılıçdaroğlu partisine, bir seferberlik halinde yollara düşüp ‘EVET’çileri, hani şu %90’ının “EVET’ oyu attığı kağıdın neyin nesi olduğunu bilmeyen ‘EVET’çileri, ikna etme emrini verdi.

CHP gibi HDP de meclisi terk etmedi, sokakları da doldurmadı. HDP Sözcüsü Osman Baydemir en azından bugün 2019 seçimlerini konuşmak yerine hangi ortak paydalar etrafında buluşulabileceğinin konuşulması gerektiğini belirtti ve “Savaşa hayır demek hepimizin ortak paydası olabilir. Savaşa, OHAL’e, KHK’lere hayır demenin herkesin ortak paydası olabileceğine inanıyorum. Bu ortak paydalarda herkesin kendi kulvarında; hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, insan haklarına odaklanmış bir mücadele hattı oluşturulabileceğine inanıyorum” dedi ve2019 seçimlerini konuşmak, cebir dayatmasına boyun eğmektir, hileye de rıza göstermektir.” vurgusunu yaptı. Kürt illerinde halk oylamasının olağanüstü ağır koşullarda yapıldığı, oy atmanın adeta bir “ateşten gömleğe” dönüştüğü bir ortamda HDP – liderleri, 12 milletvekili, çok sayıda belediye başkanı ve on binlerce yöneticisi ve militanı tutsak olan HDP – halkıyla ve örgütüyle bu dönemin en ağır travmasını yaşıyor. Ama yine de “EVET” sonucunun iptalini ısrarla istemesi, bir şekilde eylem koyması ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurması gerekirdi. Kaldı ki şu anda ülke Limbo’dayken HDP’nin barış sloganı etkisiz kalıyor.

3. Eylem gündeme gelmeyince sivil toplum örgütleri de bir çıkış bulamıyorlar. TMMOB ve TTB yöneticilerinin yanı sıra DİSK ve KESK yöneticileri de CHP Genel Merkezi’nde Kılıçdaroğlu’yla görüştü. Sendika yöneticileri Kılıçdaroğlu’na, haklı olarak, şimdiden Başkan adayı belirlenirse YSK’nın mühürsüz oyların geçerli sayılması kararının meşrulaşacağını söyledi. Kılıçdaroğlu ise onlara, “Adaylar ortaya çıkacaktır, ama bugün birlik ve beraberlik zamanı” dedi, yani sendikacılara, “benim boş hayallerimle oynamayın” demiş oldu.

Türkiye Barolar Birliği (TBB) referandum ile ilgili yaptığı açıklamada “Seçimlerin yargı güvencesinde yapılacağına ve bunun sağlanmasından da YSK’nın sorumlu olacağına dair Anayasa’nın 79. maddesinin içi, maalesef bizzat YSK tarafından boşaltılmıştır” dendi. “Maalesef” sözcüğünü bir kenara bırakırsak, YSK eliyle gerçekleştirilen darbenin hukuksuzluğunu gayet iyi sergileyen bu açıklamanın can alıcı pasajı son pasajıdır: “Üzüntümüz, halk oylamasının sonucuna ilişkin değil, sonucu etkilemeye elverişli açık ve ağır hukuka aykırılıkların görmezden gelinmek istenmesine ilişkindir“. Yani Türkiyede 89 bin avukatın üst örgütü, bu kağıda “ÜZGÜNÜZ AMA EVET” dedi. Türkiye’nin en büyük hukuk örgütü, Feyzioğlu denen yılışığın eliyle bunu derse, bu halk oylamasının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde geçersizliğinin tescil edilmesinin olasılığı nedir?

