Şok terapileri kıskacında bir Ortadoğu denklemi

  19 Ağustos 2011 –  Mehmet Gürsan Şenalp
O halde bir ülke (mesela Türkiye) ya da ülkeler topluluğu (buna da Batı diyelim) bir diğer ülkeye (Suriye gibi) demokrasinin güçlenmesi ve insan haklarının gelişmesi gibi iyi ve samimi duygularla yaklaşabilir mi? Bu soru Friedman’a sorulsa idi “iyi niyetlere tek bir koşulda yer vardır; o da samimiyetsiz olmak kaydıyla” derdi

Dünya meseleleriyle ilgili kimseler arasında, Uluslararası İlişkiler’de diplomasi adı verilen iletişim / etkileşim tarzının ne denli gayri-ahlaki olduğunu bilmeyen azdır. Bu gerçeğin farkına varmak için mutlaka bir üniversitenin Uluslararası İlişkiler bölümünde okumanız ya da bu konularda ciltler dolusu kitap devirmeniz gerekmiyor. En azından birkaç ay önce gündemi birden bire işgal eden WikiLeaks skandallarından bu yana durum böyle. WikiLeaks sayesinde bu konulara hiçbir özel ilgisi veya akademik merakı olmayan milyonlarca insan, uluslararası ilişkilere yön veren bürokratların, memurların ve yönetici kadroların ne kadar dedikoducu, ikiyüzlü ve samimiyetsiz olduğunu öğrenmiş oldu. Kaldı ki gündelik münasebetlerde karşımızdakinin güven vermeyen veya samimiyetsiz bulduğumuz söz, tavır ve davranışlarını ‘diplomatik olmak’la, ‘politik olmak’la eleştiririz. Bu ve benzeri ikircikli tutumları yadırgarız. Bu tavırlara sahip kişi veya kişiler bizlere sevimsiz gelir. Demek ki boşuna değilmiş!

Uluslararası İlişkiler disiplini, bu sorunu, Yunan tarihçi Thukydides, Çinli Sun Tzu gibi klasik isimlere veya Machiavelli veHobbes gibi zaman ve mekân bağlamında bize daha yakın (Batılı) bazı ‘kötümser’ düşünürlere bağlayarak ‘bilimsel yollarla’ çözmüştür. Buna göre insanlar güvenilmez, kibirli, düzenbaz, kaypak, saldırgan, şiddet eğilimli, vahşi, rasyonel olmayan dürtülerle davranan, korku ve kaygılarının esiri olmuş, güce tapan yaratıklardır. Haliyle bu sefil varlıkları yönetenlerin ve dolayısıyla devletlerin de bu eğilimlerden muaf olmasını beklemek mümkün değildir. Kısacası insanın egoizmi devlet egoizminin temel belirleyicisidir, o kadar. Uluslararası İlişkiler’de (Uİ) ‘klasik gerçekçilik’ veya ‘siyasal gerçekçilik’ denilen köklü ve hakim düşünce, basitçe, insan doğasına ilişkin bu feci varsayımlar üzerinde yükselir. İşte bu zalim varsayımlar, modern diplomatik ilişkilerin üzerine inşa edildiği gayri-ahlaki ve yozlaşmış zemini bir güzel temize çekmektedir. 

Sosyal bilimsel bir disiplin olarak Uluslararası İlişkiler, I. Dünya Savaşı’ndan sonra doğmuştur. Dolayısıyla, bu disiplinin insanın doğasına dair bu özlü varsayımları klasik / neoklasik iktisattan ödünç almış olduğunu düşünmek zor değildir. Söz konusu iktisadi anlayış bireyi, öz-çıkar peşinde koşan, hep daha fazlasını tüketmek isteyen bencil, kurnaz, aç gözlü doymak bilmez bir fayda ençoklayıcı veya (söz konusu kapitalist girişimci / temsili firma olduğunda ise) bir kâr ençoklayıcıolarak tanımlar; daha doğrusu, bu şekilde kurar. Medya ve kültür endüstrisi bireyi rasyonel tüketiciler olarak yüceltir ve tüketimi yegane yaşam biçimi olarak pazarlarken; diğer bir yandan da onların dur durak bilmeyen tüketme isteklerini, en uygun koşullarla karşılayan ve sadece insanlara hizmet etmek için var olan şirketler birbiriyle tatlı bir rekabet içinde yarışmaktadır. Bu şirketlerin yegane amacı vardır; insanlara hizmet etmek. Kaldı ki tamamının web sayfaları ve faaliyet raporlarında en fazla yer imza attıkları ‘sosyal sorumluluk projeleri’ne verilir.

