[Bu makaleyi pdf formatında indirmek için: O gece dusecekti – Coskun Adali 16 Mayis 2017 ]

Tarihin nadiren de olsa olağanüstü bir hızda aktığı, dakikalar içinde yaşandığı anlar vardır. İşte toplumsal güçleri keskin bir biçimde karşı karşıya getiren bu kısacık anlar olağanüstü çapta insanlarla buluşursa toplum ileriye doğru müthiş bir adım atabilir, çapsız adamlarla buluşursa toplum geriye kayabilir.

§.1. İşte 16 Nisan gecesi saat 22.45 ile 22:53 arasındaki sekiz dakika Türkiye için tarihin olağanüstü hızda aktığı, deyim yerindeyse tarihin maddesinin olağanüstü bir yoğunluğa ulaştığı sekiz dakikaydı. Ne yazık ki tarihin bu mikro anı çapsız bir insanla buluştu. Sümsüklüğü, sünepeliği, korkaklığı, Türkiye’nin son yirmi yıldır içinden geçtiği tarihsel dönemi hâlâ anlamazlıktan gelmesi nedeniyle çapsız sıfatını hak eden bu insan, savmaya çalıştığı o sekiz dakikanın nasıl bir an olduğunu yüreğinde hissedemezdi. Doğal refleksine teslim oldu, yine yurttaşı değil devleti “korumak” adına Erdoğan’ı korudu, kolladı ve kurtardı.

§.2. Burada bir parantez açalım: “CHP bir burjuva partisidir, başka ne bekliyoruz ki?” demek yetmiyor. CHP önemli bir güçtür, burjuva muhalefetin en büyük gücüdür. En fazla maddi olanaklara sahip gücüdür ve geniş bir toplumsal tabanı vardır. Her an ve her fırsatta, tekrar tekrar, bu partinin toplumsal ilerlemeyi engelleyen politikaları teşhir edilmelidir, emekçi yığınlar başta tüm toplum bu partinin etkisinden olabildiğince kurtarılmalıdır. Pratik farklı olacaktır, ama bugüne kadar yaşanan tarihsel deneyimlerden süzülen teorik süreci gözden kaçırmamamız, hatta bu genel teorik süreci bilincimize içermemiz gerekir: Tek bir devrim olacaktır, çağımızda o devrimin aşamaları yoktur. İleri demokratik bir devrim gerçekleşecektir. Bu devrimi bir cephe gerçekleştirir. Bu devrimle birlikte sosyalizme doğru kesintisiz bir süreç başlar. Cephenin bileşenleri arasındaki güçler dengesi, her bileşenin devrim anındaki niceliksel ve niteliksel gücüne, devrimle başlayan süreç içinde izleyeceği politikaların sonuçlarına bağlı olarak değişir. İşçi sınıfı ve diğer emekçi kesimler doğru politikalarla ve örgütlenmeyle cephenin hegemonyasını ele geçirirse bu kesintisiz süreç sosyalizme doğru evrilir, süreç sosyalizme doğru evrilirken cephenin bileşenleri arasındaki sınıfsal çelişkiler keskinleşir. İşçi sınıfı güçlendikçe sosyalizme en uzak konumdakilerden başlayarak cephenin bileşenleri birer birer, sırayla cepheden ayrılır ve karşı-devrim cephesine geçer. Burjuvazi, sermayenin çıkarlarını koruyabilecek en son politik seçeneği de desteklemeyi denemeden sınıf iktidarını bırakmaz. Gerilediği sürecin her aşamasında o aşamaya uygun tavizler vererek iktidarını korumaya çalışır. Verdiği tavizlere cephe içinden her zaman alıcı bulur. Bu teorik süreçten olası pratik sürece gelirsek şunu söyleyebiliriz: Türkiye’de ileri demokratik devrimi sosyalizme açabilmek için, sürecin açınımını hiç durmadan genişletmek gerekir. Açınımın genişlemesi, cephenin daralması demektir. Önce CHP cepheyi terk etmek zorunda bırakılacaktır, o gün var olacak diğer cephe bileşenleri de sırayla aynı yola girdikten sonra da, en son olarak, o günün “Yetmez Ama Evet”çileri ayrılacak ve burjuvazinin verdiği son tavizler sayesinde yeni bir dünya yaratmak rüyasıyla karşı-devrim cephesine geçecektir. Devrimci sürecin derinleşmesi karşı-devrim cephesinde “Yetmez Ama Evet”çilerin hegemonyasını güçlendirecektir. Sürecin hedefine varması iktidarın o günkü “Yetmez Ama Evet”çilerden alınmasıyla mümkündür. Elbette bu kesintisiz devrimci sürecin her aşamasında, ileri demokratik devrimin o güne kadar elde ettiği kazanımlar geri devşirilebilir, süreç karşı-devrimle de sonuçlanabilir. Parantezi kapıyoruz.