§.4. İkili durum, ‘HAYIR’ kampanyasının en büyük maddi olanaklara sahip ve en örgütlü bileşeni olan CHP içinde büyük ve aleni bir kriz yaratmıştır. CHP Yönetimi bu krizi Erdoğan’ın tezgahladığını iddia ediyor. Yani Muharrem İnce’nin dediği gibi Saray’ı dış mihraklar karıştırıyor, CHP’yi de Saray karıştırıyor. Birinin bir şey karıştırmasına gerek yok, CHP’de krizi ikili durum yaratıyor.

Mevcut yönetimin parçası olamam…16 Nisan sonrası gerekli adımlar atılmadı” diyen Selin Sayek Böke, CHP Genel Başkan Yardımcılığı ve Parti Sözcülüğü görevlerinden istifa etti.

Bir yandan başta Kılıçdaroğlu olmak üzere CHP yönetimi sokağa çıkılmaması uyarısı yaparken diğer yandan bir çok yerden, hatta Gençlik Kolları Genel Merkezi’nden, sokak eylemi çağrıları geldi. Ve sokağa çıkılmadığı için giderek yoğunlaşan parti içi eleştirileri partiyi ve iradesini bölmeye başladı.

Daha Ocak sonunda Muharrem İnce, dokunulmazlıkların kaldırılması sırasında CHP’nin tutumunu eleştirmiş, “…Ben ‘hayır’ oyu verdim dokunulmazlıkların kaldırılmasına… Böyle bir ortamda, böyle bir iktidar varken, diz çökmüş bir yargı varken, dokunulmazlıkları nasıl kaldırırsın? Bugün HDP’liler içeride. Yarın CHP’liler içeride olacak!” demişti. 19 Nisan’da da Muharrem İnce, “YSK’nın kararı Türkiye’de seçimlerin bir daha adil biçimde yapılamayacağının kanıtıdır…Yaşanan bu süreçlerin mimarının “atı alan Üsküdar’ı geçmiştir” gibi bir söylemde bulunması, oynanan oyunu her yönüyle ortaya çıkarmıştır. 16 Nisan’da gerçekleşen, sözde anayasa değişikliği adı altında, milletin HAYIR iradesine darbedir… Bundan sonra yapılması gereken demokrasi mücadelesine sımsıkı sarılmak ve bu darbeyi savuşturana kadar kesintisiz mücadele etmektir. Kimse bizden haklı olduğumuz ve kazandığımız bir seçimi yok sayıp, oldubittiye boyun eğmemizi bekleyemez. Gerçek ortadadır… Halkımızın iradesi sandıkta bu anayasayı reddetmiştir. Biz de yapılanları reddediyoruz.”, dedi. Hem aleni olarak oynanan bu oyundan sonra CHP’ye sandığa, oya dayalı rüyalar görmemesi ikazını yaptı, hem de yapılanları reddederek kesintisiz mücadele önerdi. Bugün bir kez daha Kılıçdaroğlu’nu devirip CHP başkanlığına gelmeyi deneyecek. Şansı olduğunu sanmıyoruz. Kılıçdaroğlu türünden bir sünepede uzlaşmak CHP’nin fraksiyonlar arası dengenin her durumda korunması felsefesine uygundur.

Fikri Sağlar’a gelince, 110 CHP milletvekilinin dokunulmazlıkların kaldırılmasına karşı net tavır koyduğunu, ‘hayır’ dediğini, anayasaya aykırı olan bu karara karşı 110 imzayla anayasaya mahkemesine gitmek istediklerini, ama bunu önlemek isteyen CHP yönetimi tarafından partiden atılmakla tehdit edildiklerini söyleyen Fikri Sağlar partinin disiplin kuruluna verildi. CHP’den atılıyor. Fikri Sağlar’ın da vurguladığı gibi, dokunulmazlıkların kaldırılmasına verdiği destekle CHP’nin kendisi fiilen parlamentoyu daha o zaman feshetmiştir.

