Sosyalizmin Sorunları Üzerine Açılım Tartışmaları başlığıyla yayınlanan ortak kitabın bu yazısında yirmi küsur yıl öncesinden, 1992 yılından yirmi küsur yıl öncesine bakılarak o günün geleceğine ilişkin bazı saptamalar yapılıyor. Bu saptamaları bir potpuri şeklinde ve üslüpta kaçınılmaz bir iki rötüşla birlikte sunuyoruz :
***
Türkiye burjuvazisi dünya kapitalist sisteminin hiyerarşisinde daha yüksek bir basamağa tırmanmaya hazırlanıyor. Emperyalistleşme stratejisi, burjuvazinin irade birliğini sağlayan, burjuvazinin bütün fraksiyonlarını etrafında toplayan bir çizgi haline geldi. …
…
Tezler :
Tez 1 : Türkiye işçi sınıfı ve diğer emekçi yığınlar, Türkiye finans kapitalinin emperyalistleşme stratejisini onaylamıştır.
Tez 2 : Türkiye kapitalizminin ana yapısal sorunu kaynak yaratamamasıdır. Bu sorun sürüyor ve yakın vadede bir çözüm de gözükmüyor.
Tez 3 : Türkiye finans kapitalinin emperyalistleşme stratejisi için araçları hâlâ hazır değildir.
Tez 4 : Emeğin ana savunma hattı sendikal mücadeledir. Siyasal planda da genel demokrasi mücadelesidir.
Tez 5 : Kürt sorunu, Türkiye devriminin siyasi bir sorunudur. Bu sorun, Türkiye devriminin karakterini geri çekici bir sorundur.
Tez 6 : Kürt sorununda izlenecek somut politikada tek doğru ilke, proleterya enternasyonalizmi ilkesidir.
Tez 7 : Kürt devrimcilerine Türk ve Kürt devrimcilerinin birlikte savaşacakları ortak ve somut bir devrimci Kürt programı “dayatılmalıdır”.
*
Tez 1 : Türkiye işçi sınıfı ve diğer emekçi yığınlar, Türkiye finans kapitalinin emperyalistleşme stratejisini onaylamıştır.
…
Kapitalizm bir ilişkidir. Bu ilişki en başta işçi sınıfının kafasının içinde yaşar. Kapitalizm yığınların kollektif bilincinden tasfiye edilse, düzen otuz saniyede tükürükle çöker. … Ama bu ilişki başta işçi sınıfı olmak üzere yığınların bilincinde yaşıyor ve bilinçten tasfiyesi büyük tarihsel dönemler boyunca maddi temelin değişmesini gerektiriyor.
… Türkiye işçi sınıfı yaşamından memnun değildir ama, kapitalizmin bütün kötülüklerine rağmen, burjuvaziyle olan ittifakını bozmaktan yana da değildir. Başka alternatifi yok ! Türkiye solunun marjinalleşme süreci devam ediyor. İşçi sınıfına uzanabileceği konumlar azalıyor.
*
Tez 2 : Türkiye kapitalizminin ana yapısal sorunu kaynak yaratamamasıdır. Bu sorun sürüyor ve yakın vadede bir çözüm de gözükmüyor.