Susanne Soederberg, Küresel Yönetişim Sorgulanıyor[1] adlı kitabında iyi kurumsal yönetişimin temel unsurlarından birisi olarak taktim edilen şirket sosyal sorumluluğunun eleştirel bir analizini yapmaktadır. Soederberg’e göre 70’lerden beri bu türden çabalar, iş dünyasının ve şirketlerin yıkıcı ve sömürgen gerçek yüzlerini maskelemeye ve daha insani görünümlü bir imajla pazarlamaya hizmet etmektedir. Burada amaçlanan, dev UÖŞ’lerin neden olduğu küresel eşitsizliğin ve çevresel tahribatın kamusal sorgulamadan ve eleştirilerden muaf tutulması ve bu şekilde meşrulaştırılmasıdır. Soederberg bu konuda şirketlerin gayet ikiyüzlü davrandıkları görüşündedir. Yani, örneğin Arjantin’de su hizmetlerinin özelleştirilmesi sürecinde Suéz’in ya da Hindistan’daki su şişeleme operasyonlarında Coca Cola’nın kendilerine (haklı bir şekilde) tepki gösteren yerel halka karşı takındıkları tutumun, bu şirketlerin web sayfalarında, TV / gazete reklamlarında anlattıkları türden toz pembe ‘sosyal sorumluluk’ hikayeleriyle yakından uzaktan ilgisi bulunmamaktadır. Dünyanın dört bir yanında dev şirketlerle yoksul halkları karşı karşıya getiren o eşitsiz mücadelelerin hepsini birer “Davut ile Golyat Hikayesi” olarak görmek pekala mümkündür.

Dev şirketlerin anılan iyi vatandaşlık parodisine ilişkin bir başka ilginç tespiti Joel Bakan’ın zamanında çalıştığı televizyon kanalı için Milton Friedman’la yaptığı bir röportajda bulmak mümkün. Bakan’ın anlattıklarına göre Friedman, topluma iyilik yapmak isteyen sorumluluk sahibi şirketler fikrinden son derece rahatsızdır; çünkü, ona göre şirketler öncelikle ‘hissedarların malıdır’ ve asli olarak topluma değil hissedarlarına karşı sorumludurlar. ‘Başkalarının parası’ ile alakasız (kâr getirisi olmayan) konularda harcama yapamazlar. Çünkü, kâr elde etmek ve hissedarlarına daha çok kazandırmak için çabalamak yerine sosyal ve çevresel bazı hedeflere yönelen (yani ‘ahlaklı’ olmaya çalışan) yöneticiler, gerçekte ‘ahlaksız’ olanlardır. Friedman’a göre şirket sosyal sorumluluğu denilen şey tek bir koşul altında kabul edilebilir; o da samimiyetsiz olduğunda. Yani, sosyal ve çevresel sorumluluklar, hissedar karlarını ençoklamaya hizmet ettiği ölçüde bir anlam taşır. Friedman bu stratejiyi bir otomobili sattırmak için önüne güzel bir model koymaya benzetmektedir. Burada, bize öz olarak “güzel kızlar kadar iyi niyetlerin de malları sattırabileceği” söylenmektedir.[2]

Gelelim Uİ meselesine… Uluslararası İlişkiler’in temel asli unsuru olarak ulus devletler de benzer bir şekilde güvenlik ve güç elde etme saikiyle hareket ederler. Küresel politika, basitçe güç ve öz-çıkar kavramları üzerine kuruludur. Bu kavrayış açıktır ki disipline hâkim olan realist paradigmayı yansıtır. Bir an için bu hâkim paradigmaya yaslanarak devletlerin böyle bir motivasyonla hareket ettiklerini kabul edelim. O halde bir ülke (mesela Türkiye) ya da ülkeler topluluğu (buna da Batı diyelim) bir diğer ülkeye (Suriye gibi) demokrasinin güçlenmesi ve insan haklarının gelişmesi gibi iyi ve samimi duygularla yaklaşabilir mi? Bu soru Friedman’a sorulsa idi “iyi niyetlere tek bir koşulda yer vardır; o da samimiyetsiz olmak kaydıyla” derdi. Kaldı ki WikiLeaks’in ifşa ettiği olgu da budur. Realizmin prizmasından bakıldığında resim çok nettir: Türkiye ve birlikte hareket ettiği Batı dünyası, Suriye’nin istikrarsızlaştırılmasını istemektedir. Bunun birçok sebebi olabilir. ABD’nin Irak’la, Afganistan’la ve İran’la ne derdi var ise Suriye’de de benzer birtakım hesapları olabilir; enerji koridorunu kontrol etmek, Çin’i kuşatmak gibi. Peki, ama Suriye nasıl dönüştürülebilir?