Mayıs’ın ilk haftasında Baykal’ın, Abdullah Gül’ün “HAYIR”ın ortak adayı olarak önerilmesi halinde değerlendirilebileceği yönündeki açıklamalarıyla başlayan tartışmalar CHP’li muhaliflerle genel merkez arasında atışmaya dönüştü. Genel merkez ile muhalifler arasındaki görüş ayrılığının en temel nedeni “Genel Başkan mı Cumhurbaşkanı adayı olmalı, yoksa ‘HAYIR’ cephesi partili olmayan ortak bir aday mı çıkarmalı?” sorusuydu. Acayip bir durum, Erdoğan neyle uğraşıyor, bunlar neyle uğraşıyor… CHP yönetimi önümüzdeki dönemde toplumu, ‘HAYIR’ oyu veren kesimleri bir arada tutma hayaliyle oyalayacağa benziyor. Partideki çatlakları da “kurultayla” yapıştırmaya çalışacak…

§.5. İkili durum, iktidar hırsının ve el koydukları devlet olanaklarının insanlığın izini bile yok ettiği AKP camiasında, gelecek korkusunun beslediği, örgüt aleyhine sessiz ama içten çürütücü bir kriz yaratmıştır. Çünkü çuvala sığması bu sefer imkansız mızrak, uzun süredir hukuk dışı politikalar yürüten AKP’yi, artık bir mafya örgütüne, kolektif bir suç örgütüne, yani geleceği her gün biraz daha belirsizleşen bir güruha dönüştürmüştür. Erdoğan dış dünyada kendi türündeki liderler arasında da prestij ve kredi kaybediyor. O liderler için Erdoğan’ın topluma dayattığı hukuk dışı, anti-demokratik rejim hiç sorun değildir. Sorun 16 Nisan dayatmasında görüldüğü gibi alenen sergilediği kabalıktır, beceriksizliktir. Mafya tipi örgütlenmelerde beceriksizlik ağır kusurdur. Yani Erdoğan’ın bu ülkelerde de manevra alanı daralmakta, eli zayıflamaktadır. Ciddi bir ekonomik krizde bütün dünya gibi onlar da Erdoğan’ı sadece seyredecektir. Erdoğan’ın Orta Doğu batağındaki acınası durumunu bir kenara koysak bile 16 Nisan’da sağır sultanın bile duyduğu devasa suç, bu suçun cezasının ne olabileceğini hisseden AKP kadrolarını tedirgin ediyor. ‘HAYIR’ın kazandığını çok iyi biliyorlar ve kağıdın Limbo’da olduğunu da çok iyi biliyorlar.

§.6. Ufukları düzen içindeki işlevleriyle sınırlı, beyinleri sınıfsallıklarıyla şartlanmış bütün burjuva politikacılar ikili durum yokmuş gibi davranıyor. “Yol haritalarından”, “2019 hedeflerinden”, “kurultaylardan” filan bahsediyorlar. Bütün bunlar bir öne doğru kaçış’tır (Fransızların deyimiyle fuite en avant). Yani bugünün nesnel sorunlarıyla uğraşmaktan kaçmak için uğraşılması ileride gereken sorunları bugüne getirmek… Bugünkü ikili durum gün gibi ortadayken, rejimin bu ikili durumu doğuran suçları taptazeyken, bundan önceki belediye seçimlerinde ve milletvekili seçimlerinde hile yapıldığı biliniyorken, bundan sonraki seçimlerde bugüne kadar işlenen suçlar veya benzeri suçlar işlenmeyecekmiş gibi hayaller görüyorlar ve halkın da bu hayallere kapılmasını istiyorlar. Sanki bugünkü ikili durum yokmuşçasına rutin politikaya devam etmek istiyorlar. “Yaşam devam ediyor” gibi uyuz bir gerekçenin arkasına saklanıp halk oylamasının iptalini gündemden düşürmek istiyorlar. Oysa, halk oylamasının iptaline kadar yaşam devam edemez, ya da devam eden şey yaşam değildir. Sanal bir bilgisayar oyunu gibi bir şeydir.

