Tag Archives: akp

“İzi Sürülemeyen” Casus Yazılım ve Türkiye

Gün geçmiyor ki Türkiye’nin de içinde bulunduğu bir gözetleme sistemi orataya çıkmasın. Haklarımız o kadar büyük tehlike altında ki bunu hergün tekrar tekrar görüyorum.

Milan’dan kısaca HT S.r.l olarak bilinen Hacking Team, devletler için “saldırgan teknolojiler” tedarik eden bir firma. Makalelerde geçtiği üzere ürünlerinden bir tanesi “Remote Control System (RCS)“, –adı üzerinde– uzaktan kontrol sağlayan bir trojan olup dünya çapında gizli servislere ve kanun uygulayıcılara satılmış. Hacking Team’in tanımladığı üzere bu trojan devletin kontrol edebildiği alanların dışında kalanlar ve şifreleme kullanları monitörlemek için geliştirilmiş. 2011 yılı RCS tanıtım broşürü:

image00

Kısaca RCS hedef bilgisayar ve akıllı telefona girerek veri iletim için şifrelenmeden veya hiç iletilmemesi için müdahalede bulunuyor. Bununla birlikte, bir bilgisayarın harddiskinde bulunan dosyaları kopyalayabiliyor, Skype aramalarını, e-postaları, tarayıcıya girilen şifreleri (keylogger gibi) kaydedebiliyor. Ayrıca, cihazın kamerasını veya mikrofonunu da kullanıcıyı gözetlemek ve dinlemek için aktif edebiliyor. Hacking Team ise bu trojanı terör ve suçla mücadele etmek, siber soruşturmalar için oluşturduklarını, kesinlikle baskıcı rejimlere satılmayacağını/satmadıklarını söylüyor. İzi sürülememesine gelecek olursak hedefe yapılan saldırılar için kendine RCS sunucuları üzerinden tamamen farklı zıplama yolu hazırlamaktadır.

CIRCUITS_FINAL_REDACTED

Örneğin, RCS izinin sürülememesini sağlamak amacıyla Meksika’daki hedef için Hong Kong, Londra, Amstardam ve Atlanta üzerinden bir yol oluşturulmuş. Bir diğer örnek de Fas’taki hedef için oluşturulan Kiev ve Tampa yoludur.

İlk makale Ethiopian Satellite Television Service (ESAT) isimli, bağımsız ve Etiyopya diasporası üyelerine ait televizyon, radyo ve online haber kurumunu anlatıyor. ESAT kendini sürülen gazetecilerden, insan haklarını savunan, sivil toplum liderleri ve Diaspora üyelerinden oluşan bir yapı olarak tanımlamaktadır.  Etiyopya’nın dikkati çeken bir diğer özelliği de Afrika çapında en çok gazetecinin mahkum edildiği bir ülke. Ayrıca, Etiyopya devleti 1993’ten bu yana 75’ten fazla radyo ve televizyon kurumlarını kapatmış. ESAT’ın bir diğer özelliği ise Etiyopya hükümetinin muhalefet partilerini burada program yapmamaları için uyarmış olması. ESAT tek bir saldırgan tarafından 2 saat boyunca hedef alınmış ve ESAT gazetecilerine RCS içeren rar, doc gibi dosyalar gönderilmiş. Bu örnekten çıkartılacak en temel sonuç, “baskıcı rejimlere” satılmadığı söylenen bu casus yazılımın bizzat baskıcı rejimler tarafından kullanıldığıdır.

İkinci makale izi sürülemeyen bu casus yazılımın izini sürmeye çalışıyor. Kullandığı şüphelenilen ülkelerin haritası:

SUN_NOON_WORLD1

Şüphelenilen ülkeleri sıralayacak olursak Meksika, Kolombiya, Panama, Macaristan, İtalya, Polonya, Türkiye, Umman, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır, Etiyopya, Fas, Nijerya, Sudan, Azerbaycan, Kazakistan, Malezya, Tayland, Güney Kore ve Özbekistan. Harita üzerinde de görülüğü gibi ülkelerin %52’si Dünya Bankası tarafından 3. dünya ülkesi olarak tanımlanmakta ve Türkiye de dahil olmak üzere baskıcı rejimlerin yönetimi altında bulunmaktalar. Tekrar Hacking Team’in ifadesine dönecek olursak baskıcı rejimlere satılmayan bu casus yazılım bizzat bu rejimler tarafından kullanıldığından şüphelenilmiş.