Naomi Klein The Shock Doctrine: The Rise of Disaster Capitalism (Şok Doktrini: Felaket Kapitalizminin Yükselişi) adlı kitabında radikal / köklü politika değişimlerinin toplumlara genellikle ekonomik ve siyasal krizler ya da doğal felaketlerden sonra çok daha kolay kabul ettirilebildiğini anlatmaktadır.[3] Kitapta, Endonezya’da Suharto ve Şili’de Pinochet darbeleri (İlk neoliberalizme geçiş deneyimleri), 12 Eylül Darbesi (ardından Türkiye’de Özal reformları, dışa açılma sürecinin başlaması), Yeltsin’in parlamento saldırısı (korsan özelleştirmeler), 11 Eylül ve İkiz Kuleler (ardından Afganistan ve Irak’ın işgali), Endonezya’daki büyük tsunami faciası (peşinden BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın Endonezya’yı yapısal reformlara daha sıkı sarılmaya çağırması) ve Katrina Kasırgası (ardından kıyı şeridinin alt sınıflardan ‘temizlenerek’ büyük sermayeye açılması) gibi sayısız olayda toplumların kolektif bilincinde yaratılan şoklardan yararlanılmak istendiği gösteriliyor. Klein’a göre egemenler, o güne değin kitleler tarafından kabul görmeyen ekonomik, siyasi, sosyal programlarını bu türden şokların gölgesinde kolaylıkla hayata geçirebiliyorlar. Sanırım yakın dönemde benzer süreçler, ülkemizde 1999 Marmara Depremi, 2001 Ekonomik Krizi, Ergenekon Davaları ve ardından gelen ‘sarsıcı’ olaylar eşliğinde yaşanmaya devam ediyor.[4]

“Reformların bir an önce uygulanması…”
Davutoğlu’nun Beşar Esad ile saatler süren sıra dışı görüşmesi sonrasında basına yansıyan demeçleri, AKP sözcüleri ile anaakımı / yandaş ayırt etmeden bütün Türk medyasının Batı’nın hâkim medya gruplarıyla hep bir ağızdan savaş tamtamları çalıyor oluşu Suriye’de de benzer bir şok tedavisinin uygulanmak istendiğini düşündürüyor. Dahası açık bir biçimde AKP hükümeti Müslüman Kardeşlere bağlı isyancı milisleri destekliyor. Bu anlamda Bin Ali, Mübarek ve Kaddafi örneklerinde görüldüğü gibi dünyanın neresinde olursa olsun Müslüman Kardeşler’in desteklenmesi siyasetini izleyen ulusötesi bir siyasal parti gibi davranıyor. AKP ayrıca her fırsatta Esad’ın (ve diğerlerinin) bir an önce reformlara gitmesini istediğini dile getiriyor. Bunun nedenleri var tabii. Türkiye özelinde AKP gibi güçlü bir iktidarı yaratan koşullar 90’larda başlayan uyum reformları furyasıyla el ele olgunlaştı. Baktığımızda AKP’nin Batı’nın reform retoriğini büyük bir rahatlıkla kullanabiliyor oluşunun ardında bu olgu yatıyor. Reformlar, bu tür ülkelerdeki devlet sınıfları açısından geri dönüşsüz bir çözülme süreci başlatıyor. Katı laikçi ve elbette anti-demokratik rejimlerin tasfiyesi ile birlikte yegâne politik alternatif olarak Siyasal İslam’ın ve bu süreçte Müslüman Kardeşler’in gündeme geleceği artık çok iyi biliniyor. Burada isyanlar ve provakasyonlar şokun kendisi oluyor.

Batı açısından şöyle bir sorun var: Mevcut iktidar bloklarının giderek dağıldığı doğru, bu istedikleri bir şey; ancak yeni kurulan düzenlerin tasarladıkları türden liberal / piyasa dostu devlet / toplum yapıları olacağı bir hayli şüpheli. Türkiye örneği bu anlamda çok önemli. Askeri vesayetin ve Kemalist bürokrasinin tasfiyesi devlet düzeninde ve toplum ilişkilerinde daha fazla otoriterleşmeyi engellemedi. Kürt sorununda 90’lara yani iç savaş koşullarına dönüşün tartışıldığı, provakasyonların kaygı verici boyutlara ulaştığı bir ortamda artan terör saldırıları bahane edilerek özel harekâtçıların, polisin devreye sokulma çabaları pek de hayra alamet sayılmaz. Ülkenin doğusunda durum hiç iç açıcı değil iken batıda sivil vesayet tartışmaları hâkim.