§.7. Buradan devrimciler, solcular, sosyalistler için ilkesel politik hat önerimize geliyoruz.

1. Bu oylama iptal edilmelidir. Yaygınlaştıracağımız, bilince çıkaracağımız talebimiz budur. Ancak biliyoruz ki Erdoğan bu oylamayı asla iptal etmeyecektir. CHP gelecek hafta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) resmen başvuracaktır. Ama daha başvuruyu yapmadan sözcüleri AİHM içtihatlarının bu başvurunun aleyhine olduğunu beyan etmiştir. Yani AİHM’ye başvuruyu reddetmesi için ipucu veriyorlar. AİHM başvuruyu reddeder, kabul eder, size ne? Reddetmesi için gerekçe bulmasını kolaylaştırmak sizin mi işiniz? CHP’nin, Türkiye’nin ülkesi, milleti ve Erdoğan’ıyla bölünmez bütünlüğüne inancı sonsuzdur. Halk oylamasının hukuksuzluğunu gözler önüne seren Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) raporu yüzünden ve toplumun ve kendi iç muhalefetinin baskısıyla CHP’nin istemeye istemeye de olsa AİHM’ne başvurmaktan başka çaresi yoktu. Şimdi başvurusunun reddedilmesini umuyor.

Zaten YSK eliyle gerçekleştirilen Erdoğan darbesinden sadece bir hafta sonra, Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nde, Türkiye’nin “siyasi denetim-izleme” sürecine alınması için yapılan oylamada başta Deniz Baykal olmak üzere CHP milletvekilleri, CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel, İlhan Kesici, Haluk Koç, Gülsüm Bilgehan, AKP milletvekilleriyle birlikte, karşı oy kullandılar. “Türkiye’de demokrasi, hukuk ve insan hakları yoktur” diyen bir rapora ‘Hayır’ dediler. CHP milletvekilleri AKP’liler gibi rapora bir bütün olarak ‘Hayır’ dedi. Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nin “Güneydoğu’daki Kürt siyasetçilerin, belediye başkanlarının gözaltına alınmasına, yerlerine kayyım atanmasına yönelik endişelerine” katılmadılar.“Gözaltındaki belediye başkanlarını serbest bırakma ve Güneydoğu’daki yerel demokrasiyi restore etme” çağrısına da katılmadılar. Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nin Venedik Komisyonu’nun görüşlerini hatırlatarak, “tutuklu milletvekillerinin serbest bırakılması ve dokunulmazlıklarının yeniden verilmesi” çağrısına da katılmadılar. Bu kadar da değil. KHK’lerle binlerce insanın işten atılmasını, gözaltına alınmasını onaylamış oldular. Bağımsız yargının yok edildiğini inkar etmiş oldular. Türkiye’nin basın ve ifade özgürlüğü konusunda dünyada 163’üncü, Avrupa’da ise 42’inci ve son sırada yer aldığını (Freedom House “Basın Özgürlüğü 2017” raporu) inkar etmiş oldular. OHAL altında çok sayıda medya kurumunun kapatıldığını, binlerce gazeteci ve medya mensubunun işlerini kaybettiğini ve çoğuna ülkeden çıkış yasağı getirildiğini inkar etmiş oldular. Türkiye’nin Aralık 2016 itibarıyla en az 81 gazeteciyi hapiste tuttuğunu ve bu sayının dünyadaki en yüksek sayı olduğunu inkar etmiş oldular (Gazetecileri Koruma Komitesi- CPJ). Erdoğan’ın ayrıca interneti baskı altında tutarken, sosyal medyaya kısıtlamalar getirdiğini ve eleştirel görülen websitelerinin engellediğini, ya da kapatılması talimatını verdiğini inkar etmiş oldular.

Rapora Türkiye’den sadece HDP’li Filiz Kerestecioğlu ve Ertuğrul Kürkçü destek verdi, Alçaklara karşı Türkiyeli toplumun onurunu temsil ettiler.