…
Emperyalist bir ülke hem güçlü ihracatçı bir ülkedir, hem de iç pazarı geniş bir ülkedir. Son on iki yıla bakıyoruz. İhracatın yükseldiği yıllarda iç pazar zorla daraltılıyor. Halk inim inim inler bir hale gelince iç pazar suni teneffüsle genişletiliyor ama bu kez de ihracat düşüyor ve büyüme yavaşlıyor. Her iki durumda da ulusal gelirin büyük bir kısmı dış ve iç borç ödemelerine gidiyor. Bu durumda hem ihracatı artırmak hem de iç pazarı kalıcı bir biçimde genişletmek mümkün olmuyor. Çünkü bunun yapılabilmesi için son derece büyük bir kaynağa, endüstrinin dokusunu baştan aşağıya değiştirecek büyüklükte bir kaynağa ihtiyaç vardır. Oysa olanı, birikeni de borç ödemeleri yiyor. Emperyalizm Türkiye’nin bütün borçlarını silse, iç borçlar da bir anda buhar olup uçsa bile yetmiyor. Kaynak gereksinimi derken onlar hanesinden değil yüzler hanesinden konuşmalıyız. Türkiye kapitalizmi, ulaştığı birikim aşamasının zorladığı nesnel stratejiye uygun ölçüde bir kaynak yaratamıyor…Burada elbette içerde ve dışarda aşırı tekelci kâr getirecek bir kaynağın eksikliğinden konuşuyoruz.
…
Bu durum tabii ki hâlâ gecikmiş kapitalizmle ilgili bir durumdur. Dünya kapitalizmi emperyalist aşamayı yaşarken Türkiye kapitalizme yeni geçiyordu. Üretim düzeyinde de dünya kapitalizmi 2. sanayi devrimini bu yüzyılın başında tamamlarken, Türkiye 1. sanayi devrimini 60’lı yılların sonunda tamamladı.
…
Gerçekten derin bir teknolojik transformasyon gerçekleşse göreli artı-değer sömürüsü artar ama ücretler de artar. Türkiye’nin rekabet gücünün artmasıyla birlikte emperyalizmin klasik “kırıntı” dağıtma mantığının içine gireriz.
…
İyi de, bu teknoloji nasıl gelecek ? Yine endüstriyel transformasyon ve bunun için gerekli kaynaklar sorusuna dönmüş oluyoruz…Yani yabancı sermaye gelecek, gelirken de yüksek teknoloji getirecek. Özendirmede de “Kendin pişir kendin ye” mantığı hakim olacak. Dünya kapitalist sisteminin bugünkü ekonomik krizi ve siyasi konjonktürü içinde kısa dönemde büyük bir sermaye girişi gözükmüyor. Sonra adam getireceğinden fazlasını götürecekse gelecek. Tekelci kğarından işbirlikçisi olan tekelci Türkiye burjuvazisine de payını verecek. İşte o pay, Türkiye kapitalizminin yaratamadığı o devasa kaynakların yaratılmasına katkı yapacak. Ölme eşeğim ölme !
Ufukta hiç böyle büyük kaynaklar gözükmüyor. O zaman birikim mecburen ‘eski tas eski hamam’ şeklinde sürecektir. Yani işçinin ciğerini sökme yoluyla birikime devam…
*
Tez 3 : Türkiye finans kapitalinin emperyalistleşme stratejisi için araçları hâlâ hazır değildir.
Türkiye finans kapitali kendisini 1990’lı yılların sonuna göre ayarlamıştı. Nesnel olarak gidiş öyleydi. Hem dünyada hem Türkiye’de doğal bir büyüme hızı ortaya çıkmıştı. Ama dünya altüst olunca bu gidiş çok yavaş kaldı. Yeni bir geç kalmışlığı açığa vurdu. Bölgedeki nesnel konumuna, nüfusuna, iç sermaye birikimine, ekonomik gücüne, tarihten gelen sosyal ve kültürel mirasına, burjuvazisinin örgütsel deneyimine, emperyalizmin ekonomik-politik-askersel örgütlerindeki üyeliğine ve beslediği ordunun büyüklüğüne bakarsak Türkiye burjuvazisi emperyalistleşmede geç kalmıştır. Tabii bu, bundan sonra emperyalistleşemeyeceği anlamına gelmiyor, sadece devrimcilere biraz daha zaman tanıyor. Bazı kanıtları sıralayalım :
1- Burjuvazi, silah endüstrisini kurmada ve profesyonel orduya geçmede çok gecikmiştir. Silahlanma programı, geç bir tarihte,1985’te yürürlüğe girdi. 15 yıllık bu program 2000 yılında bitecekti ve başlangıçta 20 milyar dolarlık bir yatırımı öngörüyordu. Dünyadaki altüst oluş hesapta yoktu. Bu kaos böyle bir rehavete artık olanak tanımıyor. Ordu konusunda da burjuvazi hâlâ debelenip duruyor.