Makalede geçen RCS hedeflerine de kısaca bir bakacak olursak:

  • Faslı yurttaş gazeteci grup Mamfakinch
  • Arap Emirlikleri’nden insan hakları aktivisti Ahmed Mansour
  • Arap Emirlikleri’nden bir gazeteci ve bir insan hakları aktivisti

Makalede “Bilinmiyor” olarak geçen birkaç hedef daha mevcut. Bu durumun enteresan tarafı Hacking Team’in ısrarla Avrupa Birliği, Amerika, NATO ve benzer uluslararası organizasyonların baskıcı rejim, ifade özgürlüğünün kısıtlı, adalet sisteminin yozlaşmış, insan hakları ihlallerinin olduğu ülkeler diye adlandırdığı ülkelere kesinlikle tedarik edilmediğini söylemesine rağmen örnekler bunun tam tersini söylemekte, yurttaş gazeteci, insan hakları aktivistleri veya gazetecileri hedef alınmaktadır.

Türkiye bunun neresinde kısmına gelelim. Türkiye de sahip olduğu iktidar ile gayet baskıcı, hiçbir muhalefete tahammülü olmayan, kendi kıt anlayaşılarını hukuk diye dayatan polis devletinden muhaberat devletine geçmek için gün sayan bir devlet konumuna geldiğini biliyoruz. CitizenLab, RCS’nin proxy zincilerini 6 parmak izi (fingerprinting) üzerinden taramış ve bir sunucular listesi çıkartmıştır. Bu listeye bakıldığında Türkiye’den (firma ismi vermiyorum, whois çekin) 1 Şubat 2014 tarihi itibariyle 176.216.47.175, 176.218.9.153, 176.55.188.147, 85.153.34.173, 85.153.34.187, 85.153.34.9 ve 95.9.71.180 adreslerine ulaşılmış. Bu adreslerle birlikte, ben de Türkiye’yi şüphelenilen (kullanma potansiyeli yüksek) ülkeler kapsamına alırım.

Durumun vehameti açıkça ortada. Siber soruşturmalar için –sözde– izi sürülemeyen bir casus yazılım ve bu yazılımla insan haklarının ihlal edildiği ülkelerde muhalefet, gazeteci ve aktivistleri hedef alan rejimler. Diğer yanda para için gözetleme/takip yazılımları hazırlayanlar. Yakınlarda çıkan Internetten illegal mp3 indirenleri tespit edecek casus yazılım haberi de şu bahsi geçen iki makaleye tam oturmuyor değil. Türkiye birçok alanda geri kalmış bir ülke olabilir fakat gözetleme, takip, sansür ve fişlemede teknolojiyi hiç kaçırmıyor gibi duruyor.

Tagged , , , , , , , , , , , , , , ,

Fişlemeyi Normalleştirmek

Özellikle iktidarın devamlı ihbar edin çıkışları, son bulacağını söyledikleri fişmele ile doğrudan çelişmektedir. Epey deneysel bir yazı oldu. Bir eleştiri yazısı olarak yorumlarınızı beklerim.

Gezi sürecinden bildiğimiz üzere insanlar Gezi’ye destek vermek amacıyla geceleri ülkenin birçok ilinde “tencere tava” çalmaya başlamıştı. Çok geçmeden Erdoğan; “Komşuyu rahatsız etmek suçtur. Ben değil yasalar söylüyor. Müracaatınızı yapacaksınız, yargıya bildireceksiniz.” diyerek tencere tava çalanların ihbar edilmesini istemişti. Ardından, bu konuyla ilişkin olarak “Sırdaş Polis İhbar Noktası” projesinden bahsetmişti:

Mahalle aralarına yerleştirilecek bu sistem sayesinde, bir suç işlendiğinde, insanlar ‘kimliğim tespit edilir mi?’ endişesi yaşamayacak. Bu sistem ile ister yazılı olarak, isterse de sesli olarak bu kutulara ihbarda bulunabilecek. Bu kutulara yapılan ihbarlar ise kesinlikle gizli kalacak. Projenin kısa bir zaman diliminde başlatılması hedefleniyor.