§.3. Şimdi o sekiz dakikanın ayrıntılı analizine girelim. Sınıfsallığın özünü, toplumsal ilerlemeyle sınıfsal bağı biraz daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir.

Kılıçdaroğlu, 16 Nisan halk oylamasını izleyen saatler içinde CHP parti genel merkezinde yapılan olağanüstü MYK toplantısının hemen ardından aşağıda tek bir sözcük dahi atlamadan verdiğimiz basın açıklamasını yaptı. Bu açıklamayı, geçen yıl 16 Ağustos’ta Erdoğan’ın huzurunda “Zati Alileri” kahramanına topuk selamı vererek yaltaklanan Metin Feyzioğlu gibi davudi bir sesle, ağır ağır, sözcükler arasına 3/4’lük hatta 4/4’lük suslar koyarak dramatik bir şekilde, gayet ciddi bir yüz ifadesiyle yaptı. Açıklama italikledir, tam metin bütün italikle yazılı pasajların arka arkaya eklenmesiyle oluşan metindir. Konuşmaya başlamadan önce basın mensuplarını selamlayıp selamlamadığı anlaşılamıyor.

(1)
Öncelikle şunu ifade edeyim; sandığa giden bütün yurttaşlarıma içten teşekkürlerimi sunuyorum. Bütün konuşmalarımda, ‘Evet’ diyenin de ‘Hayır’ diyenin de başımın üstünde yeri vardır, açıklamasını yapmıştım. Bu bağlamda Anayasa değişikliği konusunda sandığa gidip iradesini beyan eden bütün vatandaşlarıma gerçekten, içten teşekkürlerimi sunuyorum.

Sondaj şirketleri ‘Evet’ diyenlerin %90’ının neye ‘Evet’ dediğini bilmediğini söylerken, geriye kalan %10’un da herhalde bu sistemden palazlananlar olduğu düşünülebilirken, Kılıçdaroğlu ‘Evet’ diyenleri, sanki bir irade beyan etmişler gibi başının üstüne koyuyor. Ayrıca niçin bu ülkede yaşadığı için ülkenin geleceğine müdahale etmesi gerektiğini düşünen insanlara teşekkür ediyor? O insanlar son yüz yıldır ne yaptılarsa yine onu yaptılar. Ayrıca bu halk oylamasına katılanlara özellikle teşekkür ediyorsa, doğru veya yanlış, bu oylamanın bir rezalet olduğunu düşünüp boykot edenlere, özellikle Kürdistan kırsalında yüksek fiziksel risk yüzünden sandığa gidemeyenlere niçin teşekkür etmiyor? Yoksa oralarda ne olup bittiğini görmezlikten mi geliyor?

(2)
Eşit olmayan koşullarda bir referandum gerçekleştirdik. Bunu herkes biliyor zaten. Ama biz de koşullar eşit olmamasına karşın demokrasiye sahip çıkmak için elimizden gelen her türlü çabayı gösterdik, bu çaba derken hukuk zemininde kalarak çabayı gösterdik. ‘Evet’i savunanlar hukukun dışına çıktılar, hukuk kurallarının dışına çıktılar ama biz özenle hukuk kurallarının içinde çaba harcadık, görüşlerimizi bütün vatandaşlarımızla paylaştık.

Bir paragraf önce “içten” teşekkür ettiği ‘EVET’ oyu atan koyunlar da ‘EVET’i savunmuştur. Onlar da “hukukun, hukuk kurallarının dışına” çıkılmasını alkışlamışlardır. “Eşit olmayan koşullarda bir referandum gerçekleştirildiğini bilen herkes”, yani o dediğin “herkes” içinde bu koyunlar da vardır. Bu olağanüstü baskı ve eşitsizlik koşullarına rağmen oynanan oyuna seve seve alet olarak, neye oy attığını bile bilmediği halde sandığa gitmemeyi akıllarından bile geçirmeyerek onlar da “hukukun, hukuk kurallarının dışına” çıkmışlardır. Hatta hukuk, demokrasi, adalet onların umurunda bile değildir. Ayrıca bu koyunların bir kısmı militandır, toplumun bir arada yaşama iradesinin nesnel kaynağı bilinçli bir şekilde on beş yıldır ufalanıp dağıtılırken, bir arada yaşama hayalini yaşatanlar yalvarmaya, bir arada yaşamak istemeyenler militanlaşmaya başlar.

İşin özü şuydu: ‘HAYIR’ kampanyası için hukuki zemininde kalmanın tek yolu, hem böyle bir kağıdın OHAL koşulları altında dayatılmasına usulden ve esastan karşı çıkmak için, hem de bu kağıdın içeriğine karşı çıkmak için ülkenin her yerinde yasal yığın eylemleri koymaktı. Mücadeleyi içi boşalmış, varlığı kağıt üzerinde kalmış kurumlar üzerinden dar formel hukuk çerçevesine hapsetmek, OHAL altında oylamaya giden sürecin ve oylamanın kendisinin siyaseten meşru olduğunu kabullenmekti, hem süreci hem de oylamayı eksik ve çarpık göstermekti. Sanki anayasa diye bir kanun yokmuş gibi davranan Erdoğan toplumsal tartışmanın önünü kestikten ve anayasaya aykırı olarak mecliste açık oylamayla referandum kararı aldıktan sonra, parlamento dışı mücadele mutlak anlamda bir demokrasi ve hukuk gereğiydi.

