Tag Archives: edebiyat

Kadını erkekle değiştir, öyle oku.

“Her erkek rıza meselesinin önemini anlıyor on dakikada, bir gay bara girdiğinde.”

Bir süredir, neyi normal bulduğumu düşünüyorum. Bir yandan da, kadınların neyi rahatsız edici bulduğunu. İzin almadan dokunmak veya sokakta laf atmak gibi öküzlükler değil kastım – o kadarına kafam basıyordu önceden de. Ama mesela şu sözcükler var bir kafede gördüğün bir insanla ilgili: bakmak, dik dik bakmak, süzmek, bakış atmak. Ya da hoşlandığın kişiyle ilgili şunları düşün: asılmak, üstelemek, çıkma teklif etmek, sarkıntılık etmek.

Bu gibi sözcüklerin ne anlama geldiğini uzun süredir erkekler tanımlamış. Şimdilerde kadınlar bu tanımlara karşı çıkıyorlar. Bir öpücükten ne olacak’ı reddediyor, altı üstü sarıldım’a seslerini yükseltiyorlar. İyi, hoş. Ben de, neyin ne olduğunu anlamaya ve sınırları baştan çizmeye (daha doğrusu, etrafımdaki kadınların sınırlarına saygı göstermeye) çalışıyorum. Ama şöyle bir sorun var ki ben bunu yaparken bir yandan aynı toplumla muhatap olmaya devam ediyorum. Peki gündelik hayatımda bu erkek-egemen kültürün yeniden üretildiği yerleri ve durumları, dur otur bir kadının uyarısına ihtiyaç duymadan, kendi başıma nasıl keşfedebilirim?

Yaklaşık bir yıldır denediğim bir şeyi paylaşmak istiyorum. Lafım heteroseksüel erkeklere. Tüm feministler de etrafındaki erkeklere bunu önerebilirmiş gibi geliyor.

Okuduğun kitapları düşün. Romantikli, aşklı meşkli romanları ve şiirleri. Git kütüphanene bak. Yusuf Atılgan olsun, Sait Faik olsun, Ümit Yaşar olsun, Oğuz Atay olsun, içini yoğun bir sevda duygusuyla dolduran, aşık olduğunda, terk edildiğinde, aldatıldığında, karnında kelebekler uçarken okuduğun kitapları al eline.

Bunların ciddi bir kısmında, bir erkek onu reddeden (veya ona açıkça Evet demeyen) bir kadına bir şey diyor, bir şey yapıyor. Bazen sokakta arkasına takılıp onu takip ediyor, bazen evinin önünde bekliyor, bazen sosyal bir barda uygunsuz bir laf ediyor, bazen onun dudağına yapışıveriyor. Sen bunları okurken kendini özdeşleştirmemişsindir belki. Ben şahsen, adamla değil, onun davranışıyla da değil, ama adamın ruh haliyle kendimi özdeşleştirdiğimi hatırlıyorum. Tutkusunu, bunalımını veya telaşlı kaygısını anlıyorum.

Çünkü bizler (bu kitaplar ve okuyucuları) erkek egemen toplumun kaybeden erkekleriyiz. Ve çoğunluktayız. (Üstelik, bu çoğunluğun çoğunluğu da tacizle tecavüzle dışa vuruyor kendi öz güven eksikliğini. Bunları bir kenara koyalım şimdilik.) Reddedilmişlik hissiyle tuhaf ve çapraşık şekillerde başa çıkıyoruz.

Ama yine de erkek-egemen toplumun kazanan tarafındayız; erkeğiz en nihayetinde ve tecavüz olmasa da aşırı ısrar etme hakkı verilmiş hepimize.

Şimdi şunu yap bu metinleri okurken: Bu gibi kadın-erkek etkileşimi olan her sahnede kadını erkeğe çevir. Erkeği ise bir şeye çevirme, o olduğu gibi kalsın. Kadın yerine kendini koy, ama erkek olarak koy, yani nasılsan öylecene koy. Şimdi ana karakter ne deyip ne yapıyorsa hepsini ısrarcı bir gay erkek sana yapıyor gibi düşün. Bunu cidden role girerek yap ama, lafın gelişi değil. Karşında o kişi varmış ve o lafları edip o şeyleri yapıyormuş gibi düşün ve hislerini dikkatle izle.

Bazen (şaşırtıcı derecede sık biçimde), rahatsız olacaksın.

Rahatsız olduğun anda okumayı bırak. O anı yaşa. İşte cinsiyetçilik, bu. O anda karakter ve yazar hakkında aklından geçenleri bir kenara not etmeden okumaya devam etme.

Tüm kadın-erkek ilişkili roman ve şiirlerde bunu yap. Hem kendi tavırlarınla ilgili birçok şey öğrenebilirsin böyle, hem de ne tür edebiyatın erkek egemen kültürün yeniden üretimine katkı koyduğunu görebilirsin.