Görüldüğü üzere yazılı veya sesli olarak mahalle aralarına yerleştirilmiş bu sisteme insanlar kimlikleri gizli kalacak şekilde ihbarlarda bulunabilecekler. Ek olarak, bu proje sayesinde “polise olan ihbarların artırılması ve ihbar sisteminin işlevlik kazanması” amaçlanmakta olduğu söylenmiştir. Bir süre sonra, gündem değiştirme gücünü iyice kaybeden Erdoğan’ın kızlı-erkekli öğrenci evleri çıkışı olmuştu. “Üniversite öğrencisi genç kız, erkek öğrenci ile aynı evde kalıyor… Vali Bey’e bunun talimatını verdik. Bunun bir şekilde denetimi yapılacak.” demişti. Bu söyleminden sonra epey tepki çekmiş, kızlı-erkekli öğrenci evlerinin ihbarı başlamış, kendilerini ihaber edenler olmuş ve ihbar sonucunda da bir kişi hayatını kaybetmişti. Görüldüğü üzere her iki söylemin de ortak yönleri; neyin suç olduğunun bir kişi tarafından belirlenmesi ve  “ihbar.”

Bu sefer çok yakın bir tarihte, 6 Aralık 2013’te “Trafikte Yeni Dönem! Herkes Polis Olabilecek” başlıklı yeni bir haber yayımlandı. Ayrıca, bu haber tv programlarında da gösterildi. Haberde geçen bölümden bir altıntı yapayım:

Tasarı Meclis’ten geçerse elinde kameralı cep telefonu bulunan herkes trafik casusluğu yapabilecek. Vatandaş aşırı hız, kırmızı ışık ihlali, emniyet kemeri, yasak park, araç kullanırken cep telefonu ile konuşma, hatalı sollama, araçtan sigara izmariti, çöp atma gibi eylemleri ya fotoğraflayarak tespit edecek ya da videoya çekecek.

Alıntıdan da görüldüğü üzere insanlar ellerindeki cep telefonları ile isterlerse trafik casusluğu yapabilecekler. Yani tekrar aynı bahaneyle, yasalara aykırı bir durumun ihbar edilmesi istenmektedir. Bununla birlikte, “casusluk” kelimesi “Sırdaş Polis İhbar Noktası” projesi ile -bence- doğrudan ilişkilidir. Çünkü, her ikisinin de ortak noktası kimlik gizliliğidir (e-posta ile ihbar bu konuda biçilmiş kaftan). Şimdi bir ayrım yapalım. Mobese, devletin kendi eliyle koyduğu bir gözetleme sistemidir. Haberlerde insanlara “evlilik teklif eden çiftler, enteresan kazalar, mobese kameralarına takılan ilginç görüntüler vs.” şeklinde gösterilmekte, asıl çalışma amacı gizlenerek ve normalleştirilerek anlatılmaktadır. Öte yandan, bahsedilen ihbarlar bir sivil muhbirlik olup, ayrıca yasal bir dayanağı olmadan, farklı veya karşıt görüşlerde olanları devletin fişleyemediği noktada fişlenmesine yardımcı olmaktır.

İlk olarak, elinde kameralı cep telefonu olan herkesin trafik casusluğu yapmasını (kurallara uymayan sürücüler için bile) kabul edilemez buluyorum. Trafikteki kural ihlallerinin çözümü “ihbar” sisteminden geçmemektir. Ayrıca, bununla  fişleminin ilerleyen süreç içerisinde daha normal bir algı yaratacağına inanmaktayım. Bunu şundan dolayı söylüyorum; ilk iki ihbar isteğinde neyin suç olduğu bir kışı tarafından belirlenirken bu sefer de yasalara aykırı durumlar bahane edilerek bir ihbar sistemi kurulmaktadır. Çünkü, hem tencere-tava hem de kızlı-erkekli ihbarların toplumun belirli bir kesimi tarafından (iktidar gibi düşünmeyenler diyelim ya da siz ne derseniz) “fişleme” olarak algılanmasına rağmen “kurallara, trafiğe vs. yardımcı olmak” adıyla fotoğraf çekilmesinin ve bununla ihbarda bulunulması gözden kaçırılmaktadır. Tıpkı Mobese haberleri ile yaratılmaya çalışılan algı gibi bu tarz ihbarların da asıl resmin üzerini örttüğünü düşünüyorum. Bu resim de fişlemenin ve devletin fişleme mekanizmasına yardımcı (gönüllü, sivil muhbirlik) olmanın ta kendisidir.