Türkiye’de yargı yok olmuştur, adalet örgütü bugün adaletin önündeki en büyük ve en tehlikeli engeldir. Kılıçdaroğlu, Danimarka’nın Ankara Büyükelçisi Svend Olling’le 14 Mayıs’taki görüşmesinde, “referandumun ardından yargı bağımsızlığını zedeleyecek düzenlemelerin gerçekleşeceğine” dikkat çekmiş. Kılıçdaroğlu’nun “yargı bağımsızlığına yönelik kaygıları” artıyormuş. Kara mizah gibi bir şey. Halk oylamasını iptal ettirmek için Türkiye’de bir mahkeme bulamayıp Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvuran CHP’nin Türkiye’deki tüm hak ihlallerinin tek tek yazıldığı bir Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi raporuna AKP ile birlikte “Hayır” demesi çok acınası bir çelişki değil midir?

Küçük bir parantez açalım. Kılıçdaroğlu hakkında iki farklı teori vardır. Bir teoriye göre bir ana muhalefet lideri için aşırı yetersiz bir zekaya sahip olduğu için saçmalıyor, kendisiyle de çelişip duruyor; diğer teoriye göre ise aşırı bir zekaya sahip olduğu için her kritik anda Erdoğan’ın iktidarını olağanüstü ustaca manevralarla koruyor. Bizce, fizikte bütün gözlemlerin birbiriyle uyumlu olabilmesi için ışığın hem partikül olarak hem de dalga olarak kabul edilmesi gibi, bu iki teori de aynı zamanda doğrudur. Örneğin “Türkiye’nin çıkarları AKP’nin çok ötesindedir” gibi hem anlamsız, hem de derin anlam yüklü laflar edebiliyor. Parantezi kapıyoruz.

Her şeye rağmen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Türkiye’deki halk oylaması sonucunun hukuksuzluğuna karar verebilir. Ama böyle bir kararı değil Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Samanyolu Galaksisi’nin Yüce Divanı verse bile Erdoğan oylamayı iptal etmez. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararına uymamak Türkiye’nin bütün Avrupa kurumlarından atılması sonucunu doğursa bile iptal etmez. Çünkü Erdoğan karşısındaki toplumsal güçlerin hiçbir zaman alamayacağı bir riski almış durumda: “Ya ben iktidardayım, ya da kahrolsun Türkiye” diyor.

O zaman bize sadece sokaklar kalıyor ve mücadele yöntemi olarak da sivil itaatsizlik… GEZİ, örneğin dünyaca ünlü “duran adam” gibi, bir çok eylem türü yarattı. Eylem biçimleri ve araçlarında tek sınır bizim hayal gücümüzdür, yaratıcılık kapasitemizdir. Sivil itaatsizlik üzerine ciddi kafa yormamız gerekiyor. Bu sivil itaatsizliği, silahsız ve şiddete dayalı olmayan, bu kağıdın iptaline kadar sürecek bir “şehir gerillası” olarak düşünebiliriz.

