Tütün savaşı, ağ savaşları ve emek savaşımı

 

SoL’dan Mehmet Bozkurt, daha önce Sakarya Meydan Muharebesine de benzetilen Tekel direnişini, bir tütün savaşı olarak niteliyor. Eğer hükümet, emeğin veya işçi sınıfının davasını politik gündeme yeniden taşıyan Tekel direnişini kırmak için, polisi direniş-mahallesine sokarsa, mücadeleye verilen halk desteği, öngörülemeyecek bir düzeye tırmanabilir. Yani eğer Erdoğan, mağdur ve onurlu insanlara karşı zulmünü bir kere daha cop ile uygulamaya kalkar, orantısız bir güç kullanır ise, Latin Amerika’da patlak veren Su ve Gaz savaşlarının benzeri bir Tütün Savaşı, hükümete ve hatta sisteme karşı ciddi bir başkaldırı şeklinde ete kemiğe bürünebilir.

Güney Amerika’daki ilerici toplumsal dönüşümleri başlatan ve muhalefetin radikalleştiren sürecin bir benzeri, Türkiye’de 2002’den beri yaşanmaktadır. Bolivya’da, 2000-2005 yılları arasında, giderek keskinleşen bir yönetici sınıf-içi çatışma yaşanmış, aynı dönemde su ve gaz hizmetlerinin ulusötesi tekellere devri, Su ve Gaz Savaşları olarak bilinen toplumsal başkaldırıları tetiklemişti. Neticede ABD, bölgenin kontrolü için son derece kritik bir konumda bulunan Bolivya’dan kovuldu. Su ve gaz hizmeti ihalelerini alan tekellerin sözleşmeleri feshedildi. Politik güç, yerli halktan gelen ve koka üreticilerinin lideri olan Evo Morales’in Sosyalizm’e Doğru Hereket’ine (MAS) geçti. Zapatistaların başkaldırması ve Venezuella’da Chavez’in iktidarı ele geçirmesi sonrası bu toplumsal savaşlar, tüm kıtada isyan ateşini yakmış oldular. Bunu Arjantin’deki isyan ve işgal fabrikaları ve Porto Allegre’de toplanan Dünya Sosyal Forumlar’ı izledi. Su ve Gaz Savaşları ile ateşlenen kıvılcımlar böylece Güney Amerika’yı baştan aşağı tutuşturdu. Oralardan havalanan özgürlük bulutları ise yerküreyi kapladı. Bu gelişmeler de, sermayenin küresel hegemonyasını ciddi bir şekilde tehdit etti. Bu anlamda, eğer Erdoğan Hükümeti, gelinen bu aşamada, Tekel işçilerine bir kez daha şiddet uygulamaya kalkar ise, Sakarya’dan başlayıp yurda yayılacak bir toplumsal muharebe, Bolivya’daki Su ve Gaz savaşları benzeri bir Tütün Savaşı vücut bulabilir.

Sakarya caddesi, Ankara ve hatta Türkiye’nin dışına çoktan taşan Tekel direnişi özünde, Su ve Gaz savaşlarından farklı olarak, emek sömürüsüne karşı verilen bir savaşımdır. Bu nedenle Tekel direnişi, hem Türkiye hem de dünyada, işçi sınıfının yükselen sermaye içi çatışmaya müdahale etme gücünün tükenmediğini adeta haykırmaktadır. Bu hareketi daha ileriye taşımak ve yapay gündemlerle önünün kesilmesini engellemek için, Ergenekon davası sürecinden bu yana iyice su yüzüne çıkan egemenler-içi çatışmanın en doğru şekilde okunması gerekmektedir. Türkiye’de yaşanan güç mücadelesinin, uluslararası ve ulusötesi sermaye grupları arasında geçen güç mücadeleleri; yani küresel sermaye-içi çatışma ile bağlantılı olduğunun, hatta bunun ile iç içe geçtiği gerçeğinin altı kalın çizgilerle çizilmelidir.