(3)
Değerli basın mensupları,

Anayasalar birer toplumsal uzlaşma belgesidir. Bunu da yaptığım bütün konuşmalarda ifade ettim. Hepimizin Anayasası olacak, bir grubun, bir partinin, bir ailenin, bir kişinin Anayasası değil. 80 milyonun Anayasası olacak, o nedenle ‘Toplumsal uzlaşma belgesidir Anayasalar’ diyorduk. Bu referandum bir gerçeği ortaya çıkardı, toplumun en az yüzde 51’i, 50’si buna ‘Hayır’ diyor. Dolayısıyla bu Anayasa değişikliği ve onun oluşturduğu bütün Anayasa, bir anlamda bir toplumsal uzlaşma belgesi olma niteliğini büyük ölçüde yitirmiş durumda.

Burada Kılıçdaroğlu basın mensuplarına mektep açıyor, birinci derste anayasanın ne olduğunu, neden böyle olduğunu anlatıyor. Doğru şeyler söylüyor, ama söyledikleri bir ‘anayasa’ ile ilgilidir. Erdoğan’ın topluma dayattığı kağıt anayasa manayasa değildir. Bu kağıdı neden dayattığı bellidir. Birincisi, bugüne kadar işlediği suçlardan ve bundan böyle işlemeyi düşündüğü suçlardan yargılanmanın önünü kapamak, ki bu boş bir umuttur, akıbetini iktidardan indiriliş şekli tayin edemeyecektir, şu veya bu kağıt bir güvence değildir, ikincisi kuvvetler ayrımını ve hukuku resmen de yok ederek kişisel iktidarını kağıt üzerinde de mutlaklaştırmak… Bu nedenlerin arasında “toplumsal uzlaşma” arayışı nereye saklanmış acaba? Hiçbir zaman “toplumsal uzlaşma” aramamış olan Erdoğan bu kez de toplumsal uzlaşma aramadı. Tersine toplumu sokakta birbirini boğazlayana kadar ayrıştırmak istedi. İktidarının temeli adalet, hukuk, demokrasi değil, haksızlık, şiddet ve baskıdır. Kılıçdaroğlu’nun çarpık mantığına göre, şiddet ortamında, şiddet araçlarıyla dayatılan, uzlaşma aramayan ve uzlaşma belgesi niteliğinden bir kaç ışık yılı uzaktaki bu kağıt ancak toplumun yarısı reddedince “toplumsal uzlaşma belgesi olma niteliğini” yitirmiş. Yanlış söyledik, “büyük ölçüde yitirmiş”… Yani hâlâ birazcık da olsa toplumu uzlaştırıyormuş… Peki ya “HAYIR” daha büyük bir hileyle, hurdayla %30 çıksa ne olacaktı ? Herhalde bu kağıt “toplumsal uzlaşma belgesi olma niteliğini” %30 yitirmiş olacaktı.

(4)
Ve daha önemlisi, bu gerçek önümüzde dururken siyaset kurumuna bir görev düşüyor; Anayasayı bir toplumsal uzlaşma belgesi haline dönüştürmek. Bu Türkiye’yi hem içeride, hem dışarıda çok daha güçlü bir devlet konumuna getirir. Bu çağrıyı yapmayı da, bir partinin genel başkanı olarak yapmayı görev addediyorum.

Burada birinci dersin ev ödevini veriyor: Bu kağıttan bir toplumsal uzlaşma belgesi çıkartmak. Siyasetin en önemli aktörü olan Erdoğan bu ödevi galiba hiç sevmeyecek. Bu ödev bir zamanlar değersiz maddeleri altına çevirmeye çalışmış simyacıların hoşuna gidebilir. Hemen ardından, “bir toplumsal uzlaşma belgesi olarak anayasa” hayaliyle başı dönen Kılıçdaroğlu, ağzındaki baklalardan birini çıkarıyor: Neredeyse her ülkede olan cinsten bir anayasa Türkiye’de de olursa, Türk devleti hem içeride hem de dışarıda daha güçlü bir devlet olurmuş… Yani zaten güçlü devletmiş ama böyle bir anayasayla daha da güçlü olurmuş. Ülkede aslan gibi 250 bin polis, 700 bin asker varken bir uzlaşma belgesi devleti içeride nasıl daha güçlü yapar acaba? “Polisi, askeri kastetmiyor, onu demek istemiyor, ‘bir hukuk devleti güçlü bir devlettir’, demek istiyor” şeklindeki bir savunma geçersizdir, çünkü Kılıçdaroğlu “güçlü” demiyor, “daha güçlü” diyor. Yani Türkiye’de güçlü bir hukuk devleti var, uzlaşmacı bir belge bu güçlü hukuk devletini daha da güçlendirecek… Devletin dışarıdaki gücüne gelince, bu konuya girip okuru sinirlendirmek doğru olmaz. Literatürde, uluslararası hukukun en temel yasalarına uymayan, en temel insan haklarını sistematik olarak çiğneyen, terörizmi destekleyen, hatta terörü politik bir araç olarak kullandıkları iddia edilen, barışı tehdit eden devletlere “haydut devlet” (rogue state) deniyor. Türkiye bu kategoriye doğru emin adımlarla yürüyor…