Bunu bir yıldır deniyorum kendi üzerimde. Çok işe yaradığını ve bazı davranışlarımda az biraz düzelme olduğunu bile söyleyebilirim sanki. (Bu türde on küsur kitap okumuşum geçen yıl.)

Dilersen ve becerebilirsen bunu sinemaya, tiyatroya ve müziğe de uygulayabilirsin (Ne malzeme çıkar meyhane müziklerinden!).

Burada derdim hangi yazar cinsiyetçiymiş diye adamlar öldükten yirmi yıl sonra aforoz mahkemesi kurmak değil. Yukarıda örneğini verdiğim yazarlar, yazdıkları dönemde toplumsal cinsiyet konusunda mimlenmiş insanlar değillerdi – hatta o anki topluma genel olarak bakarsak feminist bile sayabilirsin belki. Ama konu bu yazarları veya dönemlerini veya bugünkü kıstaslarla bakıldığında anlamlarını değerlendirmek değil. Konu erkekler olarak nasıl sosyalleştiğimiz. Bu kitapların her birimizin oluşumundaki önemini düşünsene. Aziz Nesin’e atfedilen “Türkiye’de her iki kişiden üçü şairdir.” lafı bir şey anlatıyor. Hiç şiir yazmamış olsan da, edebiyattan hiç hoşlanmasan da, bu yazarların yarattığı kültürel ve sosyal ortamda aradık ve bulduk kendimizi. Neyi normal bulduğumuz konusunda önemli bir rol oynadılar hepsi.

Bir konu nasıl sosyalleştiğimizse, diğer konu da bugün hala normal bulduğumuz ama aslında değiştirmemiz gereken şeyleri tespit etmemiz ve edebilmemiz. Recep İvedik’ten bahsetmiyorum bak, gerçekten de feminizme kafa yoran, kendini feminist veya feminizm müttefiki olarak tanımlamaya çalışan bizlerin de “normal” saydığı şeyler var ki kadınlar için bunlar kabul edilebilir falan değiller kesinlikle. İşte bu şeyleri, kitaplara baka baka keşfedebiliriz kendi başımıza. Ne birini rahatsız etmene gerek var, ne birinin sana akıl vermesine. Evde, oturduğun yerden erkek egemen kültürün kılcal damarlarını görebilirsin.

Diyeceğim o ki, sen de benim gibiysen ve gerçek hayatta kadınların yaşadıklarına empatiyle yaklaşmayı beceremiyorsan, senin için travmatik de olmayan ama kolaya da kaçmayan bir yöntem var. Ben şahsen denedim, çalışıyor.

Irene – Louis Aragon

Louis Aragon’un 1928’de Albert de Routisie mahlasıyla yazdığı Irene romanı (Fransızca orijinali “Le Con d’Irène” (Irene’nin amı)) yaşlılığa yelken açmış bir adamın hayatını detaylandırıyor ve frengi sebebiyle konuşma ve hareket etme yeteneğini kaybetmesinin ardından aklından geçirdiklerini anlatıyor. Sürrealizmin en şiirsel eserlerinden biri sayılan bu romandan kısa bir parçayı paylaşmak istiyorum.irene

Öykünün ilk kısımları kahramanın ağzından anlatılıyor. Kitabın başlarında bir genelev sahnesi var. Özellikle ana akım pornografide cinselliğin hep kusursuz bir fantezi gibi anlatılığından bahsettikten sonra (1928’de yayınlanmış) böyle bir metin okumak ilginç bir kontrast oldu.

İngilizce’den çeviriyorum, yani çevirinin çevirisini okuyacaksın, ama İngilizce metni de sona ekledim. Bir rüyanın içinde başlıyoruz:

Bir sürü dini motifle süslenmiş incik boncuk takan yaşlı bir kadın aletimi ağzına aldı, ve müthiş bir utanç içinde uyandım. Akşamdan kalmışlık hissini hayal et. Sonra bir de çarşaflardaki rahatsızlık, yapış yapış kısa kıllar, ve yataktan kalkıp da temizlenmek için gereken zaman. Mola yirmi dört saat bile sürmedi. Korkunç iğrenme, ziyan ve benzer hisler de cabası. Üç gün sonra bir rüya daha. Pisliğimin içinde yatarken, kerhaneye gitmeye karar verdim.

