“Türkiye’de eğitim sorunları” dendiği zaman, akla belki de yüzlerce alt başlık gelir. Bunların en sonuncusu ise, bilindiği gibi, “4+4+4” şeklinde kısaltılan, eğitimin dörder yıl arayla kesintiye uğratılarak verilmesini öngören sistemdir. Ancak, son sistemi ve beraberinde getirdiği garabetleri anlamak için, öncelikle ve kısaca, eğitim sistemine ve bu sistemin işleyişine dair bilgi edinmek gerekir.
AKP iktidarının eğitim alanındaki zorlamasının Türkiye’nin bir bütün olarak dinselleştirilmesinin bir parçası olduğu açık. AKP’nin birçok şeyin üst üste gelmesiyle sağladığı yükselişi, ülkenin kimi noktalarda yapısal dönüşüme tabi tutulmasını mümkün kıldı. Bu durum AKP ekibinin hem arzusu hem de vaadi olarak görülebilir. Ortadoğu’daki bölgesel değişimle birlikte devlet paradigmaları/ ideolojileri de değişmeliydi ve bu değişim oku, mevcut olan kazanımların gerisini gösteriyordu.
AKP’nin icraatları, hükümet olduğu ilk günden bugüne bu değişim doğrultusunu tutturmaya yönelik oldu. Dolayısıyla eğitim alanına müdahale de son uygulama ile ortaya çıkmadı. Yıllardır ihtiyaç olduğu itiraf edilmesine rağmen [1], ciddi sayıda öğretmeni açıkta bırakan öğretmen ataması sınırlamasına karşın, din bilgisi öğretmeni kadrosunun binlerle açılması ve bunların büyük çoğunluğunun okul idari kadrolarına alınması, nasıl bir eğitimci profili hedeflediklerinin somut göstergesidir. Eğitimcilerin halihazırda gözlemleyebildikleri gibi, bu durumu da müfredat değişiklikleri, İmam Hatip Liseleri’nin meslek lisesi statüsünden çıkarılması, her okula bir mescit yapılması, bilimsel araştırmalarda merkezi rol üstlenen ve popüler bilim yayıncılığının yapıldığı TÜBİTAK’ın kadrolarının değiştirilmesi, üniversite rektör atamalarında oylama sonuçlarına riayet edilmemesi gibi sayısız adım izledi.
Tabii, AKP’nin hedeflerini gerçekleştirmesini olanaklı hale getiren yolun taşları, cumhuriyetin kazanımlarını biçen, gerici yanlarını sağlamlaştıran iktidarlar tarafından döşendi. AKP iktidarı, Türkiye’deki eğitime “öldürücü darbeyi” vurma şerefine nail oldu. Çürümüşlüğün kökleri, çok daha derinde.
Türkiye, o günden bugüne dek iki askeri darbe, iki de çok önemli muhtıra atlattı; hatta bu muhtıralardan birisi de internetten verilmişti. Ancak, bunlardan hiçbiri, Türkiye Cumhuriyeti eğitim sistemine, 12 Eylül 1980 darbesinden daha büyük bir zarar vermedi. Çünkü bu darbe, eğitim ve öğretim sürecinde hiç olmaması gereken, ama fazlasıyla stratejik bir noktaya, ilkokullara ve ortaokullara din eğitimini devlet eliyle yerleştirdi. 1982 Anayasası’nın din ve vicdan hürriyetiyle ilgili 24. maddesinden alıntılayacak olursak:
“…Din ve ahlâk eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlâk öğretimi ilk ve orta-öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanunî temsilcisinin talebine bağlıdır.” [2]
Bu madde, resmi eğitim ve öğrenimde yer almaması gereken bir unsuru sisteme doğrudan doğruya dahil etmekle kalmıyor, aynı zamanda, “…küçüklerin de kanunî temsilcisinin talebine bağlıdır” ifadesiyle, küçük yaştaki çocukların yasadışı din kurslarına gönderilmelerinin yolunu resmi olarak açıyordu.
Burada biraz durup soluklanalım ve şu sorunun cevabını arayalım: Eğitimin dinselleşmesi neden zararlıdır? Fakat bundan önce, biraz eğitim ve çocuk gelişimi ilişkisine bakmamız gerekiyor.
Çeşitli bilim insanlarının ortaya attığı çeşitli gelişim kuramları vardır; Bruner, Freud, Piaget, Erikson, Kohlberg, Vygotsky… Eğitim sistemlerinde çocuklara öğretilecek şeylerin içeriği de bu gelişim kuramcılarının, psikologların, pedagogların ve psikanalizcilerin bulgularına uygun olarak düzenlenmelidir. Aslında bu, halk arasında, “çocuğun seviyesine uygunluk” olarak bilinen kıstası karşılayabilmek için de gerek şarttır. Bu bilim insanları, bir çocuğun gelişimini açıklayabilmek için çocuğun büyüme çağlarını dönemlere bölerler. Örneğin, Erikson’ın “Birinci Evre” adını verdiği 1-3 yaş arası döneme, Freud, “Oral Dönem” adını vermiştir. Her ne kadar isimler farklı olsa da, bu kuramların hepsi aşağı yukarı aynı şeye işaret eder: eğitim, çocuğun bilişsel ve fiziksel gelişimine göre verilmelidir.