(5)
Değerli basın mensupları,

Hukuk devleti kavramı çok önemli, hukukun üstünlüğü kavramı çok önemli. Parlamentolar yasa yaparlar, o yasalara her vatandaş, her kurum uymak zorundadır. Eğer yasalara uyulmazsa hukukun üstünlüğü ve hukuk devleti kavramı büyük ölçüde yara alır.

Burada ikinci derste Kılıçdaroğlu basın mensuplarına hukukun önemli ilkelerini anlatıyor. Anayasanın ne olduğunu, neden böyle olduğunu açıklıyor. İyi ki Erdoğan ve onu örnek alan AKP örgütü ve devlet kadroları yasalara uyuyor da ülkede hukukun üstünlüğü ve hukuk devleti kavramları yara almıyor.

(6)
Ş
imdi değerli arkadaşlarım, Yüksek Seçim Kurulu’ndan söz etmek isterim; YSK, üzülerek ifade edeyim, bu referandumu tartışmalı hale getirdi. Diyeceksiniz ki nasıl, hangi gerekçeyle ? Çok açık ve net, hiçbir tartışmaya yer vermeyecek şekilde size ilgili yasayı okuyorum: Seçim Kanunu’nun 98’inci maddesi, aynen şöyle söylüyor, ‘Üzerinde ilçe seçim kurulu ve sandık kurulu mührü bulunmayan zarflar geçersiz sayılır.’ Bunu ben söylemiyorum, TBMM’den geçen Seçim Kanunu, ve onu 98. maddesi söylüyor. Bir daha okuyayım: ‘Üzerinde ilçe seçim kurulu ve sandık kurulu mührü bulunmayan zarflar geçersiz sayılır.’ Ama YSK bir karar aldı, bu zarfları geçerli kabul etti, niçin? Yine aynı şekilde, Seçim Kanunu’nun 101’inci maddesi, onu da okuyorum, kanunun ilgili maddesini aynen okuyorum: ‘Arkasında sandık kurulu mührü bulunmayan oy pusulaları geçersizdir.’ Bir daha okuyayım, ‘Arkasında sandık kurulu mührü bulunmayan oy pusulaları geçersizdir.’ YSK toplandı, ‘Bunlar da geçerlidir’ dedi.

Sekiz dakikalık basın açıklamasının neredeyse yarısı bitti, milyonlarca insanın televizyon başında saatlerdir heyecanla, ümitle, büyük olasılıkla ayakta beklediği an yeni geldi. Kritik açıklamaya üzüntüsünü, dikkat edelim öfkesini değil üzüntüsünü, paylaşarak başlayan Kılıçdaroğlu’nun bir çuval inciri berbat ettiği an bu andır. Bu pasaja ince bakmak lazım.

Birincisi, referandum tartışmalı hale gelmiş… Yani bir sonuç var ama tartışmalı. Yani TARTIŞMALI AMA EVET. Kılıçdaroğlu referandumu tartışmalı hale getiren usulsüzlüğü gayet güzel açıklarken ifadesinde çelişkiye düşüyor: ‘Çok açık ve net, hiçbir tartışmaya yer vermeyen’ yasa maddeleri çiğneniyor, ama yasanın çiğnenmesi yine de bir suç oluşturmuyor, sadece tartışma yaratıyor. Başka türlü yorumlanması imkansız yasa, üzerinde tartışılamayacak yasa yine de referandum sonucunu “tartışmalı” hale getirebiliyor. Peki referandumu “tartışmalı” hale kim getiriyor? YSK. Peki Erdoğan’ın bundan haberi var mı? Atlardan Üsküdar’dan bahsettiğine göre var “gibi”… Çok büyük bir suç işleniyor, Kılıçdaroğlu bu suça ‘suç’ değil, ‘tartışmalı hale getirme’ diyor. Üstelik bu suç alenen, herkesin gözü önünde, oy sayımıyla ilgili canlı yayınlar sürerken işleniyor. Bu suç, CHP Genel Başkan Yardımcısı Aksünger YSK merkezinde, “Şu anda devlet eliyle bir ‘EVET’ operasyonu yapılıyor. Bu tamamen bir devlet kıyımıdır. Halk iradesine karşı bir devlet kıyımıdır”, diye bas bas bağırırken, suçun işleniş süreci devam ederken, suç teşkil eden fiile hâlâ müdahale olanağı varken işleniyor. Kılıçdaroğlu üzülüyor. Üzüntüsünden dolayı olsa gerek, bütün gece, sabahlara kadar, milyonlarca mühürsüz oyun damgalanmasını, böylece YSK eliyle delillerin yok edilmesini engellemeyi “akıl edemiyor”.