Son olarak, iktidar söz vermesine rağmen fişlemeyi son vermemektedir. Askine, fişlemeyi normalleştirmekte ve bunun için de elinden geleni yapmaktadır. Fişlemenin zeminini hazırlayan ve normalleştiren bu tarz haberler ve ihbarların altında yatanlar iyi görülmelidir. Bugün için makul gelebilecek bir ihbar/ihbarlar ilerleyen süreçte fişleyen bir toplum mekanizmasına dönüşebilir/dönüştürebilir.

Tagged , , , , , , , , , , , , ,

AKP, Baskı Ve Polis Devleti

AKP’nin iktidarlığı dönemi boyunca siyasi anlamda “baskı”‘yı nasıl kullandığını, sistematik olarak vatandaşlarını nasıl korkuttuğunu ve şiddetle nasıl boyun eğdirmeye çalıştığını incelemeye çalışalım. Bu süreçte eksikler elbette olacaktır, eklemekten çekinmeyiniz.

Baskının ne olduğunu kısaca anlatmak istersek bir tür zulme benzese de tepkisel değil, daha çok aktiftir. Baskı, muhalefeti kontrol etmek yerine onun kökünü kazımayı amaçlar. Bu anlamda zulümden ayrılır. Kitleleri siyasetin dışına iter, ifade özgürlüklerini engeller, bunu yaparken de siyasi ve psikolojik araçlara başvurur. AKP rejimine bakılırsa eğer sendikaları nasıl zayıflattığı ve ortadan kaldırmaya çalıştığını, basın özgürlüğünü kendi istekleri doğrultusunda evirip çevirdiğini,  vatandaşlarını “dinlediğini“, Internet üzerinde “izlediğini“, her sokağa bir “göz” diktiğini, kendince doktor kesildiğini, ahlak polisi olup kitap yasakladığını görebiliriz. Bu, insanların üzerinde bir korku dalgası oluşturur. Etrafta sizi izleyen veya dinleyen bir mekanizmanın olması, sizi devamlı yaptığınız işlerde sorgulamaya, içinize Büyük Birader korkusu salmaya yarar. Böylece daha rahat kontrol edilebilir ve baskı altında tutulabilirsiniz.

Polis, niteliği itibariyle ceza yasasını uygulamak ve iç asayişi sağlamakla görevlidir. Liberal perspektiften bakarsak, yurttaşlarını birbirlerinden korur, bireysel hak ve özgürlükleri savunur, hukuk düzenini destekler. Fakat, AKP gibi kendilerine “muhafazakar demokrat”  diyen rejimlerde polisin rolü, devletin otoritesini korumaya ve hakimiyetini toplumun her alanına yaymaya dönüşür. Ayrıca, AKP’ye hizmet etmesi ve bir “baskı” aracı olarak kullanılması da buna eklenmelidir. Türkiye’de 2013 yılı itibariyle 340,000 polis memuru var. AKP’nin polise -ve özel güvenliğe- bu kadar çok yatırım yapmasının altındaki neden de polise biçtikleri “devleti ve biz elitleri muhafaza et“tir.

AKP rejiminde görüldüğü gibi polislik “siyasi” olduğu zaman toplumsal olarak otoriter ve siyaseten muhafazakar bir kültür üretme eğilimine girer. Bu yüzden de kendi geleneği için gencecik ve suçsuz insanları (Mehmet Ayvalıtaş, Abdullah Cömert, Ali İsmail Korkmaz, Medeni Yıldırım, Ethem Sarısülük, Ahmet Atakan) katletmekten geri kalmaz. Polisin halkın gözündeki tarafsızlığı, AKP’nin baskısından kaynaklanan gösterileri/protestoları kontrol etmede kullanıldığında ve kendisine AKP tarafından biçilen rolle iyice tehlikeye girmiştir. Aslında, bu, tehlikeye girmenin yanı sıra frensiz olarak bayır aşağı gitmektir. Polisin, Gezi’den sonra ne mahkemelere ne de halka hesap verdiğini, yaşananlardan dolayı özür bile dilemediğini gördük.

