Gelin Türkiye’de son on yılda gerçekleşmiş çevre ve kültür katliamlarının bilançosunu birlikte çıkartalım. Bu projenin tamamlanması için maddi desteğe ihtiyaç vardır. Maddi yardımda bulunmak için lütfen buraya tıkayın.
[youtube width=”560″ height=”315″]http://www.youtube.com/watch?v=I0h5gvNnWTE[/youtube]
T.C. Anayasası’nın 169. Maddesine göre; “Devlet, ormanların korunması ve sahalarının genişletilmesi için gerekli kanunları koyar ve tedbirleri alır. (…) Ormanlara zarar verebilecek hiçbir faaliyet ve eyleme müsaade edilemez. Ormanların tahrip edilmesine yol açan siyasî propaganda yapılamaz.” Peki on yılı aşkın süredir yürütmenin başı olanlar, anayasayı nasıl bu kadar açık ihlal edebiliyor ya da kendilerine bu yasa dışı gücü veren kalabalıklara neyi vaat ediyor?
Dış borcumuz kalmadı palavrasını bir kenara bırakırsak her yıl katlanarak artan cari açığı kapatacak en mantıklı çözümün; üretmek olduğu apaçık ortada. Gel gelelim hükümetin pompaladığı kontrolsüz üreyin propagandası dışında tükettiğimizin yarısını dahi üretecek durumda değiliz. Öyleyse çığ gibi büyüyen cari açığı kapatmanın tek bir yolu var: satacak yeni öz kaynaklar… kamu hizmeti gören, tekel nitelikli mal ve hizmet üreten en stratejik kurumları yani telekom, tüpraş, elektrik ve doğal gaz dağıtım şirketlerini bile özelleştirip piyasaya finansman sağlayarak, ekonomik krizi öteleyen AKP hükümetinin elinde kalan son sermaye ne yazık ki; ormanlarımız.
İstanbul ormanlarını doğrudan konut projelerine açmak yasal değil ancak hükümet, sabırla bekledi ve 2003-2013 yılları arasında ihale yasasını sermayedarlarına peşkeş çekebilecek şekilde tam 29 kez değiştirdi. Sonra da cebine ateşin düşmediğini sanan ve muhafazakar gururu okşanarak dünya liderliği hezeyanı yaşattığı seçmenine çılgın
projeler denen katliamları duyurdu. Seçmen mışıl mışıl uyurken bu projelerin yapılacağı araziler, inşaat ya da emlak işiyle alakasını çözemediğimiz bisküvi üreticisi, banka ya da medya uzantıları olan holdingler tarafından köylülerin elinden yok pahasına satın alındı. Bu şirketlerin de ortak noktaları akp hükümetine olan yakınlıklarıydı.
Anadolu’nun öz kaynaklarının talan edilmesine ve bu yağmanın yaşam alanlarına uzanmasına karşı koyan yani tezgahlarına çomak sokan herkesi darbeci hatta terörist ilan eden hükümetin yatırım ve kalkınma olarak sunduğu projelerin kamu yararına çıkartılmadığı gün gibi ortada… Örneğin Üçüncü Köprü ve Kuzey Otoyolunun yapılmasına sebep
gösterilen transit geçişlerin İstanbul trafiğine olan yükü yalnızca yüzde üç… Yani İstanbul’un trafik soruna getirilecek yalnızca yüzde üçlük bir iyileştirme için şehrin alt üst olmuş doğal dengesini ayakta tutan son yeşil alan katledildi. Sadece otoban yapılabilmesi için kesilen bir buçuk milyon ağacın havadaki yüz binlerce ton tozu ve karbondioksiti tuttuğunu, devasa bir alandaki yeraltı sularını toparladığını düşünürsek Kuzey Marmara Otoyolu’nun öyle çok da uzak olmayan bir gelecekte İstanbul’a çok pahalıya patlayacağını öngörmek hiç de zor değil.