(7)
YSK’
ya şu soruyu sormak istiyorum, vatandaşlar görevlerini yaptılar, sandığa gittiler, oylarını kullandılar, hiçbir itiraz var mı? Hiçbir itirazımız yok. Vatandaşın oyuna saygı, sonuna kadar saygılıyız, ama hiçbir kurum kendisini parlamentonun üstünde göremez, böyle bir yetkisi de yoktur. Kaldı ki yasa maddesi böyle, bu yasa maddelerine dayanarak çıkardığı genelge de böyle. ‘Bunlar geçersizdir’, diyor. Ama siz oturuyorsunuz, bir kişinin itirazı üzerine, iktidar partisinden birisinin itirazı üzerine bunları geçerli sayıyorsunuz. Neden? Kendinizi parlamentonun üstünde hangi gerekçeyle görüyorsunuz? Ve hangi gerekçeyle yapılan bir referandumu tartışmalı hale getiriyorsunuz?

Peki YSK referandumu niçin “tartışmalı” hale getiriyor? Çünkü “iktidar partisinden birisi” öyle istiyor. Kılıçdaroğlu insanları aptal yerine koyuyor: YSK kendisini parlamentonun ve yasanın üzerinde görüp parlamentonun iradesine ve yasaya karşı bir eylem gerçekleştiriyorsa bunun adı suç değil midir? “Kendinizi parlamentonun üstünde hangi gerekçeyle görüyorsunuz?” derken Kılıçdaroğlu YSK’ya, “Hangi gerekçeyle suç işlediniz?” gibi saçma bir soru yöneltmiş oluyor. Bu soru iki kat saçma, çünkü yanıtı bir önceki sorusunda var: İktidar partisinden birisinin itirazı üzerine bunları geçerli sayıyorsunuz. Neden?” diye kendisi soruyor. Çok uzak ihtimal de olsa, acaba bu suçu, YSK’nın aslan yürekli başkanı kendi inisiyatifiyle değil de YSK’ya tehditli bir emir gönderen Erdoğan’ın işlemiş olması gibi bir durum söz konusu olabilir mi? Bu basın açıklamasından kısa bir süre önce Muharrem İnce’nin YSK’ya gidip YSK Başkanı’na “Tehdit mi edildiniz, zengin mi edildiniz?” diye sorduğundan Kılıçdaroğlu’nun haberi olmamış galiba, yoksa YSK’ya “Niçin suç işlediniz?” diye sorar mıydı? Kılıçdaroğlu bu referandumun tartışmalı hale geldiğinde ısrarlı, çünkü hâlâ saf saf YSK’ya “Hangi gerekçeyle yapılan bir referandumu tartışmalı hale getiriyorsunuz?” diye soruyor. Yine de bu soru insanın aklına “Erdoğan ‘Evet’ oyunun kazanmasını istemiş olabilir mi?” gibi bir kuşku sokuyor.

(8)
Maç yapılırken, maçın ortasında kural değişmez arkadaşlar. Evrensel bir kuraldır bu. YSK, maçın ortasında, üstelik zarflar açıldıktan sonra kuralları değiştiriyor, ve üstelik yasalara aykırı olarak kuralları değiştiriyor. Bunu doğru bulmuyoruz, asla kabul etmiyoruz. Milletin kararına saygılıyız, ama milletin kararına YSK gölge düşürmüştür. Hukuksal açıdan da, kamu vicdanı açısından da referandumun meşruiyetini tartışmalı hale getirdiler. Getiren kim? Vatandaş değil. Getiren kim, bir kurum, Yüksek Seçim Kurulu. YSK, seçimin, referandumun güvenliğinden sorumluyken bir referandumu tartışmalı hale getiriyor. Aklın alacağı şey değil. Biz büyük bir milletiz. İçeride ve dışarıda güçlü olmak isteriz. Gücümüzü hukuktan almalıyız, hukukun üstünlüğünden almalıyız. Kurumlar, yasalara uygun olarak hareket etmek zorunda. Yapılan bir yanlış, bir referandumu tartışmalı hale getiriyor. Alınan bir yanlış karar, yasalara aykırı karar, referandumu tartışmalı hale getiriyor. Bunu asla doğru bulmuyoruz ve bunu sonuna kadar takip edeceğiz. Sonuna kadar.