AKP tarafından polise verilen bu aşırı yetki, sosyal hayatın bütün yönlerinin siyasi kontrol altına aldığı bir korku dalgası yaratmak üzerinedir. Polis gücü, bu “elitler” tarafından yönetildiği için Türkiye bir polis devletine dönüşmüştür. Polis, artık AKP’nin özel ordusu olarak hareket etmektedir ve bir baskı unsuru olarak kullanılmaktadır. AKP’li vekil ve bakanların, kendilerine yazar, siyasetçi, düşünür diyen yalakaların polise kahramanım dediği, polis tarafından öldürülen insanlara terörist diyerekegemen biziz, terörü ve kimin terörist olduğunu da biz belirleriz” rolü de bu muhafazakarlıktan kaynaklanmaktadır. Çünkü polis ondan beklenen muhafaza arzusunu yerine getirmeye çalışmaktadır. Elbette, AKP iktidarı gidip yerine başka bir iktidar geldiğinde polise biçilecek rol,  hesaba çekilebilirlik ve siyasi kontrol yeni iktidara göre şekillenecektir. Burada yapılması gereken zayıf bir sorumluluk, keyfiyete ve değişken cezalara tabi olması ya da günün hükümetinin ihtiyaçlarına göre koşulmasına olanak verilmemesi olacaktır.

Tagged , , , , , , , , , , , ,

Kimyasal Silah Kullanımı Ve Amerika

Kimyasal silah kullanımıyla ilgili tarih kaynaklarına baktığınız zaman İ.Ö. 4000 yıllarına kadar geriye gidebilirsiniz. Spartalı askerler düşmanlarına karşı kükürt dumanı kullanmışlar, İ.S. 1346’da Kırım Tatarları mancınıklarla çürümüş ve virüslü cesetler fırlatmış, 1500’lerde İspanyol fatihleri yerli halklar üzerinde biyolojik savaşlar yapmıştır.

Bir iktidar partisi düşünün, meşruiyetini kaybetmiş, Nobel’e çemkiren, Olimpiyatlar’a küsen, Twitter’dan “kına stokları tükenmiş” diyebilen, iktidarlığını garanti altına alıp daha uzun bir süre devam ettirmek için savaş arayan, bunun için de sulandırılmaya müsait her türlü tanımdan yola çıkarak “demokrasi” götürmek, “zulümden” kurtarmak, ezilenin “umudu” olmak ve tüm bunlara da uygun bir kılıf olarak “kimyasal silah kullandı” diyerek tek bir hedef gösterebilen.

Kimyasal silahların çok fazla tarihçesine girmeden, Amerika’nın kimyasal silah kullanımına ve etkilerine tarihsel olarak bir bakalım. Amerika’nın diyorum, ve doğrudan Amerika’yı hedef alıyorum. Rus kuvvetlerin Bolşeviklere karşı İngiltere desteğiyle zehirli gaz kullanması, Almanya’nın 1. Dünya Savaşı’nda klor gazı kullanması gibi birçok örneği kolaylıkla bulabilirsiniz. Bu yazıyla ilgili olarak, bu bir derleme yazısıdır, bolca referans göreceksiniz. Temel kaynak ise burasıdır.

1950-1953 Kore Savaşı
Savaş sırasında, Kuzey Kore, Sovyetler Birliği ve Çin, Amerika’nın 1947 yılında geliştirdikleri biyolojik silahları kullanmakta suçlamıştı. Daha detaylı bir bilgi için buraya bakabilirsiniz.

1955-1975 Vietnam Savaşı
Amerika, 1965-1972 yılları arasında Napalm ve Agent Orange (Portakal Gazı)‘ını bu savaşta ana silahları olarak kullanmıştı. Napalm ile ilgili bir bilgi verecek olursak, su 100 derecede kaynarken, Napalm’ın etkisi 815 derecenin üzerine çıkıyor. İlk kullanımı ise 6 Mart 1944 yılına kadar gitmektedir. Deride ve vücutta ağır yanıklar oluşturur, atmosferde %20 daha fazla karbon monoksit ve ateş fırtınasına neden olur, ateş fırtınası rüzgarla birlikte saatte 110km hıza ulaşabilir. Vietnam’da yaklaşık olarak 400.000 ton Napalm kullanılmıştır.

