Aylardır Oxfam’ın “Wealth: Having it all and wanting more” (Zenginlik: Her şeye sahip ve dahasını istiyor.) raporundaki iki grafiğe bakıyorum. Ekolojik adaleti dert eden herkesi çileden çıkaracak iki grafik. Ama bana anlattıkları başka bir öykü daha var bu grafiklerin, birçok insanın ıskaladığını sandığım başka bir anlamları daha var. Ekoloji mücadelelerinin çerçevesiyle ilgili bir anlam bu. Önce grafiklerle başlayalım:
Yüzde 1 hakkında hiçbir fikrimiz yok.
Her şeyden önce: Yüzde 1 hakkında hiçbir fikrimiz yok. Ne yerler, ne içerler? Gerçekten ne kadar zenginliği kontrol ediyorlar? Nerelerde yaşarlar?
Düşüncelerinde sayıların kaç basamağa kadar önemi olduğunu dahi hayal edemiyoruz. Neil deGrasse Tyson muhteşem konuşmalarından birinde büyük sayıları anlatırken kendi zenginliğini Bill Gates’inkiyle kıyaslıyor. (Şurada: https://www.youtube.com/watch?v=gNA6sAcQMmU ) Özeti: Akla hayale sığmasına imkan yok.
Benzer şekilde, Türkiye’de yolsuzluk skandalı sırasında o zamanki Başbakan şimdiki Cumhurbaşkanı/Sultan/Diktatör Tayyip Erdoğan’la oğlu arasındaki telefon görüşmeleri sızdı basına. Polis baskınından kaçırmak için evlerindeki nakitten kurtulmaları gerekiyordu. Bu yüzden parayı başkalarına verdiler, birine 35 milyon dolar, diğerine 20 milyon dolar… Tüm ödemeleri dikkatle planladılar. Dikkatinizi çekerim, bunlar bir İsviçre bankasındaki birikimler değil, yatırımlar değil, gayrimenkuller değil! Bunlar, evde bulundurdukları nakit para!
Bu paranın ne kadar yer tutacağını gözümün önüne getirmeye çalıştım. Tabii benim hayatımda gördüğüm en değerli kağıt para 100 Euro olduğundan, doğru dürüst hayal dahi edemedim.
Yüzde 1, bizim erişimimizin dışındadır. Onlarla hiçbir temasımız yok, hayallerimizde bile kontrol ettikleri zenginliği anlayamayız. (Şehir içinde gördüğünüz 4×4 araba sahipleri, 5 yıldızlı otellerde kalan turistler falan… Evet, anlaşılan onların da tatlı bir hayatı var, ama onlar yüzde 1 değiller.)
Ve tabii sonra bir de en zengin 80 kişi var, kapitalizmin laik rahipleri. Yüzde 0,000001’lik kesim. Üç buçuk milyar insanın toplamından daha çok zenginliğe sahipler.
Bu bilgileri hazmetmek için kendinize zaman tanıyın.
Ve büyük BİZ: Yüzde 99
Sonra bir de yüzde 99 var, dünyadaki tüm zenginliğin yaratıcıları. Büyük BİZ. Oxfam’ın raporunda “alttaki yüzde 99” dediği kesim. Biz, farklı zamanlarda ve farklı ölçülerde, 350.org’un deyimiyle “iklim yıkımı”nın ceremesini çekiyoruz. Biz, ülkemiz sular altında kalacağı için yurdumuzu terk etmek zorunda kalıyoruz. Biz, dünya genelinde su ve gıda kıtlığı çekiyoruz. Biz, 2005’te Katrina fırtınasında ABD’nin New Orleans eyaletinde gördüğümüz gibi, “acil durumda son kurtarılacaklar”ız.
Şimdi, çevreciler insan-kaynaklı küresel ısınma hakkında konuştuklarında hemen sözlerini kesesim geliyor: Hangi insan? Tabii bu retorik soruyu sorarken aklımda, kapitalizm-kaynaklı küresel ısınma tartışmasını başlatmak var.