Başlangıçta sadece üçüncü köprü ve üçüncü havaalanı arasında kurulacak bir otoyol inşaatı olarak duyurulan projedeki kıyımın boyutları ortaya çıkınca tam manasıyla bir rant ve talan hareketi olduğu çok net görülmeye başlandı. Öyle ki İstanbul’un kuzeyini her iki yakada bir uçtan diğerine kesen inşaat sahası, eni 500 metre ile 1500 metre arasında değişen devasa bir yarığa dönüştü. Buraya sadece yol yapılmayacağı, ihaleler ile satışa çıkartılacağı ve yandaşlara peşkeş çekileceği haberleri ise çok gecikmedi. Henüz proje başlamadan pay edilen bölgeler bir yıl boyunca özenle ve kuralsızca ağaçlardan yavaş yavaş arındırıldı. Böylece yol inşaatının hemen yanında bulunan ve orman vasfı birer birer seyreltilerek yitiren alanların fundalık ilan edilmesi dolayısıyla ranta katılması sağlanmış oldu. Bölge köylerde yaşayan çiftçi, hayvanlarının yanlışlıkla Belgrad ormanına ya da Havaalanı inşaatı sahasına girmesi durumunda beş bin liradan başlayan cezalarla karşılaşırken, seyreltilen orman sahasına girmesi ve yıkılan ağaçları kesip toplaması yani delilleri ortadan kaldırılması serbest bırakıldı. Çok daha vahimi, inşaat alanından çıkan hafriyat kıyılara yakın yerlere taşınıp yığılarak boğaz manzaralı yapay sırtlar oluşturmak için kullanıldı. Yani hafriyat ihalesini alan holding bir yandan da lüks site ve villalar yapmak için aldığı arazilerin ederini katbekat arttırmak adına bölgenin doğal yer şeklini dahi bozdu.
Ne yazık ki bu katliamlar sadece İstanbul’la sınırlı değil. Ekonomik istikrar sağlamak adına Türkiye’nin doğal ve kültürel güzellikleri yandaş gruplara pay ediliyor. Her yeni gün, çevreye etkisi felaket düzeyinde olan HES’ler, maden sahaları, taş ocakları veya vizyonsuz yöneticilerin rant kapısı olan başka felaketler ortaya çıkıyor.
Finike’de, dünya mirası olarak kabul edilen ve koruma altında olduğu için köylü bir tek dalını kırsa hapis cezası verilen sedir ağaçları, taş ocakları tarafından göz göre göre kökünden kesilerek yok edildi. AKP hükümetlerinden evvel taş ocakları için ruhsatlar çevre yasasına bağlı olarak ÇED yönetmeliğine göre veriliyordu. Ancak 2003 ve 2007 yılları arasında mevzuatta taş ocakları sahipleri lehine yapılan değişiklikler ile taş ocağı ruhsatlarının alınması kolaylaştırıldı ve mahallinde hiçbir ciddi araştırma yapılmadan çevreye vereceği zararlar göz ardı edilerek ruhsat alan taş ocakları yani hükümetin milli servetlerden pay verdiği muhafazakar sermayedar sayısı birden arttı. Bu öyle büyük bir peşkeşti ki ruhsatlar uzun süreli verilip ocakları işletenler sahanın mevcut potansiyeline bağlanmak yerine bir iki yıllık ruhsatlarla çıkan kaliteli mermeri üstünkörü toplayarak ocakları öylece terk edebilme lüksü sundu. Bölgenin kayalık zeminde kök salması için yüzlerce yıl gereken sedir ve kızılçam ormanları katledilerek açılan ocaklardan geriyeyse daha az kıymetli mermer blokları ve kayalar kaldı. Yol yapılamayacak sırtlara verilen ruhsatlarsa yalnızca katledilmesine müsade edilen sedir ve kızılçam ormanlarına değil mermer blokların yuvarlanarak yola yakın yerlere taşınmasını sağlayan tepelerdeki ormanı da yok etti. Talan ve yıkım konusunda ustalaşmış ocaklar bununla da yetinmeyip yasak olmasına rağmen geceleri dinamit kullandı. Bu dinamitler yakın çevreye 3.6 şiddetinde bir deprem etkisi yaparken seri olarak kullanılan bu yasal olmayan yöntem yalnızca evlerde tahribata sebep olmakla kalmayıp su kaynaklarının kirlenmesine ve daha kötüsü kurumasına sebep oldu. Finike’de şu an 12 tane benzer mermer ocağı var ancak bunlar, Finike ve Antalya’nın hala iyi günleri zira geçtiğimiz ay sadece antalya’da 300 tane yeni mermer ve taş ocağı için ruhsat verildi. Binlercesi de sırada. Çünkü Türkiye ekonomisinin her geçen gün çok daha fazla sıcak paraya ihtiyacı var ve pahası ne olursa olsun devlet için en kolay nakit bulma yöntemi bu tür zenginliklerin satılması… Hem de yalnızca belli bir sermaye grubuna…
Fatsa’da yaşanan çevre katliamı ağaçların kesilmesi, yeşil alanın tahribinden çok daha ötede: Siyanürle altın aranacak bu saha göründüğü gibi tarım alanları ve yerleşim yerleriyle sınır konumunda. Yani ülkenin en çok fındık ve bal yetiştirilen şehrinden çıkan mahsülün güvenilirliğini artık rahatlıkla sorgulayabilirsiniz. Peki muhafazakar olmakla övünen ve muhafaza ettiği için oy kazanan iktidar bu madende siyanürle altın arama ruhsatını yabancı bir şirkete vererek ne gibi bir kar elde edebilir? Emin olun bu denli büyük bir yatırıma kendileri girebilecek olsa bir an durup düşünmezler ancak bunun yerine daha az riskli olan madendeki yan işleri, mesela hafriyat kaldırma, lojistik ya da tedarik işlerinin küçük muhafazakar sermayedarlara büyük paralarla ihale edilmesi garantisiyle yetiniyorlar. Yapılan öyle büyük bir ihanet ki Fatsa’nın toprağına, yeraltı sularına, havasına karışan zehir ancak yüzlerce yıl sonra arınmış olacak ve bu yalnızca yabancı sermayenin milli servete konmak adına saçtığı hem de yalnızca yandaşa saçtığı paralar karşılığında olacak.
İnsanın lanet edip gemileri yakması ve ekonomik ya da sosyal felaket kopacaksa kopsun diye isyan etmemesi için bir sebep yok gibi görünüyor ancak bu tür bir kriz ortamından etkilenmeyecek tek kesim de ne yazık ki muhafazakar görünüp muhafaza ettiği izlenimiyle siyasi ve sonradan da ekonomik statü kazananlar olacak. Çünkü son on yılda gerçekleşen talan astronomik seviyelerde… Olası bir kriz senaryosunda, bankalar kredilerin tümünü geri çağırıp borçlarını zamanında ödeyen müşterileri bile mağdur edebiliyorken yandaşlara pay edilen ihalelerdeki sözleşmeler tamamen muhafazakar sermayedarları koruyor ve kolluyor. Dev holdingler halihazırda kendilerine verilen bedelleri projenin ortasında yetersiz bulup ek bütçe talep ederken, hükümet bu külfeti halkın sırtına yüklemekte bir beis görmüyor. Yani devletin halktan kazıyarak topladıkları, yandaş sermayenin servetine dönüşüyor.
Bu belgeselde yalnızca çevre ve doğa kıyımına değil aynı zamanda kültür katliamlarına da yer vereceğiz. Ecdat ecdat diye kendini yırtanların sermaye büyütmek çabası ya da tamamen cahillikten işledikleri kültür suçlarının da ifşa edilmesi gereken yolsuzluklar olduğunu düşünüyoruz. İshak Paşa Sarayı’na yapılan saçma sapan restorasyonun vizyonsuzluktan ya da bilgisizlikten yapıldığına inanmak istesek de maliyetinin üç buçuk milyon lira olarak belirlenmesi ister istemez bir rant arayışına itiyor mantıklı düşünebilen herkesi… Zira bu maliyetle koca sarayın üzerini pimapenle kapatmak pek akıl karı görünmüyor. Yapımı 17. Yüzyıla dek uzanan ve dünyadaki ilk kalorifer sisteminin kurulduğu bina olan İshak Paşa Sarayı’nın bugünkü hali, İslam medeniyetinin öncü, yenilikçi ve incelikli bir karakterdeyken, tarih boyunca siyasi iktidarların malzemesi olup nasıl yozlaştığına dair çok net bir sonuç gibi duruyor. Her an alt katlarında bir banka şubesi ya da bim belirecekmiş gibi duran saray ne yazık ki ihtişamını yitirmekle kalmamış, yurtdışı kaynaklı mimarlık ve restorasyon dergilerinde alay konusu haline gelmiş durumda. Muhafazakar kitleleri gücendirmek istemeyiz ancak islamiyetin başına gelmiş felaketlerin neredeyse tümünü yine müslümanların kendileri yapmış. Tıpkı bu eşsiz sarayı bir restorasyon faciasına çevirmemiz yahut çeviren çapsızlara yetki vermemiz gibi.