Liberal Batı açısından reformlar, sermayenin küresel birikim koşullarına hizmet eden yani sadece tekil sermayelerin çıkarlarını değil genel olarak sermayenin yararına olan kapsamlı kontrol planları işlevi görürken; Siyasal İslamcı hareketler için çok daha ilkel motivasyonlar söz konusu: İktidara uzanmak. İslam alemine verilen ‘One Minute’ gazının ve ‘Mavi Marmara’ provakasyonunun siyasal rantını sonuna kadar kullanan AKP, İsrail ve ABD’nin stratejik ortağı olarak, TV’lerde boy gösteren uluslararası ilişkiler uzmanlarının ağızıyla konuşursak, Ortadoğu denklemi içinde kalmak hatta bir fırsatını bulup ABD ve İsrail’e çalım atmak istiyor. İçeride giriştiği yeni rejim inşasına geçişin yarattığı zafer sarhoşluğu ve ihtiraslı tutum, AKP’ye ülkeyi Suriye ile bir savaş ortamı içine çekmek ve bu süreçte ABD ve İsrail’le yine çok tehlikeli sularda dans etmek gibi insani ve ahlaki olmayan adımlar attırıyor. Bu adımların ağır bedellerinin olabileceğini öngörmek için stratejist olmaya gerek yok. İroniktir ki ABD çok ciddi bir küresel güç kaybı yaşıyor. Kredi derecelendirme kuruluşu Standard & Poor’s, tarihte ilk defa ABD’nin kredi notunu düşürdü. Uzunca bir süredir bu ülkenin süper güç olmaktan ne zaman çıkacağı yönünde tahminler yürütülüyor. İngiltere ve İsrail içeride sosyal patlamalarla boğuşuyor. Yani kapitalizmin merkez bölgesi kendi hassas iç meseleleriyle meşgul. Davutoğlu’nun Şam’da adeta Amerikan elçisi gibi karşılanmasını bu açıdan değerlendirmek de mümkün. ABD dışişleri bakanı Clinton’ın dediği gibi Türkiye hükümeti ve Kral Abdullah gibi unsurlar da git derse Esad bunları görmezden gelmeyecektir.[5] Kendinizi Büyük Ortadoğu Projesi’nin eş başkanıyım diye lanse ederseniz bu görevleri yerine getirmeniz beklenir. Haliyle bazı komşularınız tarafından emperyalistlerin işbirlikçisi gibi algılanmanız kaçınılmaz olur.

AKP başka ne yapabilirdi? İlla ki bir şeyler yapacaksa benim naçizane önerim şu: Erdoğan, Şam dönüşü dışişleri bakanı Davutoğlu’nu derhal Londra’ya göndersin, malumunuz İngilizlerin başı şu günlerde fena halde dertte. Ülkede sokaklar yangın yeri. Her ne kadar yerli yabancı burjuva yayın organları olayların isyan değil yağma olduğunu anlatmaya çalışsa da müthiş bir sosyal patlama yaşandığını gizlemek artık mümkün değil.[6] Bu bağlamda, Davutoğlu’ndan beklenen Şam’da sergilediği duyarlılığı İngiliz yönetiminden esirgememesidir. İngiliz Başbakan Cameron’a halkın acil ve haklı talepleri doğrultusunda bir an önce reformlara gitmesi telkin edilsin. Londra varoşlarında sefalet ve suçla kavrulan siyahların ve göçmenlerin haklılıklarını, çevrenin merkeze yürüyüşünü ve bunun kaçınılmazlığını anlatsın. İnsan gibi yaşamanın onların da hakkı olduğunun altını çizsin. Davutoğlu, oradan doğruca Tel Aviv’e geçsin. İsrail hükümetine de hayat pahalılığından yakınan ve sayıları yüzbinleri bulan protestocuları samimiyetle dinlemesini ve anti-sosyal politikaları bir an evvel terk etmesini salık versin. Türkiye’den bir özür bile dilemeyen Başbakan Netanyahu’ya bir ağabeylik yapsın ve “bu neoliberal yolun sonu yok gelin vazgeçin bu işten. Sizde durum bizdekinden farklı. Senin halkın bir torba kömür, bir koli gıda benzeri numaraları yutmaz” desin. Ardından binsin uçağa, gerçi çok geç kaldı ya hadi neyse, Wisconsin’e… Alsın Vali’yi karşısına “Biz ABD’li işçi kardeşlerimizin meselesini kendi iç meselemiz olarak görüyoruz” mesajı versin. Bu konuda Ankara’nın hassasiyetini ifade etsin ve Başbakan’ın selamını iletsin. Sorunun çözümü için ivedilikle işçi sınıfı ve emekçiler lehine reformlara gidilmesinin öneminden söz etsin. Dışlanmışları sisteme katın, toplumsal ve sınıfsal hiyerarşiyi ortadan kaldırın, refahı yoksuldan yana yeniden paylaştırın mesajı versin. Zaten Allah-ü Teala da böyle ister; aynı Tanrı’ya inandığımıza göre dinlerimizce de bu caizdir desin. Görüşmeye Pensilvanya’dan da katılım olur belki. Bakan, “Afrika açlıktan kırılırken hiçbirimiz tok yatmamalıyız; kaldı ki açlık, sefalet sadece Afrika’da da değil, hemen yanı başımızda, Afrika aslında içimizde. SMS yollayarak, sadaka kültürü ile Afrikalı kardeşlerimizi kurtaramazsınız. Bu trajedi sistemiktir. Sistemin bütününü değiştirmeden yani kapitalizmi yıkmadan çözemezsiniz; aksine yeni ama daha küresel Deniz Feneri e.V.’ler yaratırsınız” diye eklemeyi de sakın unutmasın. Oradan bence hiç Türkiye’ye gelmeden devam etsin. Nereye? Yunanistan, İspanya ve İtalya’ya… Bu ülkelerin siyaset ve ekonomi kurmaylarını çeksin kenara, bakın arkadaşlar yıllarca bütün sosyal artığı yüksek finans alemine peşkeş çektiniz, zengini daha zengin yoksulu daha yoksul ettiniz; her krizde bankaları ve dev sermaye gruplarını kurtardınız; ancak, kemer sıkma yalanları ile krizlerin faturasını daima halklarınıza çıkarttınız. Vazgeçin artık şu işlerden buyursun.