2- Avrupa ve Amerika dışı sermaye özellikle Japon sermayesi çok geç “keşfedilmiştir”.
3. Yabancı sermayenin önündeki bütün engellerin temizlenmesi 80’li yılların sonunu bulmuştur. Bu ciddi bir gecikmedir.
4. Kaynak girişi mekanizmalarında da bir geç kalmışlık var. Örneğin borsa geç kurulmuştur. Ulaştığı kapitalist gelişmişlik düzeyine göre Türkiye, bu konuda dünyada en geç kalmış ülkelerden biridir. İstanbul borsasının çalışmaya başlaması bir kaç yıl oluyor. Başka şehirlerde borsa bile yok. Neredeyse eski sosyalist ülkelerde borsaların kuruluşuyla aynı zaman kesitine rastladı. Yine ciddi kaynak yaratıcı bir işlevsellikten uzak. Çünkü yine 2000’li yıllara doğru giden bir gelişme süreci düşünülüyordu. İstanbul borsasının yıllık iş hacmi, Tokyo borsasının 15 dakikalık iş hacmine eşit, ki Türkiye kapitalizmi bundan çok daha fazlasına “layık”.
5- Kapitalistin devlete ödediği vergi de yine işçiden çalınan artı-değerin bir parçasıdır. Bunu biliyoruz. Ancak, bu devlet kapitaliste vergi ödetemiyor. Kapitalist, işçiden çaldığı bu kısmı da cebine atıyor. Uzun yıllar devlet buna, ilkel birikimin bir biçimi olduğu için ses etmedi. Hırsızın çaldığını ikinci kez çalmadı, kendisine bıraktı. Ama bu vergi sistemi–yakaladığından alırsın sistemi– emperyalistleşmeye çelme takar. Düşünün, dolaylı vergiler belli, işçi ve memurun ödeyeceği dolaysız vergi de belli ve ödüyor. Ama kapitalistin o yıl gönlünden ne kopacak, o belli değil. Devlet, bütçesine, vergi kaleminden ne gireceğini bilmiyor. Kabaca tahmin yürütüyor. Ama yurtdışına gidecek sermaye çok karmaşık bir uluslararası banka-kredi sisteminin içine girecek. Zaman zaman TC devleti bazı kredilere kontr-garantör olacak. Bütçesine ne gireceğini bilmeyen bir devletin kontr-garantörlüğü şaibelidir. Bu nedenle uluslararası emperyalist kuruluşların Türkiye ile ilgili raporlarında önemle vurgulanan ve eleştirilen konulardan biri hep bu ‘Türk vergi sistemi’ konusudur. Vergi reformu, 24 Ocak programıyla başladı ama hâlâ oturmuş bir sistem yok. Bu da geç kalmışlığın bir kanıtıdır.
6- Sanayi KİT’lerinin özelleştirilmesinde geç kalınmıştır. Endüstrileşme sürecinin yavaşlamasıyla sanayi KİT’lerinin bir bölümü ekonomiden kaynak yutan bir yük haline gelmiştir.
Burjuvazinin bugünkü sıkıntılarının ekonomi düzeyindeki kaynağı, bütün dünyada istimi tükenen ve artık Türkiye’nin mali krize yolaçmadan finanse edemediği bir ithal ikameci sanayileşme modelinde, boşu boşuna bir on yıl daha fazladan ısrar etmiş olmasıdır. 1980’e varıldığında ithal ikamesinde direnen, bildiğim kadarıyla bir Venezuella (ki zengin petrolü ikameye hâlâ olanak tanıyor) bir de Türkiye kalmıştı. Ve bugün Venezuella devrimci durum yaşıyor.