2. Yeni bir halk oylaması yapılamaz. Halk oylamasının iptali olasılığının, kamuoyunda yeni bir halk oylaması talebiyle güçlendirileceği düşünülemez. Yeni bir oylamayı Erdoğan dahi istese buna karşı olmalıyız. Çünkü bu kağıdın oylanıyor olması bile hukuka ve demokrasiye aykırıydı. Ayrıca sahte sonuçtan bu yana geçen süredeki toplumsal mağduriyet ne olacak? Suçlular yargılanmayacak mı? Hırsız evi soyuyor, suç işliyor, sonra yakalanıyor, “hadi bir daha aynı eve gel ve soymaya çalış bakalım, bu sefer soydurtmayız” diyerek onu bırakıyoruz. Bütün vurgu 16 Nisan halk oylamasının iptali üzerine yapılmalıdır. Bu vurguyla bundan böyle, ‘HAYIR’ oyu %49 veya %51 idi şeklinde rakamlarla konuşmamak gerekir. Tahminler %53 ile %57 arasında değişiyor, ama bu önemli değil. Meşruiyetin bir yüzdesi yoktur. Diyelim o gece YSK’da mühürsüz oylar mühürlenip delil olarak yok edilmeseydi, ülkenin tümünde oylar tek tek sayılabilseydi ve ‘HAYIR’ oyu %60 çıksaydı bu sonuç hâlâ meşru bir sonuç olmayacaktı. Aylarca süren baskı, tehdit, şiddet ve zorbalığın karşılığı kaç ‘HAYIR’ oyudur? AKP’nin tüm devlet olanaklarını ‘EVET’ oyu için pervasızca seferber etmesinin ‘HAYIR’ oyu olarak karşılığı nedir? Algı operasyonlarının, yalaka medyanın yalanlarının karşılığı kaç oydur? Bunlar gibi daha bir çok soru yanıtlanmadan bir rakam verilemez. Ama bir şey kesin ve sadece bunu söylemek gereklidir ve yeterlidir: Biz kazandık. Nokta.

3. Bundan böyle Erdoğan gidene kadar Türkiye’de her seçim anlamsızdır. Seçimlerin anlamsız, göstermelik, hileye ve hırsızlığa dayalı olduğu çok net bir biçimde ortaya çıkmıştır. Erdoğan’ın eylemle değil sandıkla gideceğine artık ancak Kılıçdaroğlu gibiler inanabilir. Yığın eylemlerinin olmadığı ve sivil itaatsizliğin yaygınlaşmadığı bir ortamda Başkanlık seçimini, gerekirse aynen halk oylamasındaki yöntemlerle, Erdoğan’ın kazanmayacağını düşünmek saflıktır. ‘HAYIR’ diyen partiler hâlâ sorunun Erdoğan’a karşı mutabık kalacakları adayın kalitesiyle ilgili olduğu düşüncesini yayıyorlar. Milletvekili seçimleri için de durum aynıdır. Parlamento likide edilmiştir ve milletvekili seçimleri anlamsızlaşmıştır. Daha bugünden CHP’nin meclisi terk etmesi gerekir, ama herhalde milletvekilleri maaşlarından, lojmanlarından ve kendilerine verilen bir sürü ballı kıyaktan vazgeçemiyorlar. Belediye seçimlerinde de durum budur. Erdoğan’ı ve AKP’yi yaratan maddi güç İstanbul ve Ankara belediyeleridir. Para onlara esasında bu iki şehirden rant olarak ve ihale havuzundan akmıştır. Erdoğan’ın İstanbul ve Ankara Belediye Başkanlıklarını adil bir sandıkla bırakacağını düşünmek saflıktan da öte tam bir geri zekalılıktır. Bu durumda şimdiden sivil itaatsizlikle her türlü seçimi boykot fikri birlikte yaygınlaştırılmalıdır. Örgütlenme yerel halk meclisleri şeklinde olabilir. Daha esnek biçimler alabilir. Bütün bunlar tartışılmalıdır.

***

Kağıt Limbo’da dururken ve toplumu da kendisiyle beraber Limbo’da tutarken, 2019’dan, 2018’den, “erken seçimden”, “yol haritasından” vb. bahsetmek ‘HAYIR’ oyu veren ancak oyları ve oylarıyla birlikte iradeleri göz göre göre çalınan milyonlarca insana hakarettir ve milyonlarca insanı moralsizliğe, karamsarlığa, çaresizliğe sürüklemektedir. Erdoğan’ın bu yıl içinde düşmesi için sivil itaatsizlik eylemleri bir an önce başlamalı ve yaygınlaşmalıdır.

Coşkun ADALI, 19 Mayıs 2017