Teşekkür ediyorum değerli basın mensupları. Soru yok efendim, soru yok.

Kılıçdaroğlu açıklamasında asla Erdoğan’ı suçlamıyor, Erdoğan’la YSK arasında dolaylı bir bağ bile kurmuyor. YSK, maçın ortasında, “üstelik zarflar açıldıktan sonra”, kuralları değiştirmiş ve “üstelik yasalara aykırı olarak” değiştirmiş. “Yanlış yapmış”. Kılıçdaroğlu bunu “doğru bulmuyor ve asla kabul etmiyor”. Daha sonraki günlerde Baykal da “Sayım iyi olmadı. Sayım öncesi yarış da iyi olmadı.” şeklinde benzer abuk sabuk bir şeyler söyledi ve Kılıçdaroğlu’yla aynı kumaştan kesildiklerini bir kez daha kanıtladı. Erdoğan da bunlara esasında, “İster doğru bulun ister bulmayın, ister kabul edin ister etmeyin, ne yapacaksınız?” diyor. Bu pasajda Kılıçdaroğlu, suça ‘suç’ demeyen bilinçli yanlış teşhisini, asıl suçluyu özenle saklayarak bir kez daha ve defalarca vurguluyor. Oysa Kılıçdaroğlu’nun dediğinin aksine, milletin kararına “gölge” düşmemiştir, milletin ‘Hayır’ kararı çalınmıştır. Referandumun sonucunun meşruiyeti tartışmalı hale getirilmemiştir, şaibe yoktur. Referandumun sonucu, işlenen bir çok suçun yanında, devasa büyüklükte tarihsel bir suçun ürünüdür. Yine Kılıçdaroğlu’nun dediğinin aksine, ortada yapılmış bir yanlış, alınmış yanlış bir karar yoktur. Son derece bilinçli ve planlı bir şekilde işlenmiş bir suç vardır. Organize bir tezgah vardır. Halkın iradesine kumpas kurulmuştur. Nasıl oluyor da buna Kılıçdaroğlu “aklım almıyor” diyebiliyor? Yargı sistemi kullanılarak yapılan bunca kumpasa rağmen aklı bunu nasıl almıyor? Peki başka türlü soralım, aklı bunu almıyorsa neyi alıyor?

§.4. Sonuç: Kılıçdaroğlu çok büyük ve tarihsel bir suç işlendiğini gözlerden sakladı, bu suçu kimin işlediğini sakladı, halk oylamasının geçersiz olduğunu, iptal edilmesi gerektiğini sakladı, YSK Başkanı ve kumpasa katılan üyelerin yargılanması gerektiğini sakladı. Üzülmekle veya üzülüyor gibi yapmakla yetindi.

§.5. Doğru tavır, CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Selin Sayek Böke’nin 19 Nisan tarihinde MYK toplantısının ardından canlı yayında ifade ettiği görüşüdür :

“Referandumdan ’Evet’ sonucu çıkmamış ve bir anayasa değişikliği gerçekleşmemiştir. 16 Nisan’da yapılan referandum yok hükmündedir. Bu açıkça mühürsüz bir seçim olmuştur. Referandumda her aşamasında her türlü hile ve sahtekarlığa başvurulmuştur. Halkın oyları ile elde edilemeyen sonuç, YSK’nın açtığı yollarla ve bu yolda örgütlenen bir dizi hile ile elde edilmeye çalışılmıştır. Bu referandum şaibeli, tartışmalı bile değildir. Bu referandum açıkça hukuka aykırıdır. Gayri meşrudur ve geçersizdir. Her türlü baskıya rağmen sandığa gitmiş olan milyonlar, hiçbir hile yapmadan, vicdanları ile oy kullanmış olan milyonlar, hile ile oldu bittiye getirilerek onların kullandığı bu değerli oylar çalınmıştır. Çalınmış olan milletin iradesidir. İrademiz gasp edilmiştir. Hileyle, alelacele yapılan balkon konuşmalarıyla algı operasyonu yönetilmektedir. İlan edilen bu referandumun sonucunu tanımıyoruz tanımayacağız da… Bu referandum tekrar edilmelidir. Biz olmayan bir anayasa varmış gibi davranmayacağız. Oldu bittilere boyun eğmeyeceğiz.”