Esasında daha enteresan bir şey daha var. Sorumlulukların ve risklerin eşit paylaşılmadığını anladıktan sonra bile, iklim değişimine karşı neler yapılabileceği konusunda da bir fark var.
Açıkça söyleyeyim: Çevreci söylemdeki nüfus kontrolü ve tüketici tercihi argümanları hakkında, daha doğrusu bu argümanlar aleyhinde konuşuyorum.
Hangi nüfus ne tüketiyor? Hangi nüfusu “kontrol” etmek istiyorsunuz?
Tereddüt halinde grafiklere bakın: Üç buçuk milyar insanı “kontrol” etmenin ekonomik etkisi, 80 kişi “kontrol” etmeye eşit. 80 kişiden kurtulun, devasa bir ekolojik ayakizini silmiş olacaksınız. Ama bu ultra-zengin 80 kişiyi dikkatle ayıklamanız gerekecek. Tabii burada mesele tam olarak 80 birey değil, bu bireylerin sistemdeki yapısal rolleri. Biri ortadan kalkarsa koltuğu anında 81. ultra-zengin tarafından doldurulacaktır. Neredeyse tüm üretimi kontrol eden bu koltuklar, bu 80 kişinin toplumsal rolleridir.
Benzer şekilde, şu soruyu sorabiliriz: Şu değil de o elmayı satın almayı seçme konusunda “sorumlu” davranması gerekenler, hangi tüketicilerdir?
Tereddüt halinde grafiklere bakın: Eğer yüzde 99’un her birini ikna ederseniz, ekonominin yarısından azına etki edecek güce sahip olursunuz. Bizim ekonomik çoğunluk olmamız imkan dahilinde değil. Ve yeşil ürünlere takıntımızla geçirdiğimiz her an sırf manasız değil, ayrıca bu anlar gerçek çözümlerden uzaklaşmamıza sebep oluyorlar.
Değişimin sistem içinde yapılacak “sorumlu” tercihlerde gizli olduğunu düşünmek gerçekten de insanın içini rahatlatıyor: Çocuk yapma. Ahlaklı bir insan olmak için ürünlere daha çok para öde. (yani: “Fiyatlarımızı görmeden ahlak satın almayın! En ucuzu biziz!”)
Ama gerçekçi olmalıyız. İklim adaleti benim karbon ayakizimdeki minnacık değişimlerle ilgili bir mesele değil. Küresel karbon emisyonlarını birkaç on yıl içinde %65 azaltmakla ilgili bir mesele. Savaşlarla, gereksiz mega-projelerde, %1’in lüks tüketimiyle, reklamlarla ilgili bir mesele, kapitalizmle ilgili bir mesele. Ve tek gerçekçi ve sorumlu tercih, kapitalizme karşı mücadele etmek.
İklim adaletini nerede aramalı?
Gerçekçi çözüme giden yol, yukarıda yazdığım cümlenin düzeltmesinde yatıyor: “Bizim ekonomik çoğunluk olmamız imkan dahilinde değil.” Bu cümle ancak üretimden sonra geçerli. Çünkü biz yine de çoğunluğuz, ve burada sayıları kıyaslamıyorum sadece. Biz yüzde 99’uz, “dünyadaki tüm zenginliğin yaratıcıları,” ultra-zenginlerin cebinde biriken zenginliğin hepsini biz yarattık, bu eşitsizliklere yol açan sosyoekonomik sistemin yeniden üretiminde biz de işbirliği yapageldik.
İklim adaleti için bir kısayol yok, çünkü adalet için kısayol yok. (İklim adaletini biricik kılan aciliyeti sadece.) Ya birbirimizi yeni bir tişört almaktansa ikinci el tişört aldığımız için tebrik etmeye devam edeceğiz, ya da gerçekleri doğru anlayıp mücadeleye girişeceğiz.