Son otuz yıl içinde Türkiye’nin Koç ve Sabancı gibi ağır topları, küreselleşme olarak bilinen ve daha yukarıda belirlenip uygulamaya sokulan strateji sayesinde, daha önce görmedikleri miktarda bir sermaye birikimi sağlayabilmişlerdir. Bu gruplar, yereldeki avantajlarını iyi kullanarak önemli yabancı ortaklıklara girmiş ve özelleştirmelerden aslan payını almışlardır. Fakat aynı küreselleşme stratejisinin, kendilerinden sonra yeşeren sermaye gruplarını da nemalandırmasına ve büyütmesine, böylelikle kendileri için, iç piyasada ve devletin kontrolü anlamında, giderek birer tehdide dönüşmelerine göz yummak zorunda kalmışlardır. Her şey, bir bakıma, kapitalist gelişmenin eşitsiz ve bileşik olduğunu söyleyen yasaya uygun olarak gelişmiştir. Lakin, farklı olarak, ilk kez bu süreçte ulusal alan içinde, dış kaynaklı sermaye grupları, ekonomik ve politik olarak aktif birer aktöre dönüşmüştür.

Üretimin ve ticaretin gittikçe ve eşitsiz şekilde uluslararasılaşması ve ulusötesileşmesi, en büyük yerli holdingler dışında kalan yerli sermayeye de, dış piyasalarda yatırım ve birikim yapma şansı vermiştir. Bunun yanında YASED aracılığı ile örgütlenen yabancı sermaye, ağır toplar (TÜSİAD) ve sonradan gelen gruplar (MÜSİAD gibi) ile iç içe geçecek şekilde ve ayrı bir kollektif kimlik oluşturarak, devlet aygıtı üzerine verilen mücadelenin aktif aktörlerinden birisi haline gelmiştir. Özallı yılların ürünü olan holdingler dahil, sonradan belli bir birikim seviyesine ulaşan tüm sermaye grupları bu süreçte dışarıda ‘oynamaya’, dışarıdan ortaklar edinmeye ve gerisin geriye iç piyasada Koç ve Sabancı gibi diğerlerinden pay kapmaya başlarken, YASED de diğer iki grup yerli/uluslararası aktörle de ortaklıkları olan ulusötesi sermayenin kollektif ajanı haline gelmiştir. Böylece, son otuz yıl içinde, ulusal sınırlar içinde oluşan hiyerarşi ile devlet aygıtı üzerinde verilen etkinlik mücadelesine katılan aktörlerin konfigürasyonu niteliksel bir değişim geçirmiştir. Ulusal / yerel sermaye içi mücadele, uluslararası sermayeye karşı verilen yarış üçlü bir yapı içinde, iç içe geçmiştir.

Bu gelişmeye paralel olarak, bir yandan Soros ve meşhur AB fonları eliyle, liberal-laik tarihsel blok, bir ‘sivil toplum ağı’ yaratılmaya çalışılırken; diğer yandan, Mustafa Peköz’ün ana hatlarını başarı ile çizdiği, liberal söylemli İslami bir sivil toplum ağı, aynı süreç içinde -fakat çok daha süratli bir şekilde- örülmüştür. Gladyo’dan, Susurluk’a ve oradan da -arka planını ulusal ve küresel düzlemde gerçekleşen yapısal krizlerin oluşturduğu- Türkiye’nin Ergenekon gölgesinde dönüşüm sürecine böylelikle gelinmiştir. Son kertede ortaya çıkan toplumsal yarılmayı, bir çok sosyalist ve liberal sol düşünürün yaptığı gibi, yalın olarak İslami ve Batıcı Türk sermayesi, veya bunların önderliğindeki iki tarihsel blok arasında geçen bir hegemonya mücadelesinin ürünü olarak görmek yanlış olur. Böyle bir çözümlemeden yola çıkmak bizleri yanlış politik stratejiler üretmeye götürür, götürmektedir. Bu yanlıştan kurtulmak için, uluslararası ilişkiler, ya da daha doğru bir ifade ile ‘birbirine yabancılaşmış toplumlar-arası’ ilişkilerin denkleme katılması gereklidir. Bu denkleme katma işlemi yapılırken, ulus ile devletin birbirine karıştırılmaması, sınıflar-arası toplumsal ve tarihsel ilişkilerin göz ardı edilmemesi gerekir. Bir de farklı ulusal ve toplumsal formasyonlar içinde, aynı anda hem yabancı hem yerli haline gelen aktörlerin de, analize katılmaları gerekmektedir. Türkiye’de bir süredir yaşanan toplumsal dönüşüm ve yarılma öylesine şiddetlenmiş, gündem o kadar boğucu bir hal almıştır ki, bırakın dünyayı, bölgedeki önemli toplumsal gelişmeler bile gözden kaçmaktadır. Türkiye’ye iyice yerleşen, dernekler, vakıflar, ve hatta politik partiler kuran aktörler de, artık dış mihrak olarak düşünülemez.