Portakal Gazı’na gelecek olursak (İngilizce’den çeviri olarak genelde Portakal Gazı kullanılıyor.) aslen herbisittir. Yaparak dökücü olduğundan ve Vietcong’ların en büyük besin ve saklanma kaynağı, hatta silahı da yoğun Vietnam ormanları olduğu için, Amerika, yaklaşık 73 milyon litre bu herbisit, asit, jet yakıtı karışımını dökmüştür. En popüler olanı Agent Orange olmasına rağmen Amerika, Agent Pink, Agent Green, Agent Purple, Agent Blue, Agent White, genel adıyla “Yağmur Herbisitleri” kullanmıştır. Yıkıcılığı ise akıl almaz boyutlardadır. Güney Vietnam’ın %24’ü, 5 milyon dönüm mangrov ormanı, 500.000 dönüm ekili arazi, 3,181 köy, ayrıca Vietnam sınırına yakın Laos ve Kamboyça’daki bazı alanlara dökülen Portakal Gazı yüzünden, 4.8 milyon insan ölmüş, 400.000 sakat doğum gerçekleşmiştir. Portakal Gazı’nın ise etkileri hala devam etmektedir.

Güney Vietnam’ın bazı bölgelerinde dioksin seviyesi uluslararası standartların 100 katı üzerindedir. Portakal Gazı’ndan etkilenen yetişkinlerin çocuklarında prostat kanseri, solunum kanserleri, ilik kanserleri, diyabet, lenfoma, sarkom gibi birçok ölümcül hastalık görülmektedir.

Irak
16 Mart 1988’de gerçekleştirilen Halepçe Katliamı‘nda (ayrıca bir soykırımdır bu) 5.000 Kürt sivilin ölümüne neden olan hardal, sarin, sinir gazları saldırısıyla suçlanan Saddam Hüseyin’in arkasında doğrudan ve dolaylı olarak Amerika ve İngiltere bulunmaktadır. Dönemim Thatcher ve Reagen hükümetleri, Irak-İran savaşında Saddam rejimini askeri olarak desteklemekteydiler, onlar için Saddam’ın kimyasal silah kullanması görmezden gelinebilirdi. Zaten en büyük silah sağlayıcısı da kendileriydi. Bilindiği gibi 2004 yılında Bush hükümetinde ise, bu, Irak’a karşı kullanılacak en büyük koza dönüştürüldü. Peki ne oldu? Sonuçları burada.

Milyonlarca ölüm, peşinden gelen doğa ve hayvan katliamları, nesilleri etkileyen kanser, sakat doğum, soykırım, arkasında dünyanın küresel jandarması Amerika! En büyük kozu ise başkalarını kimyasal silah kullanmakla suçlayıp, dünyayı kana bulayarak payidar olmak! Tarihsel sürece devam edelim:

Yeni Şafak’tan kendine köşe yazarı diyen Sinem Köseoğlu‘nun bir yazısına denk geldim. Yazısının sonundan küçük bir alıntı yapıyorum; “Suriye’deki masum insanların umudunun ABD iç siyasetine bağlı olması ne acı, değil mi?” Kendisine tavsiyem, masum insanların umudunu ABD’nin kimyasal silah geçmişine ve savaş suçları tarihine bakarak tekrar tekrar değerlendirsin. Bunu yapabilmesi elbette zordur. Çünkü kendisi gibi yazarlar sadece umut tacirleridir. Bu gibi yazarlar, Irak’taki kitle imha silahlarını da demokrasi ve umut götürmek altında insanlara köşe yazılarından aktarmışlardı. Ama hiçbiri çıkıp o silahları satanın ve kullanımını destekleyenin Amerika olduğunu söyleyemedi.

Son olarak, Winston Churchill’in kimyasal silah kullanımı için söyledikleriyle bitirelim; “Barbar kabilelere karşı zehirli gazların kullanılmasının güçlü taraftarıyım.

Sağlam bir mide dileğiyle!

Tagged , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,