Erikson’ın tanımladığı haliyle üçüncü evre veya “Girişime Karşı Suçluluk” evresi, Freud’un verdiği isimle Fallik Dönem veya Piaget’nin daha geniş açıdan gösterdiği haliyle “İşlem Öncesi Dönem”, çocukların örgün eğitime başlamalarından hemen önceki döneme tekabül eder. Bu dönemin sonunda, çocukların kemik ve kas yapıları (kalemi düzgün tutabilme, tuvalet eğitimi vb.) ve bilişsel aktivitelerdeki becerileri (komut alma, beş duyusuyla algıladığı verileri beyinde işleyebilme vb.) örgün eğitime asgari düzeyde uygun hale gelir. Bu dönemde, ayrıca, dış dünyanın keşfedilmesi ve orada kendine uygun gördüğü yer gibi, güçlülük-zayıflık, büyüklük-küçüklük ilişkisi kurulmaya başlar. Bununla birlikte, çocuk, cinsel organları tanımaya ve onlara ilgi göstermeye meyillidir. Bir çocuğun örgün eğitime başlayabileceği ve verilen eğitimi verimli bir biçimde sindirebileceği yaş, en erken, 6-6,5 yaştır [3]. 6 – 11 yaş arası döneme de Piaget tarafından, “Somut İşlem Dönemi” adı verilmiştir, ki bu da bizi sorduğumuz soruya geri götürür: Eğitimin dinselleşmesi neden zararlıdır? Bu konu, kısaca, üç maddede incelenebilir:
-
Az önce bahsettiğimiz 6 – 11 yaş aralığında, yani Somut İşlem Dönemi’nde, çocuklar yalnızca somut kavramları içselleştirebilirler. Basit sorunlara basit çözümler getirebilirler, verilen komutları gayet iyi anlayıp gereken eylemi gerçekleştirebilirler. Yapamayacakları şey ise soyut kavramlar üzerine düşünmek ve eyleme geçmektir.
Bu dönemdeki bir çocuğa elmalardan, oyuncaklardan, arabalardan veya akla gelebilecek somut her şeyden bahsedilebilir; ama bu dönemde çocuk, tanrı, cennet ve cehennem, şeytan, cinler gibi doğaüstü, soyut kavramları anlamlandıramaz. Dolayısıyla, bu çocuk, sağlıklı bir bilişsel gelişime sahip olmayacaktır. Çünkü onu her an izleyen, yaptığı her şeyi bir kenara not eden; ancak kendisinin göremediği, duyamadığı, dokunamadığı bir şey tarafından cezalandırılacağı düşüncesiyle, çocuk, eli kolu bağlanmış, çaresiz ve korkmuş bir birey olarak büyüyecektir. Bunun yanında, dış dünyayı keşfetmeye başlayan çocuk, dinin yarattığı baskı ve korkuyla, kendisine emredildiğine inandırıldığı şeyleri yapmadığında veya yasaklanan şeyleri ister istemez gerçekleştirdiğinde, büyük bir suçluluk duygusuna kapılacaktır. Bu suçluluk duygusu, dış dünyayla sürekli olarak iletişim halinde olması gereken çocuğun daha da içine kapanık hale gelmesine sebep olacaktır.
Soyut işlem dönemi (11+) ise insanın bilişsel becerilerinin gelişimi için kritik bir evredir. Bu dönemde, özellikle ileri işlem olan, eleştirel düşünce becerilerinin kazanılması gerekmektedir. Dolayısıyla sorgulanamaz, dogmatik fikirlerin mutlak ve tek doğru olarak belletilmesi, eleştirel yaklaşım ve alternatif üretme gibi önemli bilişsel becerilere ket vurulmasına neden olacaktır.