Türkiye’de, Cumhuriyet’in kuruluş döneminde yaşananlar dışında ilk kez, görev başındaki komutanların sanık olarak ifade vermesi, bir önceki dönemde en üst düzeyde kuvvet komutanlığı yapmış generallerin tutuklanması, ülkede yaşanan siyasal yarılmanın ne kadar derin olduğunu göstermektedir. Özellikle, ordu içindeki ulusalcı-bağımsızlıkçı kanat olarak bilinen Üçüncü Ordu komutanlarının ‘sanık’ olarak çağırılmaları anlamlıdır. Ancak, gerçek bir halk demokrasisine doğru gidişin bir parçası olsa olumlu görülebilecek böyle bir gelişmenin, Çin ve Rusya’nın önünü kesmek için İran’a yapılması planlanan emperyalist bir saldırı iyiden iyiye ciddiye binmişken, yargı çatışmasını açıkça ortaya çıkaracak bir hesaplaşmayla cereyan etmesi, olağanüstü bir duruma işaret etmektedir. Bu olağan üstü durumu, NATO içindeki en büyük ikinci ordunun, acil şekilde ve sorgusuz sualsiz, bir pazarlığa imkan vermeyecek şekilde, emperyal saflara katılması mecburiyetinden ayrı düşünmek mümkün müdür? Yukarıdaki bağlantıyı kurmayan bir çok liberal ve sosyalist, analizlerinde yaşamsal yanlışlar yapmaktadır. Görüntüde Erdoğan İran’a dost eli uzatmaktadır ve ABD ile bölge politikasında ters düşmektedir. Halbuki, çuval askerin başına geçirilmiştir. Çin’i dize getirmek için sermayenin, Türkiye’de ABD’ninki gibi bir orduya ihtiyacı vardır.

Türkiye tarihinde yaşanan her sarsıcı dönüşüm, dünya genelindeki sarsıcı gelişmelere paralel gelişmiştir. Bugün Avrupa Birliği, ABD, Japonya, Çin, Rusya, Brezilya, Hindistan gibi güçler arasındaki ekonomik ve politik ilişkilerin gidişatı, adeta Birinci Dünya Savaşı öncesi sürecin kopyası gibidir. Hemen her gün Kafkaslar, Doğu Avrupa, Ortadoğu, İç Asya, Afrika ve Karayiplerde bir emperyalist meydan okuma meydana gelmektedir. Hal böyle iken, Türkiye’deki ortamı kendi başına değerlendirmek anlamsızdır.

Aralık 2009, Kopenhag’da yapılan iklim değişikliği zirvesi, hem ABD ve AB içinde hem de Batı sermayesi ile arkadan gelen ülke sermayeleri (BRIC) arasında yaşanan şiddetli çelişkileri sergilemiştir. Esasen, bu günlerde Yunanistan, İrlanda, İspanya ve Portekiz üzerinde yaptığı şok etkisi ile, sürekliliğini derinden ilerleyen bir lava gibi hissettiren küresel kriz de, iç içe geçen uluslararası ve ulusötesi sermayeler-arası mücadelenin bir sonucu olarak görülmelidir. Kriz neticesinde, dünyanın en büyük ilk beş yüz şirketi listesinin zirvesinden eksik olmayan bazı devler batmaya terk edilmiştir. Bazıları ise, kasalarına milyarlarca dolar aktarılarak kurtarılmıştır. Görünen odur ki, küresel sermaye kendi içinde bir hiyerarşik yenilenmeye gitmiştir veya gitmeye çalışmaktadır.