İthal ikameci modelden ihracat modeline geçiş 12 Mart 1971 darbesiyle başlamalıydı ve 24 Ocak programı daha o zaman devreye girmeliydi. Dünya konjonktürü de çok daha elverişliydi. Ülke içi sermaye birikiminin o gün için yeterli olmadığı söylenebilir. Ama başka çevre ülkeler, aynı geri düzeylerden ihracat modeline geçtiler. Bu sebeple bence asıl neden, burjuvazinin kendine güvenini sarsan, artı-değer sömürüsüne o gün sınır koyan işçi sınıfı ve onun başını çektiği toplumsal muhalefetti. Şanlı 15-16 Haziran ayaklanmasının böyle nesnel, derin ve tarihsel bir anlamı vardır. Türkiye işçi sınıfı tarihinin en önemli olayıdır.
*
Yukarıda sıraladığım üç tezden bir sonuç çıkıyor. Göreli artı-değer sömürüsünü artıracak ve buna bağlı olarak da ve çok daha az oranda ücretleri artıracak bir teknolojik transformasyon, öyle hemen gerçekleşebilecek bir şey değil. Büyük bir kaynak ve orta vade diyebileceğimiz bir süreç istiyor. Bu yeniden yapılanma süreci boyunca burjuvazi işçi sınıfını vaatlerle oyalamayı düşünüyor. Burjuvaziye evinde tamamen dikensiz bir gül bahçesi lazım. Bu nesnel olarak böyle, yoksa zaten gecikmiş strateji, bir de tökezliyor. Demek ki görevimiz, bu gül bahçesini dikenle donatmaktır. Bu noktada somut politikalar üretebilmek için sanki örgüt kadrolarıymışız gibi düşünmek zorundayız.
*
Tez 4 : Emeğin ana savunma hattı sendikal mücadeledir. Siyasal planda da genel demokrasi mücadelesidir.
Eğer devrimciler sendikal ve demokratik mücadeleyi sürekli bir şekilde sürdürmezlerse, günlük politika üretme ve günlük savaşta yerlerini almazsa işçi sınıfı ve diğer emekçi yığınlara bütün giriş kapılarını kendi elleriyle kapatmış olacaklardır. Yayınlarını okuyacak işçi bulamayacaklardır.
Burjuvazi işçi sınıfını biraz havuçla biraz sopayla emperyalistleşme stratejisinin içine emmeye çalışacaktır. Asıl büyük ve kalıcı tehlike budur. Tarih gösteriyor ki, emperyalistleşmeyi başarmış bir burjuvaziyle işçi sınıfının ittifakı kolay kolay bozulmuyor, bu ittifak en zayıfladığı anda bile işçi sınıfı kendi iktidarına yürümüyor.
Sendikal mücadele ve demokrasi mücadelesi kendi başına işçi sınıfı iktidarını getirmez ama burjuvaziyi çok uğraştırır. İçerde bahçesiyle boğuşması bir türlü bitmeyen burjuvazi kasabada kurulu pazarı da kaçırır.
Yeni Hükümet Programının (Demirel-İnönü hükümeti) demokrasi ve demokratik haklarla ilgili “göz kamaştıran” bölümüne bakıp “solcuların isteyeceği ne kaldı artık ?” diyenler olacaktır. Önce şunu söyleriz : “Bu dünyada hangi burjuva hükümeti dediğini tam gerçekleştirmiştir ? Yığınlar kendi bağımsız eylemine geçince hep bir bahane bulunur.” Ama daha önemlisi, bizim talep edeceğimiz demokratik hakların bir sınırı yoktur. En başta şu iğrenç peşin infaz kampanyalarının durdurulup, sorumluların yargılanmasını isteriz. Kürt militanlara özgürlük isteriz. 12 Eylülcülerin yargılanmasını isteriz, işkence aygıtının ve kontr-gerillanın dağıtılmasını isteriz, işkencecilerin yargılanmasını isteriz, 12 Eylülden bu yana hapse atılan, işkence görenler için tazminat isteriz, son on yıldır rejim yüzünden yurtdışına kaçmak zorunda kalanlara tazminat ödenmesini isteriz, sorguda sanığın avukatsız ağzını açmama hakkını isteriz, anti-terör yasasının kalkmasını isteriz, idamın kalkmasını isteriz, istemeyenlerin askerlik yapmamasını isteriz, devlet içinde örgütlenme hakkı isteriz, MİT fezlekelerinin ortalığa dökülmesini isteriz, pasaport çıkarma yetkisinin İçişleri Bakanlığından alınmasını isteriz, yeni seçim yasası isteriz, Diyanet İşleri’nin lağvedilmesini isteriz, ezanın yasaklanmasını isteriz vb. Yani isteriz de isteriz. Daha bin tane sayılabilir. Burjuvaziyi “yüzünü gösterdik astarını istiyorlar” diyeceği noktaya –o nokta neredeyse– doğru zorlarız. İşte o nokta gelir, burjuvazi “İyi bari gel tepeme bin, utanma iktidarımı iste” der, biz de “olur binelim der ve iktidarını isteriz”.
…
Sendikal mücadele ve demokrasi mücadelesine burun kıvırmamalıyız. Demokrasi mücadelesine burun kıvırmak kendi devrimciliğimizden memnun kalmanın bir yolu olmamalı.
Lenin’in ‘Sol-kanat Komünizmi : Bir Çocukluk Hastalığı’ başlıklı eserini virgülüne dek anlayıp sindirmeliyiz. Lenin’in belki de en önemli politik yapıtıdır. Genellikle Lenin’in ilk eserleriyle, örneğin ‘İki Taktik’, ya da ‘Bir adım İleri İki Adım Geri’ ile ‘Sol-kanat Komünizmi’ni karşı karşıya koyan ve ‘Sol-kanat Komünizmi’ni eleştiren dostlar hep vardır. Bunlardan iki ayrı mantık ve iki ayrı Lenin çıkarıyorlar. ‘Sol-kanat Komünizmi’ni Lenin, dünya devriminin içine düştüğü çaresizliği görünce yazdı, diyorlar. Lenin nesnel bir çaresizlik ya da çıkmaz karşısında politik tavizler verebilmiş, politik dönüşler yapabilmiş bir liderdir. Ama hiçbir zaman bir çaresizliği teorileştirmemiştir. Hiçbir zaman ilkesel bir taviz vererek sınıfsal konumlarından geri çekilmemiştir. Bunu unutmamalıyız.
Lenin’de iki mantık yoktur. Böyle bir sav, ancak kendi çaresizliğimizin bir dışavurumudur. Devrimci hareketin tarihi boyunca, özellikle hareketin yenilgi, örgütsüz geri çekilme ve dağılma dönemlerinde bunun hep yapıldığına eminim. Yani burada da değişen bir şey yok. En ilginci, ‘Sol-kanat Komünizmi’ne karşı çıkanlar, tam da Lenin’in ‘Sol-kanat Komünizmi’nde eleştirdiği biçimde davranmış oluyorlar. Bu durumda, Lenin’in ikna edemediği bu dostları benim burada birkaç cümle içinde ikna edebilmeme imkân yoktur. İlk Lenin ve son Lenin’in çizgilerinde bir fark yoktur, aksine ‘Sol-kanat Komünizm’, Lenin’in kendi teorik ve politik formasyonunun derinleşme sürecindeki son durak’tır. Bu noktayı mutlaka anlamalıyız. Lenin yazdığı zaman, hep parti içinden ve sınıf savaşının ortasından yazıyor. Bir deneyimi süzüp teori olarak damıtıyor. ‘Sol-kanat Komünizmi’i de yirmi yıllık bir sınıf savaşı sürecinde ikisi başarılı üç devrim, bir iç savaş ve bir dünya savaşı görmüş ve nihayet iktidar olmuş bir partinin deneyimi üzerine oturuyor. Hem zaman içinde, hem de gerçek anlamda, hem teorik hem de politik düzeyde, bir olgunluk eseridir. Bunu anlamamak, bir yaşındaki partiyle yirmi yaşındaki parti arasında deneyim açısından bir fark görememek, 30’lu yıllarını yaşıyan genç parti lideri Lenin’le, dünya devriminin liderliğine yükselmiş ve bunun da çok iyi bilincinde olan 50 yaşındaki bir Lenin’in politik düzeyinin derinliğini aynı sanmak, gerçekten bir ‘Sol-kanat Komünizm’i oluyor. Teorik ve politik formasyonu maddi bir süreç içinde derinleşmeyen, yani gelişimi bir sürece bağlı olamayan bir insanın varolabileceğini düşünmek, Lenin’i “peygamber” ilân etmek, yazdıklarını da dışardan ona iletilmiş bir “tanrı kelâmı” olarak görmek demektir.
Sermayenin saldırısı sendikal hatta da durdurulamazsa yandık demektir. İşçi sınıfının daha fazla örgüt kaybetmeye tahammülü yoktur. Önümüzdeki yıllarda dünya burjuvazisi sendikalara büyük bir savaş açacaktır. İşçi sınıfının bütün politik ve demokratik örgütlerini yedi bitirdi zaten. Dünya çapındaki bu anti-sendikal savaş Türkiye’de başladı bile. Burjuvazinin işçi sınıfın değil partisine, sendikasına bile tahammül edecek hali yoktur… Ancak, işçi sınıfına, sendikal ve demokratik mücadelenin kendi içinde devrimci bir politika olmadığını, tek başına iktidarı getirmeyeceğini ve hedeflenmesi gerekenin devrimci siyaset olduğunu söylemeliyiz.
…
Uzun vadeli devrimci politika eksenimizin ise bir tek ilkesi vardır : Proletarya enternasyonalizmi. Burjuvazinin emperyalistleşme stratejisine karşı bir panzehir olan proletarya enternasyonalizmini hayata geçirecek politikalar ve araçlar üretmeliyiz.
Türkiye ve devrim sözcükleri telaffuz edilir edilmez akla gelen ikinci konuya geçelim.
*
Tez 5 : Kürt sorunu, Türkiye devriminin siyasi bir sorunudur. Bu sorun, Türkiye devriminin karakterini geri çekici bir sorundur.
Kürt sorunu hergün karmaşıklaşıyor. … Kürdistan’daki Kürt halkı, şu an için ayrılmadan yana irade kullanmamıştır. Bütün Türkiye’deki Kürtleri ele alırsak, ayrı bir devlette örgütlenme isteğinin daha da geri kaydığı açık.
Ulusların kaderlerini tayin hakkı, ezilen ulusun ayrı devlet kurma hakkıdır. Bu demokratik bir haktır ve ezen ülke devrimcilerince ne kadar tutarlı savunulursa, birlikte mücadele olasılığı da o kadar artar. Bunları biliyoruz. Bunun ötesinde reel politik düzeyde bir ulusun ayrılıp ayrılmaması, reel eğilimin hangi yönde olduğunu ölçecek mekanizmalar, ayrılma iradesinin reel biçimde kullanılabileceği politik ortamın özellikleri, ve bunlara benzer daha birçok reel sorular apayrı bir düzeyin sorularıdır. Bu iki düzey birbirine karıştığı için ortak mücadele konusunda somut bir ilke saptanamıyor.
Bu apayrı düzeyin en önemli bir diğer sorusu da şudur : Bir ulus yarın fikir değiştirirse ne olacak ? Eğer bir ulusun böyle allah vergisi bir hakkı varsa, bu hakkı her allahın günü kullanma hakkı da vardır. Dünya da “Ben bu hakkı bir kez kullandım, bir daha da kullanmayacağım” diyen bir ulus olabilir mi ? Bir nesil, iki üç nesil sonrası adına hak kullanabilir mi ? Bir kez boşanan çift sonradan yeniden evlenemez mi, ya da bugün boşanmamaya karar veren kadın sonradan boşanmayı isteyemez mi ?
…
Tabii şu da var : Reel boşanmanın sözkonusu olmadığı durumlarda boşanma hakkından konuşmak daha kolaydır. Evin içinde hergün boğaz boğaza olan iki insanın oturup teorik düzeyde boşanmayı tartışması çok zordur.
…
*
Tez 6 : Kürt sorununda izlenecek somut politikada tek doğru ilke proleterya enternasyonalizmi ilkesidir.
Biz işçi sınıfı adına konuştuğumuzu iddia ediyorsak, değil saptadığımız politikaların, nefes alışımızın su içişimizin dahi proleteryanın bu ana ilkesine, proletarya enternasyonalizmi ilkesine uygun olması gerekir. Proletarya enternasyonalizmi ilkelerin ilkesidir. Marksizm-Leninizmin, daha başta, Komünist Manifesto’da, ana ve başlangıç belgisi niteliğini alan “Bütün dünyanın proleterleri birleşin ! ” belgisinde ifadesini bulan bu temel ilke, proletaryanın en yüksek çıkarlarını temsil eder. Dün öyleydi, bugün daha bir öyle. Bu ilkeyle çelişen her politika, kısa erimde başarılı olsa dahi, uzun erimde döner uygulayıcısını vurur.
Kürt sorununda da çerçeveyi bu ilke çizer. Reel politiker düzeyde somut çözüm bu ilke çerçevesinde aranır. Sosyalizm için ister ortak ister ayrı ayrı savaşılsın, savaşın her aşamasında, işçi sınıfı adına savaşan herkes kendine şu soruyu sorar : “Bugünkü aşamada ayrı bir Kürt devleti genelde dünya, özelde Kürt proletaryasının çıkarına mıdır ?” Uzun savaşım sürecinin aşamalarına göre bu soruya yanıt da değişebilir. Önemli olan bu esnekliği elde tutabilmektir.
*
Tez 7 : Kürt devrimcilerine Türk ve Kürt devrimcilerinin birlikte savaşacakları ortak ve somut bir devrimci Kürt programı “dayatılmalıdır”.
…
“Kürt Sorunu” denen konuda ne tür bir program yazarsak yazalım, yaklaşımımız hâlâ büyük bir eksiği içinde taşıyacaktır. Bu tür programlar hâlâ Türk devrimcilerinin Kürt sorunu konusundaki programıdır. Daha öteye geçemez. Yani Kürt devrimcileri bu programı, Türk-Kürt devrimcilerinin ortak Kürt programı olarak kendi halkına, yani Kürt halkına götüremez. Çünkü Kürt halkı için çok yeni bir şey söylemiyor. Bu programı, Türk-Kürt devrimcilerinin ortak Kürt programı olarak Kürt halkına götürebilmek için çok kapsamlı ve ayrıntılı bir ‘POZİTİF AYRIMCILIK’ programıyla birleştirmek gerekir. Kürt olan ve kendisinin Kürt olarak tanımlanmasını isteyen yurttaşlar, devrimci iktidarın sunabildiği ekonomik, politik ve sosyal haklardan öncelikli olarak yararlandırılmalıdır. Devlette işe mi girecek, fabrikada staj mı görecek, ekonominin örgütlenmesine mi katılacak, sosyal hayatı düzenleyen karar merkezlerinde mi görev alacak, okula, üniversiteye mi girecek, üretilenlerin dağıtımında kuyruğa mı girecek, döviz mi kullanacak vb her ama her alanda bu tür yurttaşlar, eğer Kürtlere tanınan POZİTİF AYRIMCILIK programından yararlanmak istediklerini belirtirlerse, iki halkın nüfus oranlarının kendilerine tanıdığı kontenjandan daha büyük bir kontenjandan yararlandırılmalıdır. Ne zamana kadar ? “Ben Kürdüm sırada öne geçerim” demek hakkından kendi vazgeçene kadar… Bu süreç aynı zamanda Türk emekçi yığınlarının da enternasyonalist bilincinin arttığı süreçtir. Bu ‘POZİTİF AYRIMCILIK’ programının nedenlerini anlamaları gerekir. Bunun dışında, TC Devletinin katliamlarında aile fertlerini kaybeden Kürtlere de maddi ya da manevi tazminat ödenmelidir. Bu da ortak Kürt programına girmelidir. “Bunca yılın baskı kan ve zulümünü unut, ödeştiğimizi farzet” diyemeyiz. Tabii daha birçok ayrıntı tartışılabilir ve makul bir sonuca bağlanabilir.
…
Şu söylenebilir: “Kürtlere yapılan bunca tarihsel haksızlıkların sorumlusu biz miyiz, Türk halkı mı? Türk hakim sınıflarının faturasını niye biz ödeyecek mişiz ?”.Yanıtım şöyle olacak : “Doğru, sorumlusu biz değiliz, bu faturayı da ilkesel planda bizim ödememiz gerekmiyor. Ama Kürt halkı öyle düşünmeyebilir. ‘POZİTİF AYRIMCILIK’ programından faydalanmak zorunlu değildir, ama faydalanmak istiyorsa bu, o kişinin öyle düşünmediğini gösterir. Bu durumda onu, ortak iktidarın içine çekebilmenin, samimiyetimize inandırıp güvenini kazanabilmenin ve birlikte bir daha ayrılmamacasına sosyalizmi kurmanın başka bir yolu da yoktur. Çünkü ergeç Kürt halkı bizim bu ‘POZİTİF AYRIMCILIK’ programıyla bir taviz verdiğimizi, sosyalizmi ortak inşa edebilmek için bu tavizi verdiğimizi anlayacaktır. Bunu anladığı anda ise Türk halkının sırf ortak amaç uğruna yaptığı bu fedakârlığı ve bizim gerçek proleter enternasyonalistleri olduğumuzu da anlayacaktır.
Bunlar konunun ilkesel yönleri. Şmdi bugünkü politik soruna dönelim. Biz bu ‘POZİTİF AYRIMCILIK’ programı üzerinde çalışırız ve bir metin ortaya çıkarırız. Ayrıca, Türk devrimcilerinin “Kürt Sorunu” konusundaki programını hazırlarız. Bu ikisini birleştiririz. Ortaya böylece Türk ve Kürt devrimcilerinin ortak Kürt programı çıkmış olur. Kürt devrimcilerle bunu tartışırız. Birlikte değişecek yerler değiştirilir ve nihai bir program oluşur.
Bu ortak programdaki ana fikri tekrarlıyorum : Proletarya enternasyonalizmi ilkesi çerçevesinde Türk işçi sınıfı ve emekçi yığınları, Kürt halkıyla ortak sosyalizm mücadelesi uğruna bir fedakârlığa hazırlanmalıdır. Kürt halkından Türk devrimcilerinin bu fedakârlık önerisini saklamak, reel ortak devrimci mücadele olasılığını saklamaktır ve bu topraklarda sosyalizm istememektir.
…
Bugünkü gelişmeler ışığında, böyle bir programın artık çok geç kaldığı ileri sürülülebilir. Ne için geç kalınmıştır ? Bugünkü gelişmeler hangi yöne giderse gitsin “Kürt Sorunu” çözülmüş olmayacağına göre, biz böylesi bir programla, kalıcı ilkesel yaklaşımımızı formüle etmiş oluyoruz. Politik bir program önermemiş olduğumuz bir durumda hem politik hem de vicdani sorumluluğumuz büyük olacaktır.
***
*