§.6. 5 Mayıs’ta CHP’deki görevlerinden istifa ederken Selin Sayek Böke gerekçelerini kamuoyuna duyurmuş ve aynı duruşu sergilemiştir:

”16 Nisan’da Türkiye’de seçmenlerin en az yüzde 50’si tek adam rejimine karşı çıkmış ancak gayrı-hukuki yollarla bu irade gasp edilmiştir. Cumhuriyet Halk Partisi’ne düşen görev, gayrimeşru olanı meşrulaştırmamak ve ortaya konan bu demokrasi iradesini Türkiye gerçeğine dönüştürmek için halkla birlikte siyasi mücadele vermektir. Referandumun gayrimeşru sonucunu kabullenerek hedefler ve politikalar oluşturmak, demokrasiye ve her şeyden önce demokrasi iradesini ortaya koymuş milyonlara haksızlıktır. Demokrasinin yaşatılabilmesi için Mecliste verilen mücadelenin rejim değişikliğinin yeni koşullarına göre yeniden tarif edilmesinin yanı sıra, Meclis dışında meşru demokratik anayasal hakların kullanımını savunmak, desteklemek ve bu hakların kullanımına ortak olmak CHP’nin görevinin bir parçası olmalıdır. Bu görevin gerekleri partinin karar organlarında ısrarla dile getirilmiş olmasına rağmen, atılması gereken adımlar 16 Nisan gecesinden başlayarak gereken siyasi kararlılık ve netlikle atılmamıştır…”

Bu pasaj önemlidir. Böke, “Meclis dışında meşru demokratik anayasal hakların kullanımını savunmak, desteklemek ve bu hakların kullanımına ortak olmak CHP’nin görevinin bir parçası olmalıdır”, diyor. Bu görüşüne CHP yönetimi kulak asmıyor. Normaldir çünkü CHP’nin misyonu başkadır, Böke’nin ona yüklediği misyon değildir. Böke’nin görüşünün gerçek adresi CHP’nin tabanıdır, CHP’li gençlerdir, CHP’ye oy veren işçilerdir, emekçilerdir.

§.7. Yukarıda, paragraf §.3’te incelediğimiz basın açıklamasının son paragrafına bir an için geri dönelim. Kılıçdaroğlu, “maç yapılırken, maçın ortasında kural değişmez” diyor, doğrudur ama suç işlemenin usulüne ilişkin bir hukuk kuralı da yoktur. Kendisinin “maç” benzetmesini kullanırsak, o gece Kılıçdaroğlu maç biterken bomboş kalenin çizgisi üzerinde duran topu itip gole çevireceğine aldı dışarı attı. Böyle bir pozisyon, böyle bir fırsat bir oyuncunun ayağına hayatta belki bir kez gelir. Kılıçdaroğlu her şeyi berbat etti. O gece, hem de büyük suçun işlenme süreci devam ederken halkı YSK’nın önüne çağırsaydı, iki buçuk milyon geçersiz oya el koyacak gücün YSK’nin önüne yığılmasının önü açılsaydı referandum iptal edilecekti. Ertesi gün her taraftan CHP gençlik kolları basın açıklamasındaki pasifliği eleştirdiğinde Kılıçdaroğlu, halkı sokaklara döküp bir provokasyon ortamı yaratmamak için sakin davrandığını, eleştirisini YSK ile sınırlı tuttuğunu söyledi. Bu bahanenin uydurukluğu sonraki günlerde daha iyi görünür bir hale geldi. Bir bakalım.

§.8. Orhan Bursalı, Kılıçdaroğlu: Referandum gecesi kan dökülebilirdi” başlıklı yazısında (Cumhuriyet, 06 Mayıs 2017), 4 Mayıs’ta yapılan Babıali toplantılarında Kılıçdaroğlu’nun, Zafer Arapkirli’nin “YSK adındaki iktidar güdümündeki kurumun yasaları çiğneyerek veya yasa maddelerini ortadan kaldırarak kararlar alması karşısında, seçim gecesi neden ‘Hayır’ oyu veren kitlelerle YSK kapısına dayanmadınız, pişman mısınız?” şeklindeki sorusu üzerine, “Çok net biliyoruz ki iktidar o gece adamlarını silahlandırmıştı, sopalar dağıtmıştı, duyumlar aldık ve arkadaşlarımızla karar verdik, böyle bir hareket yapsaydık kesin kan dökülecek ve süreç bizim kontrolümüz dışında başka bir mecraya akıtılacaktı… Gençlerin enerjisine gem vurduk biliyoruz, kararımızın doğru veya yanlış olduğuna tarih karar verecek.… Kavga ile sonuç alamayız, bu başka süreçleri tetikleyecektir.” dediğini bildiriyor.