Üst kata çıktık. Bana refakat eden kadın haklı olarak sıkılmıştı, okumayı sevmiyordu ve tığ işi yapmayı da bilmiyordu. Yani ben tam zamanında ortaya çıkmıştım. Dikkatimi eş zamanlı olarak, solmuş ve telleri gözüken kumaş süsen çiçekleriyle dolu turuncu ve altından bir Çin vazosuna ve göğüslerine çekti. Bunlar hali hazırda birbirlerine çok yakın duracakları şekilde konumlanmışlardı ve bir eliyle onları iyice birbirlerine yaklaştırdı, çünkü bu doğal kıtlığın çekiciliğini arttırdığını düşünüyordu. Karın tümseği, rengini muhafaza etmiş kıllarla gölgelenmişti. Labya, biraz uzunca, sarkmıştı. Görece uzun bedeni için omuzları bayağı yirene türkçeuvarlaktı ve boynu yeni yeni tombul kıvrımlar oluşturmaya başlamıştı, bunlar ayrıca kremle abartılmıştı. Yatakta birden bir makarna yığınını andırdı. Canı sıkılma başlamıştı, nazını çektirmek istiyordu. Arsızca kıçını gösterdi. Yatakta yuvarlandı. Olduğu yerde kıpırdanıp duruyor “Seni heyecanlandırdım, seni pis hayvan” falan filan diyordu. Ne yapsa nafileydi. Hiçbir şeyin üzerimde en küçük bir etkisi yoktu, ateş etseler ereksiyonum inmezdi. Olaya girişmek istediği söyledi ve tam soyunurken beni kavradı – pantolon aşağıda, ayakkabılarımı daha çıkarmamışken. Yatakta sıçradı, kendini öne ittirdi, tıpkı kendinden ayrık bir hayvanmış gibi, ucuz dolgu sebebiyle ağzında mavi bir diş. Gayretle tutmakta olduğu sikime dili değdiği anda sperm gözlerine fışkırdı. Ben ne olup bittiğini yarım yamalak bile hissetmemiştim. Yani işte, rüyadakinden daha iyi değildi.

Bu satırları geçtiğimiz hafta çevirdiğim şu makaleyle birlikte okuyunca ilginç oluyor bak:

“Eşit derecede sorunlu bir konu da, ana akım pornografinin sunduğu temiz ve ambalajlı seks imajı. Ana akım porno dünyasında ereksiyonlar sipariş üzerine hazır edilir ve o ereksiyonun sahibi seksin bittiğine karar verene kadar devam ederler, ve hemen o noktada da orgazm devreye girer. Seks pozisyonları ve etkinlikleri katılımcıların hislerinde değil, kamerada nasıl göründüklerine göre seçilir. Herkes hep sekse hazırdır, libido dalgalanmaları arasında uyum aramaya gerek yoktur. Kimse vajinal osurma yaşamaz, ne pozisyonda olursa olsun kimse penisini kaldıramazlık etmez ve kimse asla yataktan düşmez.”

Neyse, lafı uzatmadan:

Irene, her şeyden önce sanatsal olarak iyi bir kısa roman. Bundan başka, paralize olmuş ve dolayısıyla kendini ne konuşarak ne de beden diliyle ifade edebilen bir insanın cinsel arzularıyla nasıl ilişkilendiği hakkında oldukça özgün fikirler içeriyor. Son olarak, öykünün çizildiği ortamın tamamı kadınlar tarafından yönetiliyor ve yazar da bu konuyu özellikle işliyor.

Denk gelirsen okumanı öneririm. Türkçe çevirisi de mevcut.

Louis Aragon

***

An old woman who was there, wearing a rosary adorned with numerous religious medallions, stuffed my member in her mouth, and I awoke with the greatest embarrassment. Talk about something giving you a hangover. Then that discomfort in the sheets, the sticky short-hairs, and the time it takes to bring yourself to get up and wash. The respite didn’t last twenty-four hours. Apart from a horrible sensation of waste, disgust and everything else. Three days later another dream. Lying in my filth I decided to go to the brothel.
We went upstairs. My companion was quite rightly bored, she didn’t like reading, not her, and she didn’t know how to crochet. So I’d turned up at just the right moment. She drew my attention simultaneously to an orange and gold Chinese vase filed with big cloth irises which had wilted, showing their wire, and to her breasts. These were already set very close together and with one hand she pressed them closer still until they touched, because she considered this natural paucity enhanced her attraction. Her mound was prettily shaded by hairs which had retained their own colour. The labia, somewhat long, drooped. For her rather long body, the shoulders were quite rounded, and her neck was only just starting to show pudgy creases, exaggerated by cream. On the bed she suddenly resembled a pile of macaroni. She was getting bored, she wanted to indulge her whims. She cheekily displayed her arse. She rolled over. She was wriggling around and saying: I’ve made you hot, oh you dirty beast, etc… It was futile. Nothing had the slightest effect on me any more, gunfire couldn’t have got my erection down. She said she wanted to get going and grabbed me as I was undressing, trousers down and shoes still on. From the bed she’d flung herself onto, she thrust forward, as if it were some animal utterly separate from herself, a mouth in which I was a blue tooth due to cheap filling. No sooner had her tongue reached the prick she was strenuously holding than the sperm spurted into her eyes. I’d hardly felt what was happening there. Well, it was no better than a dream.