Bir işe yarar mı bilemem ama Türkiye’yi bölgede sözü geçen bir aktör yapmak ve dünya siyasetinde iz bırakmak istiyorlarsa bir de yukarıda önerilenleri denesinler. O zaman söz veriyorum oyum AKP’ye. Ancak bu durumda Roni Margulies, Murat Belge, Nabi Yağcı, Doğan Tarkan, Ömer Laçiner, Neşe Düzel, Etyen Mahçupyan ve isimleri şu an aklıma gelmeyen nicelerinin ne yapacağı merak konusu.

Ne yazık ki AKP’lilerin zihniyet dünyasındaki ‘Yeni-Osmanlıcılık’, ‘stratejik derinlik’ veya ‘komşularla sıfır sorun’ heveslerinin ya da Yiğit Bulut gibi zavallıların yeni Türkiye’ye biçtikleri ‘yeni-emperyal vizyonun’ bu önerilerle yakından uzaktan bir ilgisi bulunmuyor. Aşağıdaki haber küpürü, söz sahibi olmak istedikleri Ortadoğu oyununun iğrençliğini en güzel biçimde özetliyor: “Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, görüşmede Ankara’nın uyarılarını son kez iletti. Davutoğlu, halka karşı şiddete son verilmesi ve reformların hızlı bir şekilde hayata geçirilmesi gerekliliğini vurguladı. Ahmet Davutoğlu’nun Washington yönetiminin uyarı mesajlarını da Esad’a aktardığı belirtiliyor.”[7]

Bu söylev sizin de midenizi bulandırıyor mu?

Dipnotlar:
[1] Susanne Soederberg, Global Governance in Question: Empire, Class and the New Common Sense in Managing North-South Relations, Pluto Press, 2006.
[2] Joel Bakan, The Corporation: The Pathological Pursuit of Profit and Power, Free Press, 2005.
[3] Naomi Klein. The Shock Doctrine: The Rise of Disaster Capitalism, Penguin Books, 2007.
[4] Ergin Yıldızoğlu, “Avrupa Birliği & Şok Doktrini,” Cumhuriyet, 17 Şubat 2010.
[5] “Türkiye git derse Esad bunu dinler,” Hürriyet, 17 Ağustos 2011
[6]“İsyan değil yeni bir spor ayakkabı yağması,” http://www.ntvmsnbc.com/id/25239862/ [Erişim: 10 Ağustos 2011]
[7] “Esad-Davutoğlu baş başa 3 saat görüştüler.” http://www.ntvmsnbc.com/id/25239896/ [Erişim: 10 Ağustos 2011].

18 Ağustos 2011, Ankara


This entry was posted in General. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *