Not: Bu makale, Çıkış Hattına Doğru kitabında yayınlanmıştır.
Dünyayı ileriye doğru değiştirmek, emekten yana bir politik perspektif ve strateji oluşturmak isteyenler, her şeyden önce içinde yaşadıkları nesnel dünyanın temel çizgilerini, bu çizgilerdeki sürekliliği ve kopuşu iyi algılamak, yönteme uygun yorumlamak, bu uğraşı kesintisiz biçimde sürdürmek zorundadırlar. Aksi takdirde, nesnel gerçeklik içinde, hele bugünkü gerçekliğinin karmaşık yapısı içinde kaybolur giderler, bilimsel çabanın önünü tıkayıp niyetlerini ve arzularını nesnelliğin yerine geçirirler ve kendi sanal dünyalarının rahatlığına sığınırlar. Şu dünyada ileriye doğru bir çentik bile atamadan, marjinal konumlarından memnun ve mutlu, çıkmaz bir sokakta siyasi ölümlerini beklerler. Ne yazık ki dünya ve Türkiye solunun önemli bir bölümü böyle bir bekleyiş halindedir.
*
§-1. Bugün dünyaya damgasını vuran temel nesnel süreç, küreselleşme sürecidir[1]. Peki küreselleşme nedir ? Bir soyutlama düzeyindeki en kestirme tanımıyla, dünyadaki sermaye birikim süreciyle halen varolan coğrafi ve hukuki olarak tanımlanmış mekânların birebir ilişkisini yıpratıp kesen olgudur. Bu olguya en derindeki soyutlama düzeyinden bakalım : Küreselleşme dinamikleri, kapitalizmin kendi iç dinamikleridir. Bu dinamiklerin kaynağı, sektörlerarası kâr oranlarının eşitlenmesi eğilimidir. Bu eğilim kapitalist rekabetin nedenini de açıklıyor. Bir ülkede, sektörler arasında ve bir sektörün firmaları arasında serbestçe gidip gelebilen sermaye ve emek, bir eğilim olarak kâr oranlarının eşitlenmesine yol açar ve ortaya anlık bir ortalama kâr oranı çıkar. Ülkelerarası düzeye çıkıldığında, ulusal sınırlar bu eğilimin önünü “yapay” bir biçimde keser. Sermaye birikiminin ve tekelci rekabetin bugün ulaştığı düzey gerektirdiği halde, uluslararası bir ortalama kâr oranı oluşamaz. Ulus-devlet çerçevesi, birikim sürecini engellemeye başlar. Küreselleşme, ulusal sınırları eriterek bu çelişkinin çözümünü zorlar. Ortalama kâr oranının eğilimsel düşüş yasası, dünya çapındaki işleyişiyle de ulusal sınırları zorlar. Çünkü yine sermaye birikiminin ve tekelci rekabetin bugün ulaştığı düzeyde ulusal sınırlar, ortalama kârın düşüşüne katkı yapan bir etkendir. Üretim giderek devasa boyutlar aldıkça, metaların üretim fiyatları giderek düşer, bu sürecin hızıyla orantılı olarak, arz ile efektif talep arasındaki fark arzın lehine büyür, talep geri kalır. Bu sürecin hızını ise bilimsel teknolojik devrimin doğurduğu buluşların üretime giriş hızı belirler.
Zaten arza bir türlü yetişemeyen talebin bir de ulusal sınır gibi ekonomi-dışı bir unsurun kısıtlaması altında kalması, bugün artık sermaye birikiminin sürekliliği ve rekabet açısından kabul edilemez bir hale geliyor ve sınırlar geri dönüşsüz bir biçimde eriyor. Yerini daha büyük mekânların, ülke gruplarından oluşan alt-sistemlerin sınırlarına bırakıp kapitalizme şimdilik derin bir nefes aldırıyor.
§-2. Sermaye birikiminin aldığı boyutlar, süregenleşen ve hızlanan bilimsel teknolojik devrimin itkisi altında, tekelci rekabeti dünya çapında keskinleştiriyor ve küreselleşmeyi nesnel bir realite olarak karşımıza dikiyor. Demek ki küreselleşme sürecini yürüten motor, dünya çapındaki tekelci rekabettir, yakıt ise bilimsel teknolojik devrimdir. Bu devrim aynı zamanda dünyayı nesnel olarak komünizme yaklaştırıyor. [2] Sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması tekelci rekabeti kızıştırıyor, tekelci rekabet kızıştıkça bilimsel teknolojik devrimi hızlandırıyor, hızlanan bilimsel teknolojik devrim rekabeti daha da keskinleştiriyor. Bu diyalektik etkileşim içinde dünya ekonomisi küreselleşiyor. Bunun sonucunda da ulus-devletlerin sermaye birikim sürecindeki tarihsel işlevi sona eriyor. sermaye artık “ulusal kapta” birikmiyor. Ulus-devlet kategorisi tarihsel olarak bitiyor. Ancak, kapitalizm, devletsizleşmiyor, “ekonomik olmayanın” “ekonomik olana” müdahalesi sona ermiyor. Ulus-devletin yerini alt-sistem devleti alıyor. Uluslarötesi mekânı da uluslarötesi güç odakları örgütlüyor. Bu yazıda ulus-devletin bugünkü konumuna sık sık değineceğiz.
§-3. Şimdi de, “uluslararası” ile “uluslarötesinin” tarihsel farkını görmek için kapitalizmin klasik gelişim şemasına kısaca bakalım. Üretken güçlerin gelişimi bir noktada yeni bir ilişkiyi, ücretli emek sömürüsüne dayalı meta ilişkisini doğuruyor. Artık üretim, pazar için üretimdir. Bu üretimin tarihsel kategoriler olarak ulusun ve ulus-devletin ortaya çıkışına denk düşmesi ulusal pazarı tanımlıyor, ulusal sınır ve ulusal para doğuyor. Ulus-devlet hem ulusal pazarda yükseliyor, hem ulusal pazarı örgütlüyor. Bu karşılıklı etkileşim, ulus-devletin ekonomisi, yani ulusal ekonomi demektir. Ulusal ekonomi tarihsel bir kategori olarak çağın norması oluyor. Dünya ekonomisi, artık ulusların arasındaki bir ekonomidir, ulusal ekonomilerin birbirleriyle girdiği ekonomik ilişkilerin toplamıdır. Ulusal ekonomi tarihsel bir kategori olduğuna göre, uluslararası ekonomi de tarihsel bir kategori oluyor. İşte küreselleşme, uluslarası ekonomi = dünya ekonomisi eşitliğini bozuyor. Çünkü artık dünya ekonomisinin giderek ve hızla önem kazanan ve bir başka organik bileşeni daha var : Uluslarötesi ekonomi. Uluslarötesi tekellerin kendi bünyelerinde ve dışlarında oluşturduğu, nesnel olarak coğrafyaya ve ulus-devletin hukukuna bağlı olması gerekmeyen, uluslarötesi bir mekânın ekonomisi.
Uluslararasılaşma, ulusal ekonomilerin meta-hizmet alışverişi, emek ve sermaye hareketleri yoluyla karşılıklı olarak birbirlerine açılması ve dünya pazarıyla ilişki kurmasıdır. Buradaki çerçeve, ulusal ekonomilerin dış ilişkileridir. Burada anahtar kavram açılmadır.
Küreselleşme ya da uluslarötesileşme ise, ulusal ekonominin tarihsel bir kategori olarak erimeye ve ulusal pazarların tek dünya pazarına entegre olmaya başladığı, bugün özellikle hızlanan süreçtir. Burada ise anahtar kavram entegrasyon ya da bütünleşmedir.
§-4. Eğer buraya kadar geliştirdiğimiz tezler doğruysa, işçi sınıfının çıkış hattı, sınıfın küreselleşme süreci ile ve bu süreci sürükleyen dinamiklerle ilişkisini doğru saptamaktan geçiyor.
Küreselleşme sürecinin niteliği konusunda farklı görüşler var. Yanlış ya da yetersiz oldukları ölçüde bu görüşler, işçi sınıfı için bir politik çıkış, açınım vadeden bir perspektif doğmasını engelliyor.
§-5. Solda küreselleşme konusundaki yanlış görüşler ortak bir yöntem hatasında birleşiyorlar : Önce görüş sahibi kendi politik tercihini koyuyor. Bu tercih anti-emperyalist, anti-kapitalist, sosyalist, sosyal-demokrat, ulusal egemenlikçi, ithal ikame yanlısı vb. bir tercihtir. Sonra karşı kampın ideologlarının, politikacılarının, muhtemelen monetaristler gibi emperyalizmin en katışıksız sözcülerinin, küreselleşmeyle ilgili teorik-politik iddialarını, propagandalarını ve önyargılarını, bir bütün olarak veya kısmen, küreselleşme olgusunun nesnel özellikleriymiş gibi ele alıyor ve çürütmeye çalışıyor. Belirleyici olup olmadıklarına bakmaksızın bu çabasına uygun gözlemler seçiyor. Yaşamın içinde somut olarak yürüyen süreçlere ve belirleyici olgulara bakıp bilimsel sonuçlar çıkarmaya, yeni kavramlar geliştirmeye çalışmıyor. Karşı kampın küreselleşme söylemine, tekelci sermayenin arzularını ve niyetlerini gerçekliğin yerine geçiren söylemine ve bu söylemde saklı art niyetlere takılıp kalıyor. Bu söylemi deşifre edebildiği ölçüde de küreselleşme olgusunu, sonuçlarıyla değil sanki kendisiyle savaşılabilecek bir olguymuş gibi işçi sınıfına sunuyor. Küreselleşmenin kendisiyle savaşılamayacağı için de, böylelikle bu olgunun doğru kavranmasını önlüyor, işçi sınıfını ve tüm emekçileri politikasız bırakıyor, demoralize ediyor, bir yenilgiden başka bir yenilgiye sürüklenmelerine neden oluyor. Kendi politik varlığını ise küreselleşmeye karşı daha fazla öfke duyarak, emperyalizme daha fazla küfrederek rasyonalize ettiğini sanıyor. Emperyalizm dünya gündemini küreselleşme bayrağı altında belirliyor. Anti-empeyalist güçler de emperyalizm kendisiyle hangi noktada savaşılmasını emretmişse onunla o noktada savaşıyor ; bir tek muharabe bile kazanamadan, neden yenilip durduğunu bir türlü tam olarak kavrayamadan…
§-6. Küreselleşme sürecinin yapısı, özellikleri, yönü ve dinamiği hakkında ne söyleyebiliriz ?
Birincisi, küreselleşme, üç ana eksende, ulusal ekonomiler arasında süregiden ticaretin yanı sıra ve bundan da önemlisi, uluslarötesi ticaret ; üretimin uluslarötesileşmesi ; mali devrelerin uluslarötesileşmesi ve para sermayenin büyümesi eksenlerinde yürüyor.
İkincisi, tekil ulusal ekonomiler dünya pazarıyla kendi başlarına değil, daha çok, dahil oldukları veya yörüngesine girdikleri alt-sistemler kanalıyla, yani dolaylı olarak, bütünleşiyorlar. Pratikte gözlenen budur. Bu durumda küreselleşme ve alt-sistemleşme birbirini dışlayan değil, tamamlayan ve aynı bütünleşme doğrultusunda yürüyen süreçlerdir. [3]
Üçüncüsü, kapitalizm altında, kapitalizmin kendi iç çelişkileri nedeniyle, dünyanın mutlak entegrasyonu mümkün değildir. Küreselleşme göreli bir entegrasyondur. Entegrasyonun düzeyi yörelere, sektörlere ve konjonktüre bağlı olarak değişir.
Dördüncüsü, küreselleşme, ulusal sınırları geriletmenin ötesinde, ulus-devletin ekonomiye müdahalede kullandığı klasik araçları, para basma ve faiz hadlerini saptama dahil, birer birer elinden alıyor.
Beşincisi, küreselleşme, uluslarötesi mekânın kazandığı ekonomik derinlik ve yayılım nedeniyle, ithal ikamesine dayalı gelişme stratejilerinin dünya çapında tasfiyesini getiriyor.
Altıncısı, küreselleşme sürecinin daha da hızlandırılması üzerinde dünyada çok geniş ve güçlü bir konsensus oluşuyor. Bu süreç dünya çapında meşruiyet kazanıyor. [4]
§-7. Bütün bunlardan çıkan sonuç, küreselleşmenin dünya burjuvazisinin salt öznel bir stratejik tercihi olmadığı, hele bir yalan ve kandırmaca hiç olmadığıdır. [5] Elbette burjuvazi bu nesnel sürece öznel olarak, çıkarları doğrultusunda müdahale ediyor. [6] Bu müdahale, sürecin nesnelliğini gözden kaçırmamıza yol açmamalıdır. Küreselleşme süreçleri adım adım, sistemli bir biçimde kurumsallaşıyor. Dünya burjuvazisinde bu süreci derinleştirme yönünde giderek genişleyen bir konsensusun varlığı, emperyalizmin ulus-devletlere ve ulusal hükümranlık haklarına militanca, hatta yer yer silahlı biçimde saldırması, bu sürecin dünya çapındaki toplumsal desteğini genişletmek için ideolojik saldırıyı yoğunlaştırması, küreselleşmeye “salt politik bir strateji” görünümü veriyor ; tekelci medyanın ideolojik amaçlı propagandası da bu görüntüye duyulan öfkeyi körüklüyor. Solcuların bir bölümü bu görüntünün ötesine geçemiyor. Küreselleşme olgusuna yüklenen birtakım anlamlar ve misyonlar, kitleleri kandırmaya, apolitikleştirmeye, kaderlerine razı etmeye yöneliktir. Ama bilimsel bir yaklaşım bu noktadan yola çıkılarak geliştirilemez. Bu nokta, olguların görüngüsel kabuğuna takılıp özlerine inilmesini, nesnelliğin bulunup ortaya çıkarılmasını önler.
§-8. Yalan ve kandırmaca, bugünkü yapıda ve yönde yürüyen küreselleşme sürecinin insanlığı bir bütün olarak refaha ve mutluluğa doğru götürdüğü iddiasında somutlaşıyor. Yaşam bu iddiayı çürütüyor. Küreselleşme, en başta, hem zengin ülkelerle fakir ülkeler arasındaki gelir dağılımını, hem de tüm ülkelerde yüksek gelirlilerle düşük gelirliler arasındaki gelir dağılımını bozuyor.
Önce metropol ile periferiyi karşılaştıralım. Birkaçı hariç, metropol dışı ülkeler büyük bir ekonomik yıkımla karşı karşıyadır [7] . Periferi ülkelerin toplam dış borçları 2 trilyon doları çoktan aştı [8] . Küreselleşmeye uluslararası mali devre kanalıyla entegre olan ülkelerde dış borçlar azalmıyor, artıyor. Metropol ülkeler periferi ülkelerden gelen mallara, kendi aralarında uygulamadıkları ölçüde yüksek, bu ülkeler için ölümcül oranlarda tarife dışı engeller uyguluyorlar. Metropol ülkelerin dünya GSMH’ndaki payı yaklaşık 4/5 iken, geri kalan 160 küsur periferi ülkesinin toplam payı 1/5’te kalıyor. Dünya nüfusundaki payları ise sırasıyla yüzde 15 ve yüzde 85. Kuzey, toplam ihracatının ancak yüzde 22’sini Güney’e, Güney ise toplam ihracatının yüzde 60’ını Kuzey’e yapıyor. Sanayileşmiş ülkelerin dünya mal ihracatındaki payı yüzde 80’i aşıyor, geri kalan ülkelerinki ise yüzde 20’yi bulamıyor. Yatırımlar ve sermaye hareketleri ağırlıklı olarak gelişmiş ülkeler arasında gerçekleşiyor. Dünyadaki toplam dolaysız yatırımların yüzde 71’ini ABD/AT/Japonya kendi aralarında gerçekleştiriyor. [9] Merkezden periferiye büyük bir sermaye akışı yoktur.
Aslında metropolde yoğunlaşan bir süreç olan küreselleşme, birkaç ülke dışında, Üçüncü Dünyayı, global ticaret ve üretimde marjinal bir konuma itmiştir. Periferi ülkeleri üçlü bir kıskaç içinde inim inim inlemektedir :
- Uluslarötesi mali devrenin kıskacı : Bu ülkelerin ekonomileri dış borç yükü altında ezilmektedir. Faiz ve ana para ödemeleri altyapı yatırımlarına, teknoloji transferine ve endüstriyel gelişmeye kaynak bırakmamaktadır.
- İhracat modelinin kıskacı : Az sayıda ürün ihraç edenlerin ürünlerinin fiyatları metropolde belirlenmekte, bu ülkeler büyük değer kaybına uğramaktadır. Emek-yoğun sanayi mamulleri üretenler ise kendi düzeylerindeki ülkelerle aynı pazarlarda, aynı ürünlerle rekabet etmek zorundadırlar. Buna karşılık kendi istihdamını korumak isteyen metropol ülkeler söz konusu ürünlere kotalar ve tarife dışı engeller koymaktadırlar.
- Uluslarötesi üretimin kıskacı : Bu ülkelerin ekonomileri, tekellerin global üretim planlarına göre şekillendirilmekte, ithal edecekleri teknolojiler konusunda bir söz söyleme hakları olmamaktadır.
Metropol ve yarı-periferideki ülkelere gelince, kendi aşırı tekelci kârlarından başka bir itkileri olmayan uluslarötesi tekeller, gittikleri ülkelerdeki işçilerin durumunu iyileştirmek bir yana kötüleştiriyor, sosyal devlete ve kamu harcamalarına saldırıyor, işsizliği körüklüyor. Örneğin, küreselleşme sayesinde bir ülkede emek pazarının esnekleştirilmesi, kapitalizmin sözcülerinin iddialarının aksine, o ülkenin işgücünün ve kaynaklarının gelişen sektörlere kaydırılması, yeni iş olanaklarının yaratılması anlamına gelmiyor. İşçilerin çalıştıkları sektörlerde kolayca işten atılabilmeleri, sendikaların zayıflatılması, işsizlik tazminatının ve ücretlerin düşürülmesi anlamına geliyor. [10] Tekeller endüstriyel yapıyı da derinden etkiliyorlar. Hangi sektörlerin geliştirileceğini, ulusal devletle fikir birliği içinde, o ülkeye gelen tekel belirliyor.
§-9. Bu “çarpık” küreselleşme süreci tüm dünyada yaşanan ana süreçtir ve geri döndürülemez bir süreçtir. Giderek büyüyen ve merkezileşen tekelci sermaye dağılıp daha az elde toplanmayacaktır. Hem birikim süreci tersine yürümez hem de bugün tekelci rekabetin çıkarları doğrultusunda örgütlenen bilimsel teknolojik devrim süregendir. Küreselleşmenin sonuçlarıyla savaşmanın zamanıdır. Küreselleşmeden doğan politikaların dünya işçi sınıfına cepheden bir saldırı anlamına geldiği, bilinçli işçiler tarafından giderek daha büyük bir ölçüde kavranıyor. Bunun sonucunda, özellikle Avrupa’da, sendikaların birleşme eğilimi güçleniyor. Ayrıca işçi sınıfı, sosyal devlet uygulamalarına tüm toplum adına sahip çıkmaktadır. İşçi sınıfının bir çıkış aradığına dair olumlu işaretlerin çoğaldığı bir ortamda, devrimcilerin, sosyalistlerin küreselleşmeye bakış açılarını değiştirmelerinin tam zamanıdır.
§-10. Bugünkü küreselleşme sürecinin çarpıklığına belki de en iyi kanıt, küreselleşmenin mantığına göre dünya çapında özgür dolaşması gereken emeğin önüne dikilen ekonomi-dışı engellerdir. Eğer bu küreselleşme mümkün olan tek küreselleşme biçimiyse, süreç içinde nasıl sermaye önündeki engeller azalıyorsa, emek önündeki engeller de azalmalıdır. Oysa tam tersi oluyor, emeğin önündeki engeller yükseltiliyor. Küreselleşme sürecinin teorik olarak son durağı, emeğin tüm dünyada tam bir serbesti içinde dolaşabilmesi, göçün dünya çapında özgürleşebilmesidir. Bu ise, demografik ve ekonomik baskı altında yaşayan Üçüncü Dünya ülkelerinden metropol ülkelerine doğru yığınsal bir göçün başlaması, yeni gelen ve sınıf savaşımında deneyimsiz işçiler sayesinde, metropoldeki gerçek ücretlerin derhal olağanüstü düşük bir düzeye inmesi demektir. [11]
§-11. Kısacası küreselleşme bugün dünyayı eşitsizlikler temelinde ve coğrafi mekânda kutuplaşmış bir yeniden yapılanmaya götürüyor. Dünya çapında eşitsiz kalkınma, eşitsiz büyüme ve zenginliğin eşitsiz paylaşımı anlamına geliyor. 12 Bunu inkâr etmek, saklamaya çalışmak, yarı kabul etmek, küreselleşmeden faydalananların bir imtiyazıdır, bizi ilgilendirmez.
Yukarıda (§-5‘te) küreselleşme sürecinin yapısını, özelliğini, yönünü ve dinamiğini altı nokta halinde özetlemiştik. Şimdi bunlara bir yedincisini eklememiz gerekiyor :
Küreselleşme gezegen çapında aynı perspektifle yürüyen bir süreç değildir. Ama etki ve sonuçları bütün gezegeni ilgilendiriyor. Sınırlı ve dar bir mekânda, tamamen tekelci sermayenin gereksinimlerine ve kârın hareketine bağlı olarak, kârın maksimizasyonundan başka hedef tanımadan yürüyen küreselleşme, “gezegenleşme” değildir, ama tüm gezegeni derinden etkilemektedir. İşte bu noktada, küreselleşmeden yarar değil zarar görenlerin ama bu süreçten dışlanmaları da mümkün olmayanların durumunu anlatmak için, ‘negatif entegrasyon‘ kavramını öneriyoruz. [13]
§-12. Tüm insanlık giderek daha büyük ölçüde küreselleşme sürecine entegre olmaktadır, ancak entegrasyonun niteliği entegre olanın sınıfsal ve mekânsal konumuyla tanımlanmaktadır. Tekil ülkelerde ve dünya bütününde ezilenler, sömürülenler küreselleşme sürecine negatiften katılıyorlar, yani büyük değer kayıplarıyla, bu kayıplar nedeniyle de bazen çelişkilerini metafizik dünyalarda tersinden çözmeye çalışarak katılıyorlar. Önceki bir çalışmamızda da dediğimiz gibi, “bugün dünyadaki istikrarsızlığı besleyen kargaşalar, iç savaşlar, dinsel ve etnik çatışmalar, katliamlar ve yıkım, en yoğun biçimde, küreselleşme süreçlerinden dışlanan mekânlarda, bu süreçlere pozitiften katılamayan mekânlarda, negatif entegrasyon hattı boyunca ortaya çıkıyor. Dengesiz ve eşitsiz bir süreçle küreselleşen gezegen negatif entegrasyon fay hattı boyunca kırılıyor.” [14]
§-13. Bir tarafta, bu “çarpık” küreselleşmenin olumlu sonuçlarına bir düzeyde ortak olan azınlığın azınlığı, diğer tarafta olumsuz, hatta ölümcül etkilerine ve sonuçlarına katlanmak zorunda bırakılan büyük insanlık… Her iki taraf da tek bir evrensel sürece entegre durumdadır, süreçten dışlanmış değildir. Dünyada yaşayan bir tek birey bile dışlanmış değildir. Küreselleşme süreci, az sayıda ülkede küçük bir azınlık, yani insanlığın küçük bir azınlığı için pozitif entegrasyon, çok sayıda ülkede büyük çoğunluk, yani insanlığın büyük çoğunluğu için negatif entegrasyon demektir. Küreselleşme rüzgârına uygun yelkenleri açanlar için pozitif entegrasyon, dalganın altında kalanlar için negatif entegrasyon… Alt-sistemlere katılanlar için pozitif entegrasyon, katılamayanlar için negatif entegrasyon… Bir ülkede hakim sınıflar ve onların iktidarına payanda olan ara sınıfların üst tabakaları için pozitif entegrasyon, ezilen sınıflar için negatif entegrasyon… İşte küreselleşmeye karşı çıkanların farkında olmadıkları gerçek budur. Farkında olsalardı, küreselleşmenin nesnelliğiyle beyhude yere uğraşacaklarına, negatif entegrasyonun nasıl pozitif entegrasyona çevrileceği üzerine kafa yoracaklar, işçi sınıfına iktidar perspektifinin belki de bu uğraş içinde açılacağını, politik çıkış hattının buradan geçeceğini keşfedeceklerdi.
§-14. Küreselleşmeyi bir propaganda olgusu gibi görenler, bu argümanla tutarlı kalabilmek için, küreselleşmenin özgün bir realite olmadığını göstermeye çalışıyorlar. Devrimci solun bir kanadı da, kanımızca, sol akademisyenlerin bu tür görüşlerinden besleniyor. Örneğin, sermayenin uluslararasılaşması, mali sermayenin ulusal ekonomilere nüfuz etmesi, ihracatın artması, ticaretin GSMH içindeki payı, ulaşımın ve haberleşmenin hızlanması ve ucuzlaması gibi etkenlere bakıp, dünya ekonomisinin, 1870-1914 döneminden daha az bütünleşmiş ve daha az açık olduğu, yani daha az küreselleştiği sonucuna varıyorlar. [15]
Küreselleşmeyi, ulusal ekonomiler arasındaki ticaretin GSMH içindeki paylarıyla tanımlamak yetersizdir. Bu yazarlar, sermaye hareketlerinin serbestliğini ve ulusal ekonomilere nüfuz etmesini de salt ulusal ekonomiler arası bir ilişki gibi görüyorlar olsa gerek, çünkü tekellerin kendi bünyeleri içindeki sermaye ve mal akışını geçen yüzyıldakiyle kıyaslamak mümkün değildir. Daha önemlisi, 1914 öncesi dünya ticaretindeki liberalizme bakarak bugünün küreselleşmesinin dinamikleri anlaşılamaz. Düşük ücret peşindeki sermaye ve teknoloji, yeryüzünü bugün olağanüstü bir hızla dört dönüyor, nakliyat sırasında bile üretime devam ediyor, bir gecede fabrika kurup fabrika kapatıyor. Küreselleşme süreci budur.
Mali sermayenin ulusal ekonomilere nüfuz etmesi konusuna gelince, bugün dünya kapitalist ekonomisi yalnız mali devrede değil, ekonominin her alanında uluslarötesileşiyor ve milyarlarca insanın günlük yaşamına nüfuz ediyor. Mali devrelerin baskısı altındaki ulusal ekonomi, ulusal devlet tarafından giderek daha bir yönetilemez hale geliyor. Ulusal devlet, ekonomik anlamda ağır bir cezayı göze almadan dilediği gibi para bile basamaz haldedir. Mali sermayenin uluslarötesileşmesi, küreselleşme olgusunun özgünlüğünü en çarpıcı biçimde gösteriyor. [16] Bugünkü haberleşmenin hızı ve ucuzluğuyla geçen yüzyılınkini kıyaslamaya kalkışmanın gülünçlüğüne ise diyeceğimiz yoktur.
Yine aynı yazarların savlarına göre [17], gerçek global şirketler vardır, ancak sayıları çok azdır. Bu yöndeki eğilim, ileri sürüldüğü kadar güçlü değildir ; yatırım ve istihdam söz konusu olduğunda, çok az sayıda ülke dışında Üçüncü Dünyaya doğru büyük bir kayma yoktur, gelişmekte olan ülkelerin dünya ekonomisi içindeki payı hâlâ son derece küçüktür ; sermaye hareketleri ve ticaret, esas olarak ABD, Avrupa ve Japonya üçgeni içinde gerçekleşmektedir. Çıkardıkları sonuç ise şudur : Dünya ekonomisi gerçekten globalleşmiş değildir emperyalist devletlerin dünya ekonomisini şekillendirme gücünde bir azalma olmamıştır.
Bu savlarda doğrular ve yanlışlar bir arada duruyor. Bugün dünyada tekelleşme sürecinin aldığı boyutlar, tarihin hiçbir döneminde görülmemiştir. Tekellerin parçalanıp dağıldığı, küçüldüğü bir süreç de yoktur. Süreç sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi doğrultusunda işliyor. Dünyada uluslarötesi tekellerin sayısı az değildir ama süreç içinde giderek azalıyor, çapları büyüyor. Artık her sektörde, dev tekeller birleşiyor. Dünya ticaretinin yüzde 70’i, üretiminin yüzde 30’u, yatırımının yüzde 80’i, tekellerin kendi bünyesi dahil, uluslarötesi mekânda gerçekleşiyor. Ayrıca, sayıları azalıp giderek daha büyük bir sermaye yoğunluğuna ulaştıkları ölçüde, tekellerin tekel-dışı sermayeyi kendi gereksinimlerine göre örgütleme, onları kendi üretim stratejilerine eklemleme kapasiteleri de artıyor. Bütün bu gelişmelerin geçen yüzyılda olup bitenlerle karşılaştırılabilecek bir tarafı yoktur.
Üçüncü Dünya ülkelerinin dünya ekonomisindeki paylarının hâlâ çok küçük olduğuna biz de işaret ettik, hatta yeni sanayileşen bir avuç ülke dışarda bırakıldığında, bu payın giderek azaldığı bile söylenebilir. Ama buradan çıkan sonuç, dünya ekonomisinin küreselleşmediği olmamalıdır. Kapitalizmin irrasyonel bakış açısı içinde “doğal”, ama insanlığın bir bütün olarak ele alınmasını öngören rasyonel bakış açısı içinde çarpık bir biçimde, yirmi otuz ülkeyi kapsayan dar bir mekânda, ne var ki dünyadaki değerin çok büyük bir bölümünün yaratıldığı mekânda küreselleştiği olmalıdır. Küreselleşmenin gezegen çapında yürüyen bir süreç olmaması, soyut bir küreselleşme modeline uymaması, çarpık ve irrasyonel bir biçimde süregitmesi, dünya ekonomisinin “gerçekten globalleşmediğine” kanıt olarak ileri sürülemez. Elbette sermaye hareketleri ve ticaret, esas olarak metropol ülkelerde gerçekleşmektedir. Elbette emperyalist devletlerin dünya ekonomisini şekillendirme gücünde bir azalma olmamıştır. Küreselleşme emperyalizmin alternatifi değildir. İşte bu gerçekler tam da bizim öne sürdüğümüz görüşleri destekliyor.
§-15. Ulus-devletin küreselleşme karşısındaki konumu, tartışmaların ve küreselleşmeye karşı değişik görüşlerin odak noktasını oluşturuyor 18. Genel olarak ulus-devletin yer yer gerilediği kabul ediliyor, ama “hâlâ gücünü koruduğu” şerhiyle birlikte… Ulus-devlet ele alınırken devletin siyasi işleviyle ekonomik işlevi, ya da, ulus kavramıyla ulus-devlet kavramı birbirine karıştırılıyor.
Bu görüşleri ele almadan önce şu soruyu yanıtlayalım : Ulus-devletin tarihsel anlamda sona erdiğini söylemekle ne kastediyoruz ? Ulus-devletin sermaye birikim sürecindeki tarihsel işlevinin sona erdiğini kastediyoruz. Yani, bu soyutlama düzeyinde, ulus-devlet kategorisi, pratik değil tarihsel anlamda bitmiştir. Bu görüşe karşı çıkanların önemli bir bölümü, “tarihsel olarak” şerhinin neyi anlattığını anlamıyorlar ve soyutlama düzeylerini karıştırıyorlar : Ya üstyapının bir parçası olan ve devlet denen olgunun kapitalizmde son bulduğunun, ya da ulus-devletin politik işlevinin de bittiğinin iddia edildiğini sanıyorlar. Bu tür iddiaları çürütmek elbette kolaydır, ama öne sürülen iddialar bunlar olmadığı için tartışmada bir yere gidilemiyor. Ulus-devletlerin bir ekonomik kategori olarak tarih sahnesinden çekilmesi, gelecekte, ulusal devletin politik olarak erimesini, yerini alt-sistem devletine ve uluslarötesi örgütlere bırakmasını da getirecektir. Emek-sermaye çelişkisi kapitalizm altında yok olamayacağına göre devlet de var olacaktır, kapitalizmin iç çelişkileri ortadan kalkmayacağına göre, burjuvazi kesimsel çıkarlar etrafında bloklaşmasını sürdürecek ve kapitalist dünya tek bir devlete kavuşamayacaktır.
Vurgulayarak yineleyelim : Ulus-devletin sermaye birikimindeki rolünün tarihsel olarak bittiği tezi, yerini giderek alt-sistem devletine bırakan ulus-devletlerin ve alt-sistemleşme süreci dışında kalıp da küreselleşme sürecine negatif entegre olan periferi devletlerinin tüm işlevlerinin sona ermekte olduğu şeklinde algılanamaz : Uluslarötesi sermayenin gittiği ülkede istikrar ve güvenliğe gereksinimi vardır. NATO gibi uluslarötesi silahlı örgütler ise henüz bu düzeyde kullanılamaz. Tekelciliğin kendisi henüz silahlı değildir, bu yüzden sermaye birikiminden dışladığı ulusal devlete siyasi ve askersel olarak ihtiyacı vardır. Bu nedenle ekonomik düzeyde içini boşalttığı ulus-devletin polis-devlete dönüşmesine yol açar. Kaldı ki uluslarötesi siyasi, polisiye ve askersel müdahaleler de (Balkanlar’daki gibi) giderek daha eşgüdümlü bir hal almakta ve ulus-devletin bu işlevlerini de kemirmektedir [19] . Hele kurumsal yapısı zayıf periferi devletlerinde, küreselleşme dinamikleri, devletin yasal alanını, güçler ayrılığı ilkesini ve parlementoyu anlamsızlaştırıyor.
§-16. Ulus-devletlerin ekonomik alandaki güçlerini belli ölçüde korudukları savı değişik çerçevelerde temellendiriliyor. Örnekleyelim : Kimilerine göre, ulus-devletin işlevinin tarihsel olarak bittiğini, “onun kendi ulusal pazarı ve para üzerindeki hakimiyetini büyük ölçüde yitirmesinden hareket ederek” (abç) [20] çıkarmak yanlış bir tutummuş. Büyük ölçüde yitirmek filan değil, iki yıl sonra Avupa’nın yirmi küsur devletinin ulusal para basma hakkı resmen yokoluyor ! Bu sürecin şimdilik dışında kalan ama katılmak için can atan onlarca ülkenin “coşkusu” bile eğilimin yönünü gösteriyor.
Aynı yazarın, ulus-devlet/ulusal pazar ilişkisini de anlamadığını görüyoruz : “Ulus-devleti, ulusal pazar ve bu pazarda geçerli genel değişim aracı olarak ulusal para yaratmamıştır. Bunun tam tersine, ulusal pazarı ve ulusal parayı yaratan ulus-devlet olmuştur.” [21]
Burada “tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan ?” türü bir mekanik yaklaşım var. Oysa ulus-devlet/ulusal pazar diyalektik bir etkileşim içinde doğmuştur. Ulusal pazarı yaratan dinamik, üretken güçlerin pazar için meta üretebilecek düzeyde ilerlemiş olmasıdır. Ulus-devlet bu doğmakta olan pazarı örgütler ve geliştirir, çünkü bu düzey, ulusal sınır ve ulusal para ister. Örgütlenen ve gelişen pazar da devleti güçlendirir.
§-17. P. Hirst ve G. Thompson’un bu konudaki bir gözlemi de şu [22] : Çokuluslu şirketler, bir ülkede işlerine gelmeyen bir politika uygulamaya sokulduğunda çoğu zaman ülkeyi terk etmiyorlar, orada kalarak uyum sağlamaya çalışıyorlar.
Uluslarötesi bir tekelin operasyon alanındaki ulus-devletle uzlaşmaya çalışması, o ülkeyi terk edip gitmemesi, ulusal devletlerin güçlerini koruduğunu göstermez. Tam tersine söz konusu tekel, uzlaşmaya çalışamadan o ülkeyi terk edip gitmek zorunda kalsaydı, ulusal devlet gücünü koruduğunu göstermiş olurlardı. Yani devlet öyle güçlü ki ekonomi politikasıyla bir tekeli kovuyor… Tekelin amacı, nihayet, kârdır ; o ülkedeki ulus-devletle siyasi hesaplaşma içine girmek değildir. Devletin olumsuz bir politikası sonucunda kaybedeceği kâr, zaten, başta onu oraya çeken aşırı tekelci kârdan ettiği zarardır. O ülkedeki varlığının sürekliliği tehlikeye girecekse, bir şekilde bu zararını da çıkaracağını umarak, yorganı yakmaktan kaçınır.
§-18. İlginç bulduğumuz bir görüş de, ulus-devletle alt-sistem devletinin karıştırılmasıdır.
E. Yıldızoğlu, Kosova savaşı sırasında yayımladığı bir yazısında [23] şu soruyu soruyor : “Küreselleşmeyi savunanların, NATO’yu övenlerin, ulus-devletin ortadan kalkmakta olduğuna inanmamızı isterken, aslında bizden, dünyanın, ulusal ve uluslararası egemenliğinden vaz geçmeye hiç niyeti olmayan bir ulus-devletinin (ABD) öz çıkarlarını benimsememizi beklediklerini söylersem, çok mu haksızlık etmiş olurum ?”
ABD bir ulus-devlet değildir, alt-sistem devletidir. Federatif yapısıyla, göçmenlerin eski etnilerini, klasik ulusçuluktaki gibi başat bir etni altında değil, etnilerden bağımsız bir potada eriterek “Kuzey Amerikalı” kimliğini yaratmış olmasıyla (kapitalizmin alttan en saf biçimde gelişmesi buna izin verdiği için), ABD, bugün doğmakta olan Avrupa Birleşik Devletleri’ne karşılık gelir. Kuzey Amerikalı kimliğinin, geçen yüzyılın Avrupa’sında doğan etnik-ulusal kimlik kavramı ve anlayışıyla bir benzerliği yoktur, yani içinde etnik unsuru barındırmaz, Kuzey Amerikalı kimliği bugün yavaş yavaş oturan Avrupalı kimliğiyle benzer bir çerçeveye oturmaktadır. Bütün bunları söyleyebilmemiz için NATO’yu övmemiz gerekmiyor.
Biraz ilerde yazar, küreselleşme olgusu karşısında açıkça ulusal bir tavır alıyor ve özellikle tarihin en kanlı devletlerinden biri olan ve bugün birçok ülkede polis-devlete dönüşen ulus-devlete, demokratikleşme sürecinin öncülüğünü veriyor :
“Ulus-devletlerin zayıfladığı ender durumlarda ise zayıflayan devletten kendi vatandaşlarına bir güç transferi olmuyor. Aksine, halkın üzerindeki baskı artarken, uluslararası kurumlar (bankalar, IMF vb.) güç kazanıyor. Demokrasi ve özgürlükler ise, bu anamalcı toplumda, ancak ekonominin, vatandaş iradesini yansıtan demokratik bir devletin etki alanı altına alınmasıyla mümkün. Bu yüzden devleti uluslararası sermayenin, IMF’nin, hatta (uluslararası) ekonominin hizmetine verdiğinizde, vatandaşın en önemli/etkin demokrasi kullanma aracını elinden alıyorsunuz.” [24]
Yazarın devlet olgusuna sınıfsal bir gözlükle bakmasını ummuyorduk, ama en azından sivil toplumu öne çıkaran bir yaklaşım beklerdik.
Küreselleşmeye yanlış politik nedenlerle karşı çıkmak da doğru değildir. Ulusallığa, ulusal hükümranlığa, ekonomide de korumacılığa özlem duymak bu devirde acaba ne ölçüde ilericiliktir ? [25]
Yaşamda hiçbir belirtisi görülmediği halde, küreselleşmenin geri döndürülebilirliğini, ulus-devletin yokoluşa gittiğinin söylenemeyeceğini hatta yeniden güçlenebileceğini iddia eden görüşler de var. Tartışmaya değer bulmuyoruz.
§-19. Son yıllarda, ulus-devletin sermaye birikimindeki rolünün tarihsel olarak bittiğini kanıtlayan çok önemli gelişmeler oldu. Özellikle iki gelişmenin üzerinde durmak istiyoruz. Birincisi, MAI, çok-taraflı yatırım anlaşması girişimidir. İkincisi, solun bir kesiminin çıkmaz sokakta politika yapmakta ısrar ettiğini göşteren Balkan krizi ve Kosova savaşıdır.
§-20. Küreselleşmeyi örgütleyen güçlerin ulus-devlete ne gözle baktıklarına en iyi örneklerden biri “Çok taraflı Yatırım Anlaşması” girişimidir (MAI = Multilateral Agreement on Investment) [26] . MAI, yabancı yatırımcıların anlaşmayı imzalayan devletler karşısındaki haklarını belirleyen ve hukuksal güvence altına alan bir anlaşma taslağı olarak ortaya atıldı. 1995’ten itibaren üç yıl boyunca, ABD ve diğer 28 OECD ülkesi arasında son derece gizli bir biçimde görüşülen taslak, nihayet kamuoyu önüne çıkarıldığında, sivil toplum örgütleri ve sendikaların yoğun muhalefetiyle karşılaştı, imzalayacak aday devletler arasında da ortak bir nihai görüş oluşturulamadığı için şimdilik rafa kaldırıldı. Şu an yeni bir taslağın hazırlanması ve görüşmelerin OECD’den Dünya Ticaret Örgütü bünyesine taşınması isteniyor. MAI “şimdilik” öldü. Ancak niyet yaşıyor.
Hazırlanan taslağın içeriği, uluslarötesi sermayenin küstahlığını ve küreselleşme süreçlerine ne denli militanca müdahale etmek istediğini göstermesi açısından önemlidir. Taslakta açıkça ortaya konan niyet, uluslarötesi tekeller karşısında ulus-devletin engelleyici kapasitesini hepten yok etme niyetidir. Tekeller, aralarındaki rekabette ulus-devletleri devre dışı bırakmak istediler. Kısaca göz atalım. MAI, yabancı yatırımcılara (siz buna tekeller deyin) bir ülkede yapacakları yatırımlarla ilgili çok geniş haklar tanıyor :
- Devlet, yabancı yatırımcının mülkiyet haklarına hiçbir kısıtlama getiremez, yabancı yatırımcı istediği menkul, gayrimenkul veya işletmeyi istediği şekilde alır ya da satar ;
- Yabancı yatırımcılar, pazara girişte, sübvansiyon ve vergi iadesi almada, şirket kurmada vb. yerli yatırımcılarla aynı haklara sahiptirler, bu haklar onların performanslarına veya izledikleri politikalara bağlı değildir ;
- Devletin izlediği politikalar, yabancı sermayeyi ülkenin belli yörelerine gitmeye zorlayamaz, yabancı yatırımcı istediği yöreye ve/veya sektöre yatırım yapabilir, yatırımı hiçbir koşula bağlanamaz, istediğinde de o yöreyi ve/veya sektörü terk edebilir ;
- Yerel yöneticiler de yabancı yatırımı kısıtlayamaz ;
- Devletin, yabancı yatırımları eleme hakkı yoktur. Yabancı yatırımcıyı, yerel ve/veya ulusal ekonomiye katkı yapmaya, örneğin istihdam yaratmaya, ulusal şirketlerden girdi almaya, ulusal şirketlere satış yapmaya vb. zorlayamaz ;
- Yabancı yatırımcı, bir ülkede yatırım özgürlüğünün ya da yatırımdan vazgeçme özgürlüğünün, hukuki ya da pratik olarak engellendiğini, yatırımının şu veya bu şekilde önlendiğini düşünürse, o devletten davacı olabilir ve tazminat talep edebilir ;
- Yabancı yatırımcının yerli ortak alma ya da yerli yönetici atama zorunluluğu yoktur ; ortak girişimlerde şirketin her düzeyine kendi sorumlu personelini getirebilir.
Yabancı yatırımcılara tanınan bütün bu haklara karşı, MAI’de onları hukuken bağlayan bir hüküm yoktur, örneğin yatırımlarının çevreyle ilişkisinden sorumlu değildirler, işçi haklarıyla ve insan haklarıyla ilgili bir sorumlulukları da yoktur.
§-21. MAI taslağı, ulusal devletlerin halen var olan hukuki çerçevelerinin salt ticarete ilişkin olanına değil her boyutuna saldıran, yürürlükteki ulusal yasaların önemli bir bölümünün değiştirilmesini ya da iptalini gerektiren bir taslaktı. Uluslarötesi tekellere yalnız ulusal adalet mekanizması önünde değil, kamuoyu önünde de herhangi bir sorumluluk yüklemiyordu.
Bir ABD-AB ortak girişimi olan MAI, görüşleri bile alınmayan Üçüncü Dünya ülkelerine baskıyla kabul ettirilecekti. Üstelik bu ülkeler, dış sermaye girişinden, eskisinden de az bir yarar elde edeceklerdi. MAI, uluslarötesi sömürünün dünyada ücretlerin düşük olduğu mekânlarda daha da yoğunlaşmasını ve bu mekânlara, hukuksal düzenlemeler tarafından engellenmeksizin, hızlı bir biçimde ulaşmasını öngörüyordu. Tekelci sermayenin iyice hareketli hale gelmesi, Üçüncü Dünya’yı kaynak bulmada daha da zor bir durumda bırakacaktı.
§-22. Ulus-devletin uluslarötesi tekeller karşısındaki en büyük silahlarından biri, ülke içinde diledikleri yöreye, diledikleri anda gidebilme özgürlüklerini kısıtlama kapasitesiydi. Ulus-devletle uluslarötesi tekeli hukuksal bir ilişki içine sokan, bir masaya oturtan, hatta sendikanın da bu masaya oturabilmesini sağlayan en önemli silah buydu. Çünkü ulus-devlet, tekelin, başka bir yöreye gitmek üzere o yöredeki fabrikasını istediği anda kapatmasını ve binlerce işçiyi sokağa atmasını, ya da fabrika kapatma tehdidini kullanarak sendikaları ve vergi yasalarını zorlamasını, birtakım zorunlu çevresel ve sosyal harcamalardan kaçmasını, yasal kısıtlamalar sayesinde bir ölçüde önleyebiliyordu. Yani ulus-devletin yabancı sermayenin hareket serbestisini kısıtlama hakkı vardı. MAI taslağı devletin bu hakkını, yabancı yatırımcının haklarına bir tecavüz olarak görüyor ve yasa dışı ilan ediyordu. MAI taslağı ayrıca o ana kadar yürürlükte olan birçok uluslararası anlaşmayı da yok sayıyordu. [27]
MAI başka bir biçim altında yeniden gündeme getirilecektir. Dünya işçi sınıfının tam teslimi alınmasını öngören böyle bir anlaşmaya karşı, küreselleşmeyi bu kadar az anlayan solcular acaba doğru bir politika önerebilecek midir ? Umarız bu konuya hakettiği özel ilgiyi gösterirler.
§-23. Şimdi gelelim son Balkan krizi ve Kosova savaşına… Önce nesnel tabloya bakalım. Yugoslavya’nın dağılma süreci, sosyalist sistemin kapanan şemsiyesiyle birlikte, küreselleşme dinamiklerinin, Avrupa metropolüne bu kadar yakın bir periferide, üstelik ekonomide dayanıksızlığı kanıtlanmış çok özel bir hibrid modelin denendiği bir ülke üzerinde kurduğu ağır baskıdan kaynaklanmaktadır. Süreci mümkün kılan gerçek budur. Ama dağılma sürecini reel bir süreç haline getiren etkenler başkadır : Ülkedeki özyönetim uygulamasının esas olarak sosyalist mülkiyete değil, kapitalist grup mülkiyetine dayanması, büyük bölgesel eşitsizlikler doğurmuştu [28] . Bu eşitsizlikler, tarihsel faktörlerin de olumsuz etkisiyle, istikarsızlığı körüklüyordu [29] . Bu ortamda, Tito Yugoslavyası’nın etnik federatif bir yapı içinde bölge halklarını etnik kimliklerinden kurtarıp bir üst-kimlikte birleştirmedeki başarısızlığı, çapsız “komünistlerin” ırkçı, milliyetçi, şovenist bir metamorfoz geçirmelerine ve nihayet iç savaşa yol açtı. Emperyalizmin müdahalesi, özellikle Almanya’nın baştaki müdahalesi, ancak bu önkoşulların varlığında politik bir gerçeklik kazanabildi ve iç savaş ülkenin parçalanmasıyla son buldu. Yani emperyalizmin müdahalesinin mümkün olabilmesi için önce bünyenin zayıflaması lazımdı.
§-24. İçerdeki öznel faktöre gelince… Balkan krizinin ve Kosova savaşının suçlusu Miloşeviç rejimidir. Reel politika, reel güçler tarafından ve reel olarak yapılır. Miloşeviç rejimi, eylemlerinde yüzde yüz haklı bile olsa, ki yüzde yüz haksızdır, reel gücünü çok aşan boyutlardaki bir provokasyonla NATO’yu Balkanlara soktuğu için suçludur. Irkçı Miloşeviç rejiminin, katliamlara, soykırımlara, kitlesel sürgüne dayalı etnik temizlik politikası, bölgede istikrarı yoketmiş ve emperyalist müdahaleye davetiye çıkarmıştır.
§-25. Dünyada solun büyük bir bölümü Miloşeviç’i on yıldır seyrediyor. On yıl önce, beş yıl önce, iki yıl önce bölgeye NATO’nun müdahalesi gibi bir durum yoktu. [30] Solcuların büyük bölümü Miloşeviç’i seyretmeyi yeterli bir politika saydı. Balkan krizini on yıldır seyrediyor olmanın artık acilen ödenmesi gereken, hem de Kosova’daki katliamlar sırasında ödenmesi gereken bir bedeli vadı. Dünya solu gibi Türkiye solunun da büyük bir bölümü, işte bu bedeli ödemekten kaçmak için sanal bir dünyaya sığındı ve gerçeklerle ilişkisini kesti. Sanal dünyada yaşayanların, ezberledikleri birkaç doğruyu her durumda yinelemekten başka bir söylemleri yoktur. Önerecek ve yapacak hiçbir şeyleri yoktur. [31]
§-26. ABD hegemonyasındaki NATO, yani dünya karşı-devriminin silahlı örgütü, savaşın taraflarından biriydi. Diğer tarafta ise, Sırp milliyetçiliğini, Balkanların 1389 yılındaki jeopolitik ve demografik yapısına geri dönüş özlemi üzerine kuran ırkçı-faşizan Miloşeviç rejimi vardı. Bu rejimin gerçek hedefleri, politik stratejisi ne olursa olsun, bu stratejiye dayanak olan kitle mobilizasyonu, böylesi ilkel, ırkçı, şovenist ve faşizan bir kurguya ve tarihsel söyleme dayanıyor. Kendi halkını da faşizan bir isteriye sokuyor.
Sırplar, daha önce Bosna’da yaptıkları gibi, Kosova’da da önemli bir katliam gerçekleştirdi. Bu iki bölgede olup bitenler bir iç savaş değil, bir soykırım yönelimiydi. Yöntemlerinden ve hızından da anlaşıldığı gibi iyi örgütlenmiş, sistemli bir etnik temizlemeydi. Sırpların, bir yandan katliamla, diğer yandan ölümcül riskler taşıyan bir dış göç zorlamasıyla, Kosova’yı Arnavutlar’dan temizleme politikası, ki aslında bu bölgede Arnavutlar çoğunluktaydı, nesnel bir gerçekliktir. Bu nesnel gerçekliği reddeden, emperyalizmin yalanı olarak sunan, aç biilaç yollarda, derme çatma kamplarda, acıdan ve çileden kıvranan, bitmez tükenmez bir korku ve dehşet ortamında olağanüstü bir toplumsal travma yaşayan milyona yakın insanı da herhalde emperyalizmin senaryosuna uygun olarak çekilen bir filmin figüranları sanan ve böylece Miloşeviç rejimini aklayan solcular bugün, Bosna’daki ve Kosova’daki katliamlarla ilgili, onbinlerce kurbanın, mağdurun ve görgü tanığının ifadelerine, binlerce dosyada toplanan kanıtlara rağmen, utanmadan, sıkılmadan aramızda dolaşıyorlar. [32]
§-27. Zayıfın neyin nesi olduğuna bakmadan güçlüye karşı zayıftan yana olmak, “düşmanımın düşmanı dostumdur” demek, ilkesel bir tavır değildir. Emperyalizmin UÇK’nın bağımsızlık istemini kısmen desteklemesini, Miloşeviç’in katliamlarını gözlerden saklamak için kullanmak hangi ilkeye sığar ? Kosova Arnavutlarının bir örgütü olan UÇK’yı, bu örgütün dış bağlantılarını, yapısını vb. merkeze alan çözümlemeler de ilkesiz bir kaçıştır [33] . İlkesel tavır bağımsız sınıfsal politika geliştirmektir. Bu ise her şeyden önce gerçekleri kabul etmeyi gerektirir. [34]
Balkanlar’da yaşayan milyonlarca insanın bu kadar uzun süre bu kadar büyük acıları bu kadar yoğun bir biçimde çekmesi, sınıfsal açıdan önemsiz bir ayrıntı mıdır ? “Evet” diyebilmek, bu acıların acı çekenleri mutlaka özgürlük, kurtuluş perspektifine taşıyor olması halinde mümkündür. Örneğin devrimlerde, haklı savaşlarda çekilen acılar boşa gitmez. Balkan krizinde ve Kosova savaşında böyle bir durum yoktur. On yıldır milyonlarca insan bütün bu acıları boşuna çekiyor, yüzbinlercesi boşuna telef oluyor. “Boşuna” sözcüğü de yanlış, çünkü toplam tarihsel etki sıfır değil. Bu acılar Balkanlar’daki büyük insan kitlelerinin kurtuluşlarını erteliyor. Miloşeviç rejiminin ayakta durduğu her gün ve yarın defolup gideceği ortam, Balkanlar’ın ileri bir toplumsal açılım yakalama perspektifini yıllarca, onyıllarca geciktiriyor. Emperyalizmin de yardımıyla, özgürlükten, sosyalizm perspektifinden uzaklaştırıyor. O toplumları karanlık bir geleceğe, uzun bir geceye sürüklüyor.
§-28. Küreselleşmenin dünyayı uluslarötesi bir mekâna dönüştürdüğünü göremeyenler, gerçek dünyadan sanal dünyaya taşınırlar. Bu sanal dünyadan bakınca, körlerin bile gördüğü gerçekleri göremez olurlar. Bu yüzden, marjinal konumlarını bile koruyamaz halde, yokolmak üzeredirler. Değişmedikeri sürece, bundan böyle dünyada ortaya çıkan her kriz onların bu aptal inatçılığına, çapsızlığına, vasat zeka düzeylerine bir ayna olacaktır. Her krizde aynı çaresizliği yaşayacaklar. Her krizde, “hamaset, daha fazla hamaset, hep hamaset” şiarı altına dizilecekler, kendilerini ikna etmede bile giderek zorlanacaklardır. İlk kez Körfez savaşında şaşırdılar. Somali ve Rwanda ? Hiçbir şey söyleyemediler. Bosna-Hersek, Çeçenistan ? Boş boş baktılar. Kosova savaşı ? İşi yalan söylemeye kadar götürdüler. Emperyalist medya elbette manipülasyon yapıyor, elbette yalan söylüyor. Ama duyduğumuz her şeye yalan demek, yalanlarla gerçekleri ayıramamak bizi aldatıcı bir rahatlığa götürmekten başka ne işe yarar ? Medyanın yalan bulutunun arkasına saklanıp kendi yalanlarımızı üretmek doğru mudur ? Bu son soruya evet dendiği içindir ki solun hiçbir inandırıcılığı kalmamıştır.
§-29. Balkan krizine ve Kosova savaşına yaklaşımları, solun ilkel kesimlerinin basit, şematik emperyalizm anlayışlarını da, büyük güçlerin konsensus oluşturma süreçlerinin karmaşıklığını kavramadaki yetersizliklerini de bir kez daha ele veriyor. Bu solcular, siyasi dünyayı iki aslî, iki talî öğenin eylem alanına indirgerler :
Birinci aslî öge, “emperyalist” diye birisidir, muhtemelen Washington’da oturur, kapısının zilinde “emperyalist”, kartvizitinde de “Bay Emperyalist, her türlü saldırı, yalan, manipülasyon kampanyası örgütlenir” diye yazar. Bay emperyalist sabah kalkar, “bugün nerede nasıl hangi fitneyi çıkarayım” diye düşünür, örneğin Balkanları seçer, masasının üzerindeki savaş/manipülasyon/yalan düğmesine basar. Balkanlara müdahale eder, halkları kışkırtır, ölüm saçar, bölgeyi parçalar. Bu her şeye kadir güç, uluslarüstü mahkemelerden sivil toplum örgütlerine, medyadan siyasi partilere, tek tek politikacılara, tek tek sendikacılara kadar ekonomik, siyasal, sosyal, hukuksal yaşamın kolektif ve bireysel tüm aktörlerini şıp diye kendi iradesi altında toplayabilir. Toplumun çok büyük bir kesimini de, yüzlerce milyon insanı da uzun süre yalanlarla manipüle edebilir.
İkinci aslî öge, zemzem suyuyla yıkanmış ve peygamber ümmeti kadar masum olmalarına, kardeş kardeş yaşayıp gitmelerine karşın, her an ve her durumda Bay emperyalist tarafından kandırılmaya ve kışkırtılmaya yatkın zavallı dünya halklarıdır. [35]
Talî ögeler ise, Bay Emperyalistin fazla eğiterek “ahmaklaştırdığı” Batı toplumları ve halklarıyla bütünleşmiş yerel ulusalcı rejimlerdir. Bay emperyalistin yanında bu talî ögelerin varlığı o kadar da önemli değildir. Sonra zaten emperyalizmin kışkırttığı halklar birbirlerini boğazlayacaksa, bu boğazlamada kendi öz rejimlerinin rol alması ahlaki açıdan daha “doğrudur”. Bir Kosovalının, özel olarak kendini hedef almayan bir NATO bombasıyla ölmesindense, özel olarak kendisini hedef alan bir Sırp satırıyla doğranması daha iyidir. Sonuçlarına götürüldüğünde, çıkmaz sokağı seçen solun mantığının vardığı yer budur.
§-30. Balkan krizi ve Kosova savaşı, küreselleşme, uluslarötesileşme sürecinde bir nitelik sıçraması, bu sürecin tanımlayıcı anıdır. Çünkü bu andan itibaren, uluslarötesi mekânın üstyapılaşma sürecinde geri dönüşsüz değişimler ortaya çıkmıştır. Emperyalist burjuvazi bundan böyle ulus-devleti dolaysız hedef alan bilinçli politikalar ve programlar geliştirebilir hale gelmiştir, bunun için gerekli momenti yakalamıştır. Körfez savaşı sırasında Ortadoğu’da yapamadığını, Kosova savaşıyla Balkanlar’da yapmıştır.
Uluslararası hukuk iki temel direğin, Birleşmiş Milletler Sözleşmesinin ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin üzerinde duruyordu [36]. Birleşmiş Milletler Sözleşmesi, üye devletlerin ulusal hükümranlık haklarının başka üye devletler tarafından çiğnenemez olduğu ilkesinin kabulüne dayanıyordu. Bir ulusal devlete karşı silah kullanılması, ancak BM Güvenlik Konseyi’nin izniyle, sorunun barışçıl biçimde çözümünün olanaksızlaştığı Konsey tarafından tespit edildikten ve bu ulusal devletin silahlı saldırısına karşı meşru müdafa durumu doğduktan sonra mümkün olabiliyordu. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni devre dışı bırakan ve Balkanlara NATO’yu kullanarak saldıran emperyalizm, aslında, Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’ni delmiş, üstelik bunu, insan haklarından kaynaklanan bir hakka, “insani nedenlerle müdahale hakkına” dayandırarak yapmış [37] , uluslararası hukukun iki temel direğini karşı karşıya getirmiş, böylece uluslararası hukuku derinden yaralamıştır . Birleşmiş Milletler Örgütü ve Birleşmiş Milletler Sözleşmesi, uluslarası alana, NATO ve İnsan Hakları Beyannamesi uluslarötesi alana aittir. Kosova’da ikincisi birincisine galebe çalmıştır ve Birleşmiş Milletler artık sakat kalmıştır. Ulus-devletlerin en temel hakkının, kendilerini tarihsel planda tanımlayan hakkın, yani hükümranlık hakkının ellerinden alınması için gerekli hukuksal karine oluşmuştur.
§-31. Uzun süredir uluslarötesi mekânın üstyapısal kurumsallaşması hız kazanıyor. Küreselleşme, jeolojide yerkabuğunu sürekli dinamik kılan ve kıtaların yerini durmaksızın değiştiren plaka tektoniği gibi, kontrol altına alınamaz kör bir süreç değildir. Küreselleşme, bir dizi uluslararası anlaşmada formüle edilmiş ve titiz biçimde hazırlanmış kurumsal ve hukuksal değişikliklerin etkisi altında ilerleyen bir süreçtir. [38]
Yeni uluslarötesi örgütler kuruluyor, kurumsallaştırılıyor, eskilerinin de yaptırım güçleri arttırılıyor. IMF artık dar anlamda tam bir “borç polisi”, geniş anlamda da “ekonomi polisi” olmuştur. Dünya Bankası, ilgili ülkelerin ekonomideki bürokratlarıyla yarı-resmî özel ilişkiler geliştirmektedir. OECD strateji çizen bir örgüt konumuna geliyor. Dünya Ticaret Örgütü, eski GATT raundları gibi hantal bir örgütlenme değildir. G7 toplantıları artık sıradanlaşmıştır. NAFTA, Avrupa Parlamentosu, AB Komisyonu vb. giderek canlanmaktadır. On yıl önce işsiz kalan NATO, yeni bir konsepte ve ikinci bir yaşama kavuşmuştur. Kapitalist ülkeler arasında gizli servislerin işbirliği, görülmedik boyutlar almaktadır. Uluslarası Adalet Divanı, İnsan Hakları Mahkemesi ulus-devletler karşısında güçleniyor. Savaş suçları, insanlık suçları işleyenler için yeni hukuksal kavramlar temelinde kurulan özel mahkemeler, uluslararası değil uluslarötesi mahkemelerdir ve yaptırım güçleri vardır [39]. Eski Yugoslavya’dan birçok “askerin” yanı sıra, bizzat Miloşeviç hakkında da gıyabi tutuklama emri vardır. Yüzlerce savaş suçlusu ya aranır durumdadır, ya da uluslarötesi mekânda, uluslarötesi kavramlarla kurulan mahkemeler önündedir. Yine uluslarötesi bir anlaşma olan İnsan Hakları Beyannamesi, emperyalizmin bayrağı olmuş, sosyalist sistemin yıkılışında oynadığı rol ve yoğun medya propagandası sayesinde milyarlarca insanın nezdine büyük prestij kazanmıştır. Üçüncü dünyanın en cahil köylüsü bile “insan hakları” diye bir şey duymuştur. Hatta anladığı kadarıyla bunları talep etmektedir.
§-32. Küreselleşen dünyada çıkmaz sokağı seçen sol için bütün bu gelişmeler, ya emperyalizmin oyunudur, komplosudur ya da bujuvazinin kendi içindeki siyasi manevralarıdır. İnsan hakları konusuna bakışları bile ilkeldir.
Genel olarak solcular, insan haklarının emperyalizmin demagojisi olduğunu yineleyip durmaktan, ikiyüzlü bir biçimde çifte standartlar dayatılarak uygulandığını örneklemekten ve küfretmekten başka bir şey yapmazlar. İnsan hakları gibi prestijli bir belgiye tam cepheden saldırarak kitleleri ikna edebileceklerini sanırlar. Kağıda bakmayı asla düşünmezler. Oysa böyle bir kağıdın varlığı bile bir kazanımdır.
İnsan hakları, bir burjuva hukuku kavramıdır, insanların eşit doğduğu illüzyonuna dayanır. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, özel mülkiyet hakkını doğal hukuk alanına taşır ve insanın su içmek, beslenmek gibi temel bir hakkına dönüştürür. Ama bunu yaparken de insanı bireyleştirir. İnsan hakları, laiklik gibi, kapitalizm altında insanlığın elde edebileceği en büyük kazanımlardan biridir. Komünizme geçiş döneminin insan hakları, bu kazanımı, kapitalist üretim ilişkisini koruyan yönlerinden ve kurgusundan, kapitalizmin pisliklerinden arındırarak ve ayıklayarak ileriye taşıyacaktır. Örneğin, Fidel Kastro, insanın beslenme, barınma, ücretsiz sağlık hizmetlerinden yararlanma ve eğitim haklarının insan hakları beyannamesine ilave edilmesini, bizce böyle bir mantık içinde öneriyor. Bütün bunlara itiraz edenlere tek önerim kağıda bakmalarıdır. Kağıt ne diyor, diye düşünmeleridir. Madde madde ele alıp hangisini kabul ettiklerine, hangisine karşı olduklarına karar vermeleridir. Örneğin “hiç kimseye işkence edilemez, insanlık dışı ya da aşağılayıcı muamele yapılamaz veya ceza verilemez” maddesine, “hiç kimse köleleştirilemez” maddesine, “hiç kimse zorla çalıştırılamaz” maddesine ya da kişinin özel ve aile yaşamı hakkına karşı mıyız ? Cinsiyet, ırk, renk, dil, din, etnik köken temelindeki ayrımcılığı yasaklamaya karşı mıyız ?
İnsanlık, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra güçlü sosyalist sistemin varlığı koşullarında uluslarötesi hukuk alanında önemli adımlar atıldı. Uluslarötesi suç kavramı Nüremberg mahkemelerinde doğdu. Soykırım suçu, savaş suçlusu, insanlığa karşı suç kavramları önemli ileri adımlardı ve ulus-devletlerin hükümranlık haklarını sorguluyordu. Bütün bu kavramlar da ileri kavramlardır. Kapitalizm altında içi nasıl doldurulursa doldurulsun, ne kadar demagojik biçimde kullanılırsa kullanılsın…
Gerçek insan hakları için savaş vermek yerine, kapitalizmi koruyan sahte haklardan arındırılmış, insanı emeğiyle bütünleştirecek insan hakları için savaş vermek yerine, bütün bu kazanımları sahte haklarla birlikte toptan mahkum etmek doğru değildir. Uluslarötesi mekândaki ideolojik ve politik savaşın bir cephesi de budur.
§-33. İnsanlığın büyük bölümünün küreselleşmeye negatif entegrasyon durumunda olduğunu görmek yerine, küreselleşme sürecinin insanlığı soyut teorik bir dünya-tarih modeli içinde birleştirmediğine bakarak, bu olguyu, emperyalizmin yeni bir aldatmacası, bir oyunu, bir mit, bir inanç vb. şeklinde görmek, sorumsuz, çocuksu ve apolitik bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım, küreselleşmenin olumsuz sonuçlarıyla savaşarak ezilenlerin negatif entegrasyonunu pozitif entegrasyona çevirmeye çalışmak yerine, insanlığı insanlık için birleştirmek için kavga vermek yerine, iktidarı bu savaş süreci içinde ezenlerden almaya çalışmak yerine, sınıfsal politikaları bu sürecin bilinciyle ve bu perspektif içinde üretmek yerine, ileriye açınım vadeden hiçbir politika üretememeyi, küreselleşmenin olumsuz sonuçlarından sızlanıp durmayı, olup bitenleri kenardan seyretmeyi, bu pasif seyri de bir politika sanmayı getiriyor.
Küreselleşmeyi kapitalizmin öznel bir tercihi gibi ele alanlar, ulus-devletin tarihsel anlamda tükendiğini görmeyenler şu ana dek hiçbir bağımsız sınıfsal politika üretemediler ve hiçbir kazanım elde edemediler. Küreselleşme sürecinin, aynı zamanda kendilerinin politik anlamda eriyip gitme süreci olduğunu da görmüyorlar. Düşünebildikleri tek politika, düşmanın söylediğinın tam tersini söylemektir. Gerçek dünyayı algılayamadıkları, kendi sanal dünyalarında, anladıklarını sandıkları başka bir dönemin dünyasında yaşadıkları için, bugünün dünyasını teorik olarak çözümleyecek durumda değildirler. Bağımsız sınıf politikasının nasıl geliştirileceği konusunda bir fikirleri yoktur. Otomatik refleksleri vardır. Gündemi hep düşman belirlemekte onlar da belirlenen ve dayatılan bu gündeme savunma konumlarından bildik reflekslerle müdahale etmeye çalışmaktadırlar. Kaybediyorlar, hep de kaybedecekler…
§-34. Küreselleşme yoluyla uluslarötesi bir mekânın ortaya çıkması, ekonomik düzeyde sermayenin bütünleşmesi demek de olsa, işçi sınıfı ve tüm ezilenler açısından büyük bir yıkım da olsa ve sömürünün bir üst uzamda örgütlenmesi anlamına da gelse, nesnel ve tarihsel olarak, bugünün ulus-devletlerine göre ileriye doğru bir toplumsal evrimdir. Bu evrimi burjuvazinin bilinçli örgütlüyor olması, sadece tarihsel sürece uymak zorunda kaldığını gösterir, durumu değiştirmez, çünkü sermayenin her hareketi zaten işçi sınıfına karşıdır. Burjuvazinin bizzat varlığı işçi sınıfına karşıdır.
Marksizmin öngörüsü insanlığın sınırsız bir dünyada birleşmesidir. Sosyalizm mücadelesi, kendi emeklerine yabancılaşan insanları, ezildikleri sınıflı dünyayı onlara mutlak dünya olarak kabul ettiren, kaderlerine katlanmalarını kolaylaştıran, ön yargılarla dolu geleneklerinden, göreneklerinden, dinlerinden, milliyetlerinden, teritoryal saplantılarından ve hatta tarihlerinden (çünkü sınıflı toplum insanlığın tarih öncesidir) kopararak birleştirmek ister. Bugünkü küreselleşmenin belki de en olumlu yönüne, insanları dar kafalılıktan çıkaran, ulusçuluktan, ulusalcılıktan çıkaran yönüne, ulusal hükümranlığın korunması adına karşı çıkmak gericiliktir.
*
Türkiye solunun küreselleşme olgusunu anlamayı reddeden ve marjinallikten tekkeleşmeye doğru yol alan kesimi, eski bir makinadır. Bu makinanın yapıldığı metal belki kalitelidir ama kendisi bugün artık işe yarar bir makina değildir. Ulusalcılıkla koşullanmış bir dönemin, ithal ikameci dönemin makinasıdır. Orasına bir kaynak yapalım, şurasına şöyle bir parça takalım, burasına bir vida ekleyelim vb türünden palyatif müdahalelerle işe yarar hale gelmez. Makinayı alıp eritip, metaliyle yeni bir makina yapmak lazım. Yoksa bu haliyle hurdaya atılmak üzere. Metali de paslanıp gidecek. Evet, Türkiye solunun önemli bir bölümü, kadrosuyla, programıyla, ajitasyonuyla, zihniyetiyle, politik kültürsüzlüğüyle, riskli yeni kavramlara karşı korunmacı tepkileriyle, ulusal korumacı dönemin ürünüdür. Ne ki devir değişti…
***
Dip notlar :
1 . Konunun daha ayrıntılı bir incelemesi için Bknz : Coşkun Adalı, Günümüz Kapitalizmi ve Devleti Üzerine, Sarmal Yayınevi, İstanbul, 1997.
2 . Bilimsel teknolojik devrim elbette sermaye birikiminin gereklerine ve kârın hareketine endekslidir. Yönünü ve hızını sermaye tayin ediyor. 50’lerdeki Amerikan arabaları, 1 milyon km yapacak sağlamlıkta üretilmişti, bugün yoklar. Neredeyse sonsuz bir süre kullanılabilir ampuller icat edilmiştir, ama üretilmez. Elektrikli arabalar otuz yıldır vardır, ama petrol tekelleri yaygınlaşmalarını engeller. Ancak, bilim ve teknolojinin kazanımları, ürünlerin kullanıma sokulup sokulmadığından, ne ve kimin için üretildiğinden bağımsız olarak, insanlığın kazanımlarıdır. Bu nedenle bilimsel teknolojik devrimi kapitalizmin hanesine yazmayalım. Bilimsel tekolojik devrimin sonuçlarının işçi sınıfı ve tüm toplum yararına kullanılması talebini yükseltmek gerekir. Bu talep, somut olarak, en başta iş süresinin ücretler düşürülmeden kısaltılması için savaşılmasını getirir. İşçi sınıfının baskısıyla, Fransa’da, ücreti düşürmeden ya da azalan saate karşılık gelenden daha az düşüren 35 saatlik iş haftası uygulaması başladı. Önümüzdeki yıllarda İtalya’da da başlıyor. Almanya’da ise bu talep 80’li yıllardan beri her toplu sözleşmede gündeme getiriliyor ve iş saatlerinin azaltılması süreci adım adım ilerliyor. Bu savaş bütün ülkelere yayılmalıdır.
3 . Küreselleşme süreciyle alt-sistemleşme süreçlerini karşı karşıya koyup küreselleşmeyi reddedenlere de rastlanıyor : “Dünya globalleşme değil kıtasallaşma sürecinde. Dünya, ABD, Avrupa, Uzakdoğu kıtalarının ayrı ayrı oluşturduğu ekonomik paktlar arasında bölünüyor. Dolayısıyla bir ekonomik bütünleşmeden bahsedilemez.” (Mehmet Ali Kılıçbay, Milliyet, 20.10.1998).
4 . Ciddi enternasyonal gazete ve dergileri karıştırın. Fakir ülkelerin sayfalar dolusu renkli reklamlarla yabancı yatırımcı çekmek için nasıl çırpındığını görürsünüz. Üçüncü dünya yöneticileri için şimdi amaç, yabancı yatırımları kendi ülkelerine çekmektir. Bu ülkeler, dış pazarlardan pay kapmaya ne kadar uğraşıyorlarsa, bir o kadar da içlerine yabancı sermaye çekmeye uğraşıyorlar.
5 . Küreselleşme (globalleşme) olgusuna, bu sözcüğe sosyolojik anlamlar yükleyerek karşı çıkan ve böylece soğukkanlı, nesnel bir yaklaşımın önünü daha baştan kesen araştırmacılar da var. Örneğin, Martin Wolf’un Financial Times‘da yayımlanan bir makalesinden yararlandığı anlaşılan (Martin Wolf’un bu makalesi Fransızca’da da yayımlandı. Bkz : M. Wolf, Le Mythe de l’économie mondiale, (Dünya Ekonomisi Miti), Courier International, Nº 325, 23-29 Ocak 1997, s. 6) ve köşesinde küreselleşme üzerine sık sık yazılar yazan Ergin Yıldızoğlu şöyle diyor :
” İnsan toplulukları tarih boyunca kendilerini etkileyen, karşısında çaresiz kaldıklarını düşündükleri gelişmelerin yarattığı ruhsal gerginliği azaltmak için akıldışı açıklamalar, mitler yarattılar. Bugün yine böyle bir mitle karşı karşıyayız. Globalleşme kavramı, hemen tüm ekonomik ve politik süreçleri açıklamakta adeta bir anahtar gibi kullanılmaya başlandı. Ancak bu mit, bizim çaresizliğimizin yarattığı gerginliği azaltmak yerine, ‘çaresizlik hissini arttırmak gibi bir işleve sahip‘ ” (E. Yıldızoğlu, Çağdaş Mitler-II, Cumhuriyet Hafta, 15 Mart 1996)
Yazara göre mitlerin toplumsal işlevi ruhsal gerginliği azaltmaksa, yine yazara göre bunun tam tersini yapan, yani ruhsal gerginliği arttıran globalleşme nasıl bir mit oluyor, ya da bu durumda globalleşme gerçekten de bir mit mi oluyor, soruları nedense yazarın aklına gelmiyor. Böyle kaba yöntem hatalarına çok alıştığımız için bunu pek de önemli saymıyoruz. Asıl önemlisi yazarın küreselleşmeyi salt bir politik strateji olarak gören yaklaşımı :
“Bu kavram (küreselleşme kavramı-C.A.), sermayenin yapısal krizi içinde uluslararası düzlemde yaşadığı yeniden yapılanmaya direnmeyi kırmak üzere harekete geçirildi, giderek de emperyalizm kavramını silmek için kullanıldı.” (agy)
Bir kavramın ne amaçla ortaya atılıp kullanıldığı, o kavramın nesnel realiteyle bir ilişkisi var mıdır, varsa bu ilişkinin niteliği nedir, gibi soruları gereksiz kılmaz. Önce o kavramın nesnel realiteyle ilişkisi araştırılır, başka bir soyutlama düzeyine, politik düzeye, bundan sonra geçilir.
6 . Prof. Gülten Kazgan bu bilinçli müdahaleye işaret ediyor : “Merkez kendi içinde kozlarını paylaşırken ve büyümeyi sağlarken Çevre, Merkezin amaçlarına uydurulmak üzere küresel politikalarla yeni kalıplara sokuldu ve gerilemeye sürüklendi.” (Gülten Kazgan, Küreselleşme ve Yeni Ekonomik Düzen – Ne Getiriyor ? Ne Götürüyor ? Nereye Gidiyor?, Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul, 1997, s. 118).
7 . Örneğin, Kara Afrika’da 530 milyon insan yaşıyor, yüzde 1,5 ile dünyanın en düşük ekonomik büyüme hızına sahip olan bu kıtada toplam GSMH 150 milyar dolardan azdır. Bu rakam 10 milyon nüfuslu Belçika’nınkine eşittir. (TIME, 7 Eylül 1992).
8 . Bu paragraftaki bütün rakamlar, aksi belirtilmedikçe, Prof. Gülten Kazgan’ın kitabından alınmıştır. (Gülten Kazgan, age).
9 . Ancak son yıllarda, “imtiyazlı bölge” Güney-doğu Asya’ya metropol ülkelerden giden sermaye büyük bir artış kaydetti. BM rakamlarına göre, 1988-1995 arasında bu bölgeye ekipman yatırımı olarak giren sermaye 422 milyar doları buldu. Dünya Bankası’na göre, Çin’de yoksulluk sınırı altında yaşayanların sayısında 1987-1994 arasında 50 milyonluk bir düşüş oldu. (Keith B. Richburg, Plus d’échanges, c’est moins de pauvreté, (Daha çok değişim daha az yoksulluk demektir), Courier International, Nº 325, 23-29 Ocak 1997, s. 7)
10 . Kapitalizmin liberal eğilimli bazı yazarları bile bunu görüyor. Örneğin W. Pfaff, “Uluslararası iş dünyasında bugün geçerli olan doktrine göre, sermayenin getireceği kârın maksimize edilmesi, diğer tüm yönetsel sorumluluklardan daha büyük bir önceliğe sahiptir. Bu öncelik, ‘sanayide yüksek üretkenlik ve rekabet gücü esas olarak işgücünden zorla alınır’ diyen görüş gibi, keyfi kararların ürünüdür.”, diyor ve esnek emek piyasasına sahip olmayan Batı Avrupa’nın yine de ekonomik performansının yüksek olduğuna işaret ediyor (William Pfaff, Why Should Workers Bear the Brunt of Globalization Pain ?, (Küreselleşmenin acısına niçin işçiler katlansın ?), International Herald Tribune, Los Angeles, 13.01.1997). Ergin Yıldızoğlu da bir yazısında, emek esnekliğinin işçi sınıfı için olumlu olduğu savını çürütüyor (E. Yıldızoğlu, Küresel Ekonomi, Yerel Kargaşa, Cumhuriyet Hafta, 24 Ocak 1997).
11 . Nobel ödüllü ekonomist Maurice Allais’nin de dediği gibi, milyarlarca insanı harekete geçiren bir göç dinamiği, metropol ekonomilerini kısa zamanda çökertir. (M. Allais, Le Libre-échange, réalités et mythologies, (Serbest Değişim, Gerçeklikler ve Mitolojiler), Le Figaro, 5 Mart 1993.
12 . Zenginle fakir arasındaki uçurum açılıyor. Günde 1 doların altında bir gelirle yaşayan insan sayısı toplam dünya nüfusunun yüzde 30’unu buluyor. (Keith B. Richburg, Plus d’échanges, c’est moins de pauvreté, (Daha çok değişim, daha az yoksulluk demektir), Courier International, Nº 325, 23-29 Ocak 1997, s. 7).
13 . Negatif entegrasyon kavramına ilişkin şöyle bir benzetme yapabiliriz : Kurban Bayramı yanlız müslümanları ilgilendirmez, bir o kadar da koyunları ilgilendirir. Müslüman yoksa, ya da koyun dışlanırsa, Kurban Bayramı da yoktur. Müslümanlar Kurban bayramına pozitif entegrasyon, koyunlar ise negatif entegrasyon halindedirler. Aynı benzetme Noel/hristiyanlar/hindiler için de geçerlidir.
14 . Coşkun Adalı, Günümüz Kapitalizmi ve Devleti Üzerine, … s. 122.
15 . Paul Hirst, Graham Thompson, Globalization in Question, (Sorgulanan küreselleşme), Blackwell, 1996. Aktaran : E. Yıldızoğlu (Çağdaş Mitler-II… )
16 . “Geçen yüzyılda dünyada kaç şehirde borsa vardı ? Bugün kaç şehirde borsa yoktur ?” sorularını bir yana bırakalım. Bugün dünyada, 1 dolar değerinde bir meta her el değiştirdiğinde borsalarda 40 dolar el değiştiriyor, bırakalım geçen yüzyılı, daha 1975’te dünya döviz borsalarının günlük işlem hacmi 10-15 milyar dolar iken 1985’te bu rakam 200 milyar dolara, 1994’te ise 700 milyar-1 trilyon dolar arasına ulaştı. Dünyanın başlıca borsalarındaki işlem hacmi, 1980’de 590 milyar dolardan 1990’da 3 trilyon 275 milyar dolara yükseldi. Kaynak : Dominique de Laubier, “Le commerce mondial, un panorama“, (“Dünya ticareti, bir panorama”), L’économie mondiale, nº 269, Ocak-Şubat 1995, La Documentation Française, Paris, 1995, s. 20
17 . Paul Hirst, Graham Thompson, agy. Aktaran : E. Yıldızoğlu.
18 . Solcular, devrimciler arasında sık gözlediğim bir şey var. “Ulus-devlet bitmiştir” dendiği anda, sanki vücutlarına iğne batırılmış gibi zıplıyorlar ve elde avuçta ne varsa bu tezin üstüne fırlatıyorlar. Teorideki yetkinliklerini kanıtlamış, soğukkanlı bir üslupla yıllardır kuramsal çalışmalar yapanlar bile, bu tezi duyduklarında hassaslaşmaya, hiç tarzları olmadığı halde bağırıp çağırmaya başlıyorlar. Ernest Hemingway, verdiği bir konferansta, kürsüden okuyacağı metnin bir yerine elyazısıyla şöyle bir not düşmüş : “Burada bağırılacak, çünkü fikirler zayıf ! “. “Ulus-devlet bitmiştir” tezine karşı öne sürülen fikirlerin ifade ediliş tarzı, bana bu anektodu hatırlatıyor. Belki de, bu tezin kabulüyle birlikte doğacağını düşündükleri politik sorunlardan çekiniyorlar, “ulus-devlet biterse”, genel olarak politika yapılacak, özel olarak da devrim yapılacak mekân ellerinden alınmış olacak diye korkuyorlar. Yani “ulus-devlet bitmiştir” tezinin kendi politik varlık nedenlerini sorguladığını düşünüyorlar. Oysa devrimler eskisi gibi yine devrimcilerin ellerinin kollarının uzanabileceği mekânlarda gerçekleşecektir.
19 . Uluslarötesi bir eylemle yakalanmasına rağmen Abdullah Öcalan’ın tutuklanmasını, Türkiye’deki ulusal devletin güçlülüğünün kanıtı olarak sunan solcular bile oldu. Politik düzlemde Avrupa alt-sisteminin en yüksek entegrasyon düzeyine ulaştığı alan polisiye alandır. Artık bir ülkedeki bir rejim karşıtı, sadece o ülkenin rejiminin karşıtı değildir. Bunu kanıtlayan örnekleri bu yıl çok sık gördük.
20 . Bknz : Devleti Yeniden Yapılandırma Yönelimi Üzerine, Devrimci Proletarya, Şubat 1999, nº 3. s. 39. Burada, “kimilerine göre” dememin somut bir nedeni var : Yazar yazısını imzalamamış. Ulus-devletin konumuna ilişkin olarak bu bölümde sıraladığım hataların hemen hepsini bir arada yapan, bunlara bir de yöntem hataları ekleyen bu imzasız yazıda, “ulus-devletin bittiği” şeklindeki görüşümün Peter Drucker’in görüşüyle çakıştığı (Peter Drucker, Kapitalist Ötesi Toplum, İnkılap Kitabevi), “erken bir teorileştirmenin” tehlikeli bir örneğini oluşturduğu söyleniyor ve oportünist konumlara kaymakla suçlanıyorum. Her teorik görüş kendi içinde ve sunulduğu problematik çerçevesinde ele alınmalıdır. Oportünizm genellikle sağ sapmaya denir. Oysa, benim görüşüm, eğer yanlışsa, bir sol sapma oluşturur. Uluslarötesine aşırı vurgu yaparak yerelin ve günün realitesini yanlış/eksik algılamak, güncelin gereklerinden uzaklaşmak sol bir sapmadır. Bu sapmaya oportünist diyebilmek için sağ oportünist bir konumda olmak gerekir.
21 . Agy., s. 38. Yazar ayrıca ulus kavramıyla ulus-devlet kavramını da karıştırıyor, ulus-devletin bitişiyle ilgili “tarihsellik şerhini” anlamıyor ve son olarak da tarih-zamanda simetri arıyor :
“Ulus-devletin doğumu ve olgunlaşması nasıl yaklaşık 300 yıllık bir zaman diliminde gerçekleşmişse (…) onun kendi içinde evrim yoluyla değişime uğrayıp pratikte aşılması da o kadar kolay ve kısa sürede gerçekleşebilecek bir süreç gibi görülmemelidir.” (agy, s.37)
İnşası 300 hatta 400 yıl süren Ulus‘tur, daha çok uzun bir süre yaşayacak gibi görünmektedir. Ulus-devlet ise geçen yüzyılın ürünüdür ve çok daha süratli bir gelişmedir. Alt-sistem devleti son otuz-kırk yıldır inşa halindedir. Uluslarötesi mekânın üstyapısal örgütlenmesi ise yarım yüzyıldır sürüyor
22 . Paul Hirst, Graham Thompson, Globalization in Question, (Sorgulanan küreselleşme), Blackwell, 1996. Aktaran : E. Yıldızoğlu (Çağdaş Mitler-II… )
23 . Ergin Yıldızoğlu, Mantık Burkulması, Cumhuriyet Hafta, 9 Nisan 1999
24 . Ergin Yıldızoğlu, Mantık Burkulması, …
25 . Emperyalizmin, küreselleşmeyi hızlandırmak için periferi devletlerinin ulusal egemenliklerini bilinçli olarak zayıflatmaya çalıştığını reddetmiyoruz. Bu konuda E. Yıldızoğlu ile aynı görüşteyiz (E. Yıldızoğlu, Mantık Burkulması,….). Ancak ulusal egemenliğin zayıflaması ile, dünya işçi sınıfının birliği yolunda daha elverişli koşulların doğabileceğini düşünüyoruz.
26 . MAI ile ilgili bilgilerin derlendiği kaynaklar : Michelle Sforza, The Multilateral Agreement on Investment and the Environment, (Çok-taraflı Yatırım Anlaşması ve Çevre), Preamble Center, İnternet’te @ http://www.preamble.org/mai/envfin.html ; The proposed MAI is Bad for Labour, (Önerilen MAI Emek için Kötüdür), Preamle Center, İnternet’te @ http://www.preamble.org/mai/labor5pgr.htm ; AEFJN, The MAI is dead, Long live the MAI !?, (MAI Öldü, Yaşasın MAI !?), İnternet’te @ http://www.oneworld.org/aefjn/dossiers/mai_le.htm
27 . MAI taslağının mimarlarından Dünya Ticaret Örgütü Genel Direktörü Renato Ruggiero “Tek bir dünya ekonomisinin oluşumunu hazırlıyoruz” derken küreselleşmeyi adeta uluslararası hukukun dışına çıkarıyordu. (Scott Nova, Michelle Sforza-Roderick, Délocalisations…aynı yerde).
28 . Eski Yugoslavya’nın ekonomisi için Bkz : Alpaslan IŞIKLI, Kuramlar Boyunca Özyönetim ve Yugoslavya Deneyi, Alan Yay., İstanbul, 1983.
29 . Tarihsel faktörlerin en önemlisi, bu bölgede istikrarın, çağlar boyunca, hep bir dış emperyal güç tarafından sağlanmış olmasıdır. Bölgede, kökenleri farklı halkların birarada yaşama iradesini özgürce, büyük bir dış gücün bölgeye dayattığı istikrar olmaksızın oluşturabilecekleri uzun bir dönem yaşanmamıştır. Son 50 yılın yetmediği de ortadadır. Bir arada barış içinde yaşamak isteyen halklar bir arada yaşarlar, yaşamak istemeyenler yaşamazlar, birbirlerini keserler. Özgürce doğan bir tercihleri olmamakla birlikte, eski Yugoslavya halkları şimdilik ikinci uca yakın görünüyor.
30 . Aynı emperyalist güçler Bosna’da Miloşeviç’in üç yıl süren katliamlarını seyrettiler. Hatta Srebrenica’da olduğu gibi, BM’nin denetimindeki bazı “toplu koruma” bölgelerinde bu katliamları nesnel olarak kolaylaştırdılar. Miloşeviç’in kasapları üç gün içinde binlerce Boşnağı keserken, Sırplar Saraybosna’yı yıllarca bombalayarak harabeye çevirirken, boş tehditlerle Miloşeviç’le uzlaşmanın yollarını aradılar (Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük tekil kitle katliamı olan Srebrenica katliamının ayrıntıları için bkz : Laura Silber, Allan Little, The Death of Yugoslayvia, (Yugoslavya’nın Ölümü), Penguin Books-BBC Books, Londra, 1996. s. 345-350. Yugoslavya’da olup bitenleri anlamada ve yakın tarih içindeki çerçeveye oturtmada bu kitabın çok önemli bir başvuru kaynağı olduğunu düşünüyoruz).
Dayton anlaşması, Miloşeviç’in yatıştırılması sonucu değil, bölgede Sırpların dişine göre bir gücün, yani faşist Hırvat rejiminin, Sırplara anladıkları dilden yanıt verebilecek ölçüde, yani Bosna Sırplarına karşı etnik temizliğe girişebilecek ölçüde örgütlenmesi ve yeni bir güç dengesi yaratması sonucunda imzalanabildi.
31 . Örneğin, Fransız Komünist Partisi, NATO’nun silahlı müdahelesine şiddetle karşı çıktı, Fransa bu müdahalenin aktif bir tarafıydı ama FKP hükümet ortaklığından ayrılmadı. İtalya için de benzer şeyler söylenebilir. Neyse ki Türkiye solunun hükümette olma gibi bir sorunu yok da durum bu kadar açık görünmüyor. Türkiye solu, krizi ve savaşı tribünlerden bile değil, stadın yakınındaki apartmanların balkonlarından izledi. NATO’nun, emperyalizmin kötülüklerini, Balkan halklarına ne kadar kötü şeyler yaptıklarını, yalanlarını vb. aylarca anlattı durdu.
32 . Örneğin, haftalık SOL dergisi’nin, Mart, Nisan, Mayıs ve Haziran aylarındaki sayılarında Yugoslavya ve Kosova üzerine yayımlanan yazılar, sistemli bir şekilde Miloşeviç yanlısı, binbir yalana, eksik bilgiye, çarpık yoruma dayalı bir propagandayı, “anti-emperyalist” propaganda kılıfı altında okurlarına sundu.
Bosna’daki katliamlarda susanlar, Kosova’da olan biteni halkın sıradan sıkıntıları sananlar, en önemlisi “Kahrolsun Miloşeviç !” demeden “NATO defol !” denemeyeceğini anlamayanlar, insanların çektikleri acılara, “1995’te emperyalizm destekli Hırvatlar da Krajina bölgesinden 600 bin Sırp’ı sürmüştü, onların 55 bini Kosova’ya yerleşmek zorunda bırakılmıştı” diyecek kadar da duyarsızdırlar. Yani Hırvatlar’ın Sırplar’ı bir bölgeden sürüp çıkarması, Sırbistan Sırplarına ve sürgün edilen Sırplara bir başka bölgede, Kosova’da, beş yıl önce kendi uğradıkları muamelenin bin beterini, büyük çaplı bir katliamı, Arnavutlara uygulama hakkını veriyor !
33 . Ayrıca UÇK’nın provokasyonlarının, ya da dış destek alıyor olması gerçeğinin, Miloşeviç’in katliamlarını ve Kosova’daki etnik temizliği kışkırttığı doğru değildir. Rambouillet görüşmelerinin sonuçsuz kalmasıyla birlikte, Sırp zırhlı birlikleri Kosova’ya doğru harekete geçmişti ve zaten Sırp ordusunca desteklenen para-militer güçler ve Sırbistan İçişleri Bakanlığı’na bağlı birimler, Arnavutlara terör estirmeye, insan öldürmeye daha önce başlamıştı. Miloşeviç’in o aşamada sistemli bir etnik temizleme politikasını hızla hayata geçirebilmek için kritik bir zamana ihtiyacı vardı ve Rambouillet görüşmeleri ona bu zamanı tanıyordu. Görüşmeleri salt bu açıdan, kendine sağlayacağı askeri avantaj açısından kabul etti. Bkz : Eric Laurent, Guerre du Kosovo : Le Dossier Secret, (Kosova Savşı : Gizli Dosya), Plon, 1999.
NATO’nun eyleminin Kosova’daki katliamı ve göçü hızlandırdığı ise doğrudur. Bazı solcular, NATO’ya, yani “dolaylı hızlandırana”, bu nedenle saldırırken bile Miloşeviç’i, yani “dolaysız yapanı” kolladılar. Bu kadar traji-komik bir durum olabilir mi ?
34 . Şükür ki gerçeklere önyargılı yaklaşmayıp doğru tavır alan, NATO’ya defol, Miloşeviç’e dur, diyen aklı başında sosyalistler de vardı. Örneğin Bkz : John Nihill, The Left and the Serb-Kosova Conflict, (Sol ve Sırp-Kosova Çatışması), Workers’s Liberty, s. 7-10 ; Face à la Guerre aux balkans, quelles tâches ?, (Balkanlarda Savaş karşısında Görevler nelerdir ?), Correspondance International’in Başyazısı, Nº 11, Nisan-Mayıs 1999.
35 . Soruyorum :
İnsanlar, yıllardır barış içinde birlikte yaşadığı komşularını bir çırpıda, gözünü kırpmadan kesecek kadar kışkırtılabilir mi ? Doksanlık yaşlıları dağlarda, karda kışta dağ keçileri gibi kayadan kayaya zıplamak zorunda bırakacak kadar kışkırtılabilir mi ? Ninelerin ensesine kurşun sıkacak kadar, kocasını karısının önünde öldürecek, karısını kocasının önünde ırzına geçip boğacak kadar, sistemli ırza tecavüz politikasına coşkuyla katılacak kadar, çocukları annelerinin babalarının gözü önünde öldürecek kadar kışkırtılabilir mi ? Annelere babalara, bebeklerinin cesedini, düşman eline geçerse çöpe atılır korkusuyla paltolarının altında günlerce taşıttıracak kadar kışkırtılabilir mi ?
Bu tür sorulara “evet” diyebiliyorsanız o zaman ölsün, gebersin bu insanlar. Böyle insanlar için uğraşmaya, onlara güzel bir dünya verebilmek için her türlü fedakârlığı yapmaya, didinmeye ne gerek var ?
36 . NATO’nun Balkanlar’a müdahalesinin hukuksal bir değerlendirmesi için Bkz : Noam Chomsky, L’OTAN, maître du monde, (NATO, Dünyanın Efendisi), Le Monde Diplomatique içinde, Mayıs 1999.
37 . Bu arada NATO’nun müdahalesinin, insan hakları savunucusu kesilen sosyal-demokratların, ’68 kuşağının düzenle bütünleşen unsurlarının bir operasyonu olması da ilginçtir. Clinton, Blaire, Jospin, Schroeder, Fischer, Solana vb. hepsi 68’lidir.
Batı kamoyu, insan hakları çerçevesinde gördüğü NATO eylemine, hem de kötü örgütlenen ve gerçekleştirilen bu eyleme büyük destek vermiş (savaş sonunda müdahaleyi onaylayanların oranı hâlâ % 80’lerde dolaşıyordu), kendi hükümetlerine Kosova’ya müdahaleyi sürdürmesi yolunda baskı yapmıştır. Geçen yüzyılda, ulusal kimliğin ve ulus-devletin teritoryal oluşumunda ve bu oluşumun korunmasında doğal bir yöntem olarak kabul edilen etnik temizlik politikasına, bu yüzyılda, hele Hitler’in Yahudi ve Çingene soykırımlarından sonra, izin vermeyeceğini göstermiştir.
38 . Scott Nova, Michelle Sforza-Roderick, Délocalisations : méfiez-vous du faux AMI des investisseurs, (Delokalizasyonlar : Yatırımcıların Sahte Dostluğuna güvenmeyin), Courier International, Nº 325, 23-29 Ocak 1997, s. 6-7). Yine de uluslarötesi mekân henüz hukuksal örgütlenmesi tamamlanmış bir mekân değildir. Uluslarötesi mekânda tanımlanan mali devrelerin denetim altına alınması artık sık sık konuşulur oldu.
39 . Bu yazı tashihe girdikten sonra, Eski Yugoslavya Savaş Suçluları Mahkemesi (Lahey), Bosna Sırp Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanı General Momir Taliç’i, gizli giyabi tutuklama emri çıkararak hem de resmi davetli olduğu bir üst düzey toplantısı sırasında Avusturya’da tutuklattı.