Vahimdir ki kültür felaketlerimiz, çevre felaketlerimizden aşağı kalmıyor. Beyazıt”taki yangın kulesi de nasibini bir hayli almış. 1749 yılında yapılan kulede asılı olan çeşit çeşit antenin bir kısmı tevcihli baz istasyonu… Şehrin siluetinde yer edinmiş yapının zirvesine vakti zamanında Vedat Demircioğlu’nu anmak için kızıl bayrak çekilmiş ancak dönemin provokatif gazeteleri bu bayrağın Beyazıt Camii’ne asıldığı yönünde yalan haberler yapınca 69 Kanlı Pazar’ı için faşist motivasyonu olmuştu. Kızıl bayrağa duyulan alerji tarihi yapılara iliştirilen baz istasyonlarına duyulmuyor hatta sempatik bulunuyor olmalı ki artık bu tip çift yönlü antenleri minarelerde de bol bol görüyoruz.
Diyanet İşleri Başkanlığı, aralarında Kültür ve Turizm, Ekonomi, Kalkınma, Çevre ve Şehircilik, Dış İşleri, Sağlık ve Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlıklarının bulunduğu yedi bakanlığın tekil bütçelerinden ve Kalkınma+Ekonomi+ Çevre ve Şehircilik Bakanlıklarının bütçelerinin toplamından fazla bir bütçeye sahip. Bu akıl dışı paya rağmen camiler, vakıflar bu görüntü ve manevi kirliliğe sebep olan baz istasyonlarını minarelere astırıyorsa, ya diyanetin bütçesinden ödenek alamıyorlar ya da açgözlülükten kudurmuş durumdalar. İki ihtimal de minareleri “süngü” yapıp yola çıkanların yalnızca din bezirganı olduğuna dair kesin sonuçlar ortaya koyuyor.
Anadolu’nun yaşadığı bu talan ve haramiliğin bilançosunu daha net gözler önüne sermek için tamamı hava çekimlerinden oluşan ve 30a yakın ili kapsayan bir belgesel çekmek istiyoruz. Pahalı bir teknik olan havadan görüntüleme yöntemi maliyetli olmasına rağmen etkisi çok daha çarpıcı ve akıllarda iz bırakan kareler yakalamak konusunda gayet başarılı… Finike’deki katliamları görüntüleyip facebookta paylaşan taş ocakları il mücadele platformu sözcüsü Ali Ulvi Büyüknohutçu’ya taş ocaklarını işleten şirketlerin açtığı 100 bin liralık maddi tazminat davası gibi hukuki yaptırımları henüz hesaba katmamış olsak da bütçeyi olabildiğince kısarak hesapladık. Bu kısa başlangıç için dahi üç kez jandarma tarafından gözaltına alındığımızı da düşünürsek proje devam ederken avukat arkadaşların ayrı bir desteğine de ihtiyacımız olabilir. Yalnızca maddi destek vererek değil bu projeyi paylaşarak, sosyal mecrada dillendirerek de filmin yapımcılığından sorumlu sayılabilirsiniz. Daha çok insana ulaşabilmemiz, kısa da olsa bu başlangıçtaki görüntülerden halkı haberdar edebilmemiz için bol bol paylaşım yapmak en etkili destek olacaktır. Zorba iktidara gönül vermiş seçmeni tatlı rüyasından edebilmemiz, en azından bu akıl tutulmasını tarihe not düşebilmemiz için bağışlarınızı bekliyoruz. Desteklerinizle ortaya çıkacak bu kolektif hafıza ürünü proje tamamlandığı zaman internetten ücretsiz olarak seyredilebilecek ve devamında gelecek benzer çalışmalar için kapı aralayacaksınız. Sokaktan siyasete uzanan mücadelenin en etkili olabileceği alandayız ve organize olursak Anadolu’nun çığlığını kulaklarını tıkamış sakinlerine duyurabiliriz. Sosyal medyada dağınık fotoğraflar, iletiler, videolar halinde denk geldiğimiz kıyım zincirini derli toplu ve çok daha net gözler önüne serecek bu belgesel; bir cenneti nasıl kaybettik ya da kaybın eşiğinden nasıl geri döndürdük noktasında bir kilometre taşı olacaktır.
Gelin bir film çekelim ve bu öylesine bir film olmasın, birilerini epey huzursuz etsin; dileyelim ki bir zamanlar yeşil ve latif olan Anadolu’nun intikamına kapı aralasın…