Finansal kriz, bir anlamda yükselen doğu sermayesine karşı, Clinton-Soros çizgisi olarak da tanımlanan liberal küresel sermaye ile daha muhafazakar çizgideki küresel sermaye gruplarının büyük stratejilerini (grand strategy) sentezleyebilecek bir politik aktör üretmiştir (aşağıda bu stratejilere daha açık değiniyoruz). Kendisine Nobel Barış Ödülü verildiği gün Obama’nın demokrat partisi, ABD Senatosu’ndan Afganistan işgalinin finansmanı için milyarlarca dolarlık devasa bir bütçeyi geçirmiş, ertesi gün ise dünya barışını tehdit eden iklim değişikliği konusunda çözüme yönelik olarak masaya beş sent bile konamamıştır. Oynanan ilahi bir komedyadır ve Obama bu komedyada, iyilik meleği gibi ortaya çıkan Deccal’den başkası değildir.

Mevcut ABD yönetimi, hem Afganistan, hem Irak, hem de Karayipler’de adeta Bush yönetimini aratmaktadır. Demokrat Obama’nın İran konusunda fikir danıştığı uzmanlardan Sadjapour, Ahmedinejad’ın yakın zamanda verdiği bir demecidoğrularcasına, İsrail üzerinden İran’a bir askeri saldırı düzenlenmesinin kaçınılmaz olduğu sinyalini vermiştir. Bu saldırı ile Çin ve Rusya’nın İran petrolüne erişiminin hedef alınacağı açıktır. Küresel krizden tam bir yıl sonra ortaya, yağmaya ve işgale dayalı faşizan bir küresel yönetişim modeli çıkmıştır. Yakalanan sentez bu olacaktır. Bu da, dünyanın üzerinde sıcak çatışmaya gebe bir ‘çok aktörlü soğuk savaş’ hayaletinin dolaştığını göstermektedir. Yani Batı’lı büyük burjuvazi, istisnasız bir şekilde, her yerde liberal demokrasiyi yedeğe almıştır bile. Böyle bir anda, liberal aydınlarımızın, bireysel hak ve özgürlükleri memlekete AKP ve Gülen Cemaati’nin getireceği fikrini pazarlamaları üzücüdür. Yazık ki benzeri bir hataya, devrimci gelenekten gelen bazı sol grupların düştüğü de görülmektedir. İki hatanın da kaynağında Batı merkezli aktör, eylem ve analizler yatmaktadır.

Halbuki, dünyadaki en büyük sermaye grupları arasında yaşanan şiddetli iç mücadelenin, Türkiye ve onun ‘demokratik’ dönüşümü açısından tek net bir anlamı vardır. Türk devletinin kontrolü ve onun dönüşümünün niteliği üzerinde, ulusal çapta verilecek bir mücadelenin aktörlerinin ve bu aktörlerin stratejilerinin, üst mücadeleye direk olarak bağlı bir şekilde gelişmeye eğilimi olacaktır. Çünkü değindiğimiz gibi şu anda, Türkiye’de yabancı sermaye de, Koç gibi, Sabancı gibi, Yaşar gibi, Ülker gibi, izlenecek iç ve dış politika üzerinde kollektif ve doğrudan bir etkiyi içerden yapabilen bir sermaye unsurudur. TÜSİAD ve MÜSİAD gibi, YASED de, Türkiye’deki en önemli sermaye yapılarından birisi olmuştur. Eğer bu böyle olmasa idi, TÜSİAD’ın yeni başkanı Boyner’in açıklamalarını, Fehmi Koru gibi değerlendirip, devlete bağımlı büyük burjuvazimizin liberalleştiğini düşünebilirdik. Bu başlı başına kutlanacak bir şey olamamakla birlikte, yaşananlar bundan çok farklıdır. Sayılan üç kollektif aktör de, ülkedeki dönüşüme paralel gelişen üçlü bir yarılmaya işaret etmektedir. Fakat medyada ve politik analizlerde YASED’in esamesi bile okunmamaktadır. Yarılma, üç sivil toplum ağı veya üç tarihsel blok arasında yaşanan bir savaşa dönüşmüştür. Bunlar Türk muhafazakar sermayesi / Ergenekon ağı, Türk liberal sermayesi / Soros ağı, ve piyasa İslamcıları / Gülen ağı veya blokları şeklinde katagorize edilebilir.