Özrü kabahatinden büyük olan Kılıçdaroğlu herhalde o gece “silahlanın sokağa çıkın” diye tweet atan Cem Küçük’ü kastediyor. Kılıçdaroğlu’na soruyoruz, iktidar o gece birkaç saat içinde kaç kişiye silah dağıtabilirdi ve dağıttı? Ne tip silahlar dağıttı, yoksa silah derken sadece sopaları mı kastediyorsunuz? Bu kadar gazeteci bu güne kadar niçin o gece hazır olan bu faşist milisler hakkında bir şeyler söylemiyor? Kılıçdaroğlu kendini aldatıyor. O gece ve sonraki geceler, Ankara dahil bir çok kentte protesto için halk ayaklandı, artık standartlaşmış polis müdahalelerinin dışında hiçbir yerde herhangi bir faşist milis saldırısı olmadı. Gericiliğin kalelerinden ve “EVET’ oyunun %73’e ulaştığı Konya’da bile o gece protesto eylemleri yapıldı. Kan dökülmedi, çünkü suçunun çapının bilincinde olan Erdoğan’ın eli o gece titriyordu. Bütün bunları bir kenara bırakalım. Kılıçdaroğlu’nun gerekçesi ufkunun ne kadar dar olduğunu gösteriyor. O gece Kılıçdaroğlu, basına hukuk dersleri vereceğine kendisini televizyon başında can kulağıyla dinleyen milyonlara, “İki buçuk milyon oy çalındı, haydi yürüyün YSK önüne” deseydi, yalnız Ankara’da öfkesi burnundan alev alev çıkan milyonlarca insan koşa koşa gelecekti, hiç kimse burnum kanar mı, kanamaz mı diye düşünmeyecekti. İstanbul, İzmir ve tüm diğer kentlerde de milyonlarca insan eyleme geçecekti. Kılıçdaroğlu’nun sözünü ettiği sopalı adamlar, eğer onun hayal gücünün bir ürünü değillerse, bütün Türkiye’de hareket halindeki öfkeli milyonlardan kaçacak delik arayacaktı. Ve Erdoğan o gece düşecekti. O hafta değil, ertesi sabah değil, o gece düşecekti.

§.9. O gece yüz ifadesi tedirgin olan Erdoğan, 15 Temmuz akşamı darbe girişimine karşı halkı sokağa çağırırken bir an bile tereddüt etmedi. Kan dökülecek diye korkmadı. GEZİ’de insanlar aylarca büyük bir şiddete maruz kaldı ama eyleme devam etti. O zaman da Kılıçdaroğlu daha baştan gençlere “evinize dönün” demişti. Erdoğan’la Kılıçdaroğlu arasındaki asimetri çok açık görülüyor. Biri zorbalığa dayalı iktidarını korumanın yolunun ağır ağır yaklaşan iç savaşı önlemekten, iç savaşı önlemenin yolunun da halkı iç savaş tehdidiyle korkutup sindirmekten, iç savaş tehdidini canlı tutmaktan, iç savaş tehdidini canlı tutmanın yolunun da toplumu ayrıştırıp kutuplaştırmaktan, sürekli bir gerginlik halinde umutsuzluk ve çaresizlik içine hapsetmekten geçtiğini biliyor. Öbürü, ülkenin teritoryal bütünlüğünü korumanın, dağılıp giden devletin parçalarını toplamanın yolunun birer birer söndükçe şişirdiği boş hayallerle halkı oyalayarak yatıştırmaktan, öfkesinin gazını almaktan, sanki toplum ayrışmamış, kutuplaşmamış gibi davranmaktan, yani kısacası sanal bir dünya yaratmaktan geçtiğini sanıyor.

§.10. Kılıçdaroğlu “kararımızın doğru veya yanlış olduğuna tarih karar verecek” diyor. İşe “Tarih”i karıştırdığına göre tarihsel çapta bir halt ettiğini biliyor. Ama tarihin o kadar sabrı yoktur, hem de sabretmesini gerektiren bir durum da yoktur. Kararını bugün verdi bile. Korktu, çapını kat be kat aşan bir durumla karşılaştı ve tırstı. Kendini feci şekilde döven boksörün beline sarılıp yalvarmayı sürdürmek onu yolunun sonuna getirdi. Bunun da farkında galiba, çünkü “Kavga ile sonuç alamayız” demiş. Kavgayla sonuç alamıyor, eleştirerek sonuç alamıyor, tartışarak sonuç alamıyor, işbirliği yaparak sonuç alamıyor, yalvararak sonuç alamıyor. Yani sonuç alamıyor nokta… O halde yol bitti.

**

Erdoğan sistemi”nin bir süre daha işleyebilmesi için üç ön koşul vardır: Erdoğan’ın iktidarın asıl mekanı olan sarayında oturup sıfır sorumlulukla sonsuz yetki kullanmaya devam etmesi, Kılıçdaroğlu’nun dokunulmazlıkların kaldırılmasına evet diyerek ve dedirterek içinin hepten boşaltılmasına bizzat katkı yaptığı ve hâlâ meclis sandığı kum havuzunda oynamaya devam etmesi, esir alınan Demirtaş’ın zindanda saz çalmaya ve öykü yazmaya devam etmesi gerekir. Bir de konu mankeni olarak Bahçeli’nin donuk kuyruk yağı sürülmüş suratıyla bir süre daha etrafta dolanması gerekir.

***

O gece düşecekti. Onu Kılıçdaroğlu kurtadı.

Not: Fotoğraflar referandumdan bir hafta sonra, Anayasa Mahkemesinin 55. kuruluş yıldönümü töreninde çekilmiştir.

Coşkun ADALI, 16 Mayıs 2017

Comments are closed.