-
Devlet eliyle verilen din eğitimi yoluyla eğitimin dinselleşmesinin ortaya çıkardığı zararlardan biri de, bilinçli olarak yaratılan yanılgıların altında yatmaktadır. 1982 Anayasası ile örgün eğitimin içine giren “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” dersi, sanki ahlak, din sayesinde var olabilecek bir kavrammış gibi gösterilmiştir. Halbuki, kısacık bir akıl yürütmeyle bile çürütülebilecek olan bu önerme, günümüzde de bilinçli bir biçimde zihinlere yerleştirilen bir yanılgıdan başka bir şey değildir. Bu konuda, Niyazi Altunya’nın, “75 Yılda Eğitim” adlı derlemedeki “Türkiye Cumhuriyeti’nde Din Eğitimi” başlıklı makalesinden bir paragrafı alıntılamakta fayda var:
“…anayasa bu dersi ‘kültür ve öğretim’ kavramları ile nitelemeye çalışmış, belirli bir dinden söz etmemiştir. Ama ‘perşembenin gelişi çarşambadan bellidir’ uygulama bu dersi, İslam dininin bir mezhebine özgülenmiş, ‘ahlak’ konuları dinsel temele oturtulup o da büyük ölçüde sınırlanmıştır. Devlet başkanının, ‘zaten öğrencilerin yüzde doksan dokuzu bu dersi okuyordu’ gerekçesi, insan haklarına çoğunluk hegemonyasının egemen olabileceği gibi, çağdışı bir anlayışı simgelemiştir. Böylece, devlet gözetiminde belirli bir dinin, mezhebin ya da ‘Türk-İslam Sentezi’ adı verilen bilimsel temelden yoksun bir ideolojik hattın okutulabileceği anlaşılmıştır.” [4]
Altunya’nın da belirttiği gibi, zorunlu din dersleri yoluyla, “ahlak” kavramının sınırları, İslam dininin tek bir mezhebiyle (Sünnilik) daraltılmış ve içi boşaltılmıştır. Bu yolla, hem “dini olmayanın ahlakı da olmaz” şeklindeki tamamen mesnetsiz bir önerme, bir gerçekmiş gibi zihinlere sokulmuş hem de ne din ne de ahlak eğitimi doğru düzgün verilebilmiştir.
-
Laiklik ve sekülerleşme, bireyin dini inancına karışılmamasının yanı sıra, toplumsal ve siyasal yaşamın dini kurumlar tarafından (veya dini kurallar doğrultusunda) düzenlenmemesi ve evrensel değer ve bilginin belirleyici olduğu temeline oturur. Tarih boyunca insan hakları sorgulanmış, dönüşüme uğramış, bilimsel bilginin açtığı ufuk sayesinde dogmatik düşünce eski defterlerde kalmıştır. Bu durum, aydınlanmayı ve geniş halk kitlelerinin iktidarla mücadelesinde dinsel öğretiye mesafe koyma, dünyevileşme sürecini doğurmuştur.
Özünde bütün dinsel öğretiler, kendi dönemlerine özgü ve yereldir. Bu nedenle insanlığın tarihsel ilerleyişinde evrensel değerlerle çelişen birçok yan biriktirirler. Modern toplumun ürünü ve toplumsal gelişmenin temeli olan yaygın ve zorunlu eğitim, insanların eşitliğini ve temel haklarını gözetecek, kendini gerçekleştirebilmesi için mevcut bilgi birikimine ulaşmasına ve eleştirel düşünce becerisini kazanabilmesine olanak sağlayacak şekilde düzenlenmelidir. Dinselleşen eğitim böyle bir çerçeveyi dışlar çünkü seçilen dine göre kutsal olanın belirleyiciliği vardır.
Türkiye özelinde dinselleşme eğilimlerinin nasıl sonuçlar doğuracağını evrim kuramı üzerinden uzun süredir deneyimliyoruz. Bu, “bilimsel bilgiye rağmen” durumu, yeni din dersleriyle katlanarak artacak. Örneğin, Temel Dini Bilgiler dersine bakınca, “evrendeki hassas denge”, “kusursuz insan”, “amaçlı yaratılış” gibi dini inanç ve düşüncelerin, ünite kazanımları içinde yer aldığını görebiliyoruz. Bu ifadeler, bilimsel yöntem sonucunda ulaşılan kanıtlara dayanmamaktadır ve hatta bu kanıtlarla çelişmektedir. Yine aynı derste, “insanın yaratılış amacının Allah’a kulluk etmek” olduğu kazanımının ya da “Günlük Hayatta İslami Kurallar” ünitesindeki giyim kuşam alt başlığının yaratacağı “ideal insan” düşüncesi ve yaşantısı, modern toplumun değerlerini kabul etmeyecektir. Ayrıca, bu derslerin içeriği diğer derslerin içerikleriyle çatıştığında, diğer derslerdeki değer ve bilgilerin sansürlendiği/sansürleneceği de açıktır.
Yazımızın 2. Bölümünü okumak için tıklayınız…
1. http://web.tbmm.gov.tr/gelenkagitlar/metinler/157027.pdf
2. 1982 Anayasası: https://yenianayasa.tbmm.gov.tr/docs/gerekceli_1982_anayasasi.pdf – Madde 24
3. http://www.ttb.org.tr/kutuphane/okulabaslama.pdf
4. “Türkiye Cumhuriyeti’nde Din Eğitimi”, Dr. Niyazi Altunya
Özgür Düşünce Hareketi – Ocak 2013