Fethullah Gülen Cemaati ile Moon tarikati arasında organik benzerlik işimize yarayacak bir göstergedir. Moon tarikatı, yani Hristiyan Bütünleşme Cemaati, Çin ve Rusya sermayelerinin politikalarının uzak Asya’da çevrelenmesi misyonu içinde bir rol oynamaktadır ve benzeri bir rol, Büyük Orta Doğu coğrafyasında Gülen Cemaatine verilmiştir. Cemaatin rolü, Bush yönetimi sırasında hakim olan, muhafazakar küresel sermaye fraksiyonu stratejisinde farklı; Obama-Clinton döneminde, yani küresel kriz sonrasında hakim olan strateji tarafından farklı tanımlanmıştır. En nihayetinde, büyük satranç tahtasında, yapılan bu hamlelerle Rusya ve Çin küresel sermayeleri, soğuk savaş dönemine benzer şekilde kontrol altına alınmak istenmektedir. Bu kez ortada ideolojik bir çekişme olmadığı için, izolasyon gerçekçi bir seçenek değildir. Küresel piyasanın ve iç içe geçmişliğin getirdiği zorunluluklar, ağ savaşları denilebilecek yeni bir fenomeni ortaya çıkartmıştır. Bu sefer gereken şey, demirden bir perde değil, yarı geçirgen bir süzgeçtir.

Son dönemde, küresel düzeyde, Soros ve onun aracılığı ile gelişen sivil toplum ağının, bir çok konuda Moon ve Gülen Cemmatleri ile ve hatta Vatikan ile birlikte hareket ettiği görülmektedir. Bu ağların zaman zaman karşı karşıya geldikleri ve birbirleri üzerinde baskı kurdukları da görülmüştür. Bu anlamda Türkiye içinden yakın bir örnek Boğaziçi Üniversitesi’ne bağlı akademisyenlere Soros desteği ile Gülen Cemaati hakkında hazırlatılan rapor olayı verilebilir. Bu günlerde medya’daki saflaşmanın bir tarafında, bu iki ağa bağlı unsurların (Soros ve Gülen) yakın bir işbirliğine gittiği görülmektedir. Eğer buradan tekrar büyük satranç tahtasına dönecek olursak; liberal sivil toplum ağları eliyle, Doğu Avrupa ve Orta Doğu’daki küçük ülkelerde kadife denilen devrimler örgütlemiştir. Bu sayede bu yerler, liberal Batının piyasalarına kilitlenmeye çalışılmıştır. Bu stratejinin mimarı ve yürütücüsünün liberal küresel sermaye fraksiyonudur. Clinton ailesi ile Soros bu fraksiyonun önemli temsilcilerindendir. Obama dönemine kadar iktidarda kalan ve neocon’lar ile temsil edilen muhafazakar küresel sermaye fraksiyonu ise, işgal ve askeri müdahaleye dayalı bir ‘ulus inşası’ projesini, yumuşak dönüştürme politikasına tercih etmiştir. Esas olarak, Çin ve Rusya’da devleti elinde tutarak küreselleşen sermayeler ile rekabet etmenin yolu, bahsedilen küresel sermaye fraksiyonları için ayrı ayrı bu şekilde özetlenebilir. Karşılaşma küresel düzeyde bir jeopolitik mücadele görünümü alacak şekilde gelişmektedir, fakat Türkiye’de olduğu gibi Batı’lı sermaye, Rusya ve Çin içinde de aktif yerli kollektif aktörlere dönüşmüş ulusötesi bir aktör halindedir. Bu nedenle emperyalistler arası mücadelenin, ulusötesi boyutu da gelişmeleri ciddi şekilde belirlemektedir.

Kendi içinde bir çekişme yaşayan iki Batılı küresel sermaye fraksiyonun, aşmakta zorlandığı engeller, Türkiye’deki gibi köklü bir egemen sınıfın elinde bulunan devlet-toplum yapılarıdır. Daha büyük bir iç pazar, köklü sermaye grupları, sert bir devletçi ideoloji ve güçlü bir ordu barındıran ülkelerdeki direnişlerin kırılabilmesi, bugünkü krizin aşılması ve BRIC sermayesinin disipline sokulması için bir ön koşuldur. Yani Türkiye gibi ülkelerdeki egemen sınıf direnişlerinin tamamen kırılması gerekmektedir. Muhafazakar direnişin ulusalcı görünümlü, asker-sivil bürokrasi merkezli bir ağ çerçevesinde örgütlenmesi bu nedenledir. Türkiye’deki egemenlerin yıllarca etnik ve dini meseleleri kullanarak meşruiyetlerini sağlamış olmaları, böylesi bir yapıyı çözmek için liberal ve İslami toplumsal ağların devreye girmesini adeta zorunlu kılmıştır. Bugün yaşananların, İran İslam devrimi sürecine benzeyen yanları öğreticidir; fakat SSCB’nin varlığı ve piyasa karşıtı ideolojisi o zamanki durumu çok farklılaştırmaktadır. Bugün ortada bir ‘piyasa içi rekabet’ vardır, jeopolitik bir zıtlaşma görünümü de alan şey aslında emperyalist güçler arası yaşanan ulusötesi bir mücadeledir.

Küresel krizin mümessili eşyadaki çelişkidir. Batılı küresel sermaye altyapısına uymayan bir devletler sisteminin varlığıdır. Çelişki ordadır ki, bu sistem olmadan sermaye yayılamazdı ve de gelişemezdi, yani yoğunlaşamaz ve merkezileşemezdi. Fakat başat sermaye geliştikçe, kendi rakiplerini de büyütür ve sonunda kriz yaratır. Krizin aşılması için bir onarma ve dengeleme gereklidir. Güçlü daha da güçlenir, aynı bizim askeri darbelerde olduğu gibi. Neticede, Türkiye ve benzeri devlet-toplum yapısına sahip ülkelerin, kendi içinde de çelişkili olan Batı küresel sermayesinin çıkarlarına göre bir dönüşüme uğraması gerekmektedir. Fakat on yıllardır, ordu ile aynı değerleri paylaştığını ileri süren Koç ve TÜSİAD grubunun, Türk devlet-toplum yapısını dönüştürecek bir söylem geliştirmesi, bu yönde politika üretmesi mümkün değildir. Hem maddi hem manevi olarak, Batı yanlısı yerli büyük sermaye, küresel çerçevede üzerine düşen görevi yerine getirecek vaziyette değildir. Şu sıralarda, Obama’nın kişiliğinde kristalize olmaya başlayan liberal-neomuhafazakar sentezine paralel olarak, nasıl Soros ve Gülen ağı arasındaki ilişkilerin dengesi ve doğası değişiyor ise, aynı şekilde TÜSİAD ile MÜSİAD’ın ilişkileri, buna paralel olarak da medyanın yapısı değişecektir. Bu ilişkiler ağı ne kadar Koç/Doğan/TÜSİAD kimliğinde simgelenen Batıcı Türk uluslararası sermayesine karşı, yine neo-liberalizm ile problemi olmayan ve MÜSİAD ile temsil edilen uluslararası Türk-İslami sermaye gurupları arası bir demokrasi mücadelesi görünümünde olsa da, aslı belirleyici aktör YASED ve Soros ile temsil edilen grupların hareketidir.

Buraya kadar Türkiye egemenleri içinde yaşananları, üçlü bir yarılma olarak analizimizin merkezine koymamız gerektiğini kabaca anlatmaya çalıştık. Bunun doğal sonucu olarak; devrimci, radikal reformcu ve daha geniş bir yelpazeyi kapsayacak şekilde tüm ilerici toplumsal güçlerin ciddi bir dayanışmaya girmeleri ve bu üçlü yarılmanın taraflarını, stratejilerini ve zayıf yanlarını çok iyi çalışarak, bir karşı saldırı başlatmaları beklenmektedir. Böyle bir karşı saldırı için ise bundan iyi bir gün olamaz. Tekel direnişi bunun yapılabileceğini kanıtlamıştır ve gün, Tekel olup yumruğu masaya vurma günüdür.

Emek sorunu, Kürt sorunu ve sosyal haklar sorunu yarılmanın üç yanındaki egemen yaklaşımların hiç birisi tarafından bastırılamayacak ve sisteme tamamen entegre edilemeyecek konumdadır. Bu sorunların hiçbiri hiçbir şekilde maddi olarak sistem içine çekilebilecek bir noktada değildir. Sermaye gruplarının hiçbiri özelleştirmeler ve emeğin güvencesizleştirilmesinden vazgeçemez ve Kürt sorununa çözüm getiremez. Emek konusunda, bahsettiğimiz yarılmanın her tarafı aynı fikirdedir. Kürt sorunu konusunda ise tamamen farklı planları olduğu açıkça görülmektedir. Bu yüzden, Kürt devrimci ve ilericiler ile sosyal hak mücadeleleri vermek için örgütlenen platformları, TEKEL direnişine ve Emek savaşımına daha fazla daha derin katmak, bunun için çalışmak çok büyük önem taşımaktadır.

Bu şekilde, tabanda örgütlenen, söz hakkı ve inisiyatifi tabana tanıyan geniş bir dayanışmaya; yani geniş bir yelpazeye üzerine kurulu bir tarihsel bloğa acilen ihtiyaç vardır. Karşı harekete hakim olma çabaları dışlanmalı, Avrupa merkezci ve liberal analizlerden uzak durarak adeta bir tür koalisyon şeklinde örgütlenilmelidir. Böylesi bir koalisyona emek örgütleri, diğer toplumsal muhalefet örgütleri ve platformlar birlikte, eşit statüde, eşdeğer şekilde, karşılıklı saygı ve tanıma temelinde, el ele vererek katılmalıdır. Böylece TÜSİAD’a da, MÜSİAD’a da, YASED’e de, sermayenin her türlüsüne de aynı şiddette tepki gösterilebilir. Böyle bir koalisyon kesinlikle Türkiye ile sınırlı kalmamalı, önce Iran, Irak, Suriye, Lübnan, Gürcistan, Ermenistan, Bulgaristan, Yunanistan, sonra Latin Amerika ve daha sonra dünyanın başka yerlerindeki mevcut koalisyonlar ile, toplumsal güçler ile sıkı bir dayanışmaya gidecek şekilde kurulmalıdır. Bu şekilde emek savaşımının meşruluğuna dayanarak açılacak bir Tütün Savaşı, ağ savaşlarını da onun sayılan üç tarafını da hedef alacak edecek şekilde cephelenebilir. Bu da Türkiye’de sistemi kökünden değiştirebilmenin yolunu açacak tek seçenektir.

Kürt halkının da, Türk halkının da, tüm halkların da gerçek halk demokrasilerine ihtiyacı vardır. Ancak gerçekten katılımcı, tabana dayalı halk demokrasileri yoluyla tüm hak ve özgürlükler gerçeklik kazanabilir ve garanti altına alınabilir. Bu şekilde emek sömürüsü, cinsiyet ve ırk ayrımcılığı ortadan kaldırılabilir, tüm faili meçhuller aydınlatılabilir. Darbeciler yargılanabilir ve düşünce suç olmaktan çıkarılabilir. Emperyalizmi yeryüzünden silecek olan da ancak halk demokrasileridir. Emek savaşımı kazanılmadan, Su, Gaz ve Tütün savaşları verilmeden, bugünün ağ savaşları içine kollektif bir aktör olarak girerek Soros, Gülen veya yerli neocon’ları alaşağı etmeden, aksine onların parası veya baskısı ile ne demokrasi gelir ne de özgürlük.

Taraf grubunun ve bazı sol grupların kafasında resmettiği liberalizmin geleceği, ancak liberal küresel sermaye fraksiyonunun, Amerikan muhafazakar küresel sermayesi ile Çin ve Rus küresel sermayeleri üzerinde bir hegemonya kurabilmesine bağlıdır. Bu da bir üçüncü dünya savaşı yaşanmadan mümkün olamayacak gibi gözükmektedir. Kısıtlı burjuva liberalizmi uğruna böyle bir savaşı desteklemek tam bir çılgınlıktır. Batıdaki akrabalarının tersine, yerli liberallerimizin bilerek ya da bilmeyerek yaptıkları budur. Bu arkadaşlar yüz yıl önce Kautsky’nin düştüğü duruma düşmektedirler.

This entry was posted in General. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *