Tag Archives: kitap

Beş ayın sonunda empatik oldum mu?

Mart ayında bir ödeve başladım, duygusal emek ve duygusal zeka hakkında. Empati bu ödevin temel öğelerinden biriydi başından beri.

Böylece işte aylarca partnerim acı çekti, bense “ay aman kıskançlık ediyor” demediysem de “abartıyor canım bir şey olduğu yok” deyip geçiştirdim. Yani onun acısını hissetmedim ve meşru bulmadım. Bu ayların sonunda da “e sen benim canım acıdığında yanımda olmayacaksan sevgi dediğin ne ki?” dedi bana. Yani, benim sevgi dediğim şeyde empatik bir motivasyon olmadığını fark ettik. Sonrasında haftalarca bunu konuştuk.

İlişkiyi açınca içeri doluşanlar: empati, duygusal emek ve diğer karın ağrıları

Konum tabii hep ilişkiler ve cinsellik etrafında döndü – özellikle de açık ilişki bağlamında.

Demem o ki: ben on küsür yıldır açık ilişki yaşıyorum, ve hiç de öyle duygusal olarak kolay bir şey değil. Hepimiz hep güvensiz hissediyoruz. Partnerim başkasıyla çıkınca korkuyorum. Ben çıkınca o korkuyor. Bu diğer insanlarla işler ciddileşince panik oluyoruz. Bunların hepsi oluyor. Ve bunların ciddi bir kısmı geçen yıl oldu benim ilişkimde.

Empati seksi bir şey mi?

Tabii erkeklik hep devreye girdi. Zaten empati dediğini yapman hiç gerekmeyebilir, özellikle başkalarıyla ilgilenmene hiç gerek olmazsa (bak Trump’a mesela).

Ben erkeğim. Bildiğin düz erkek.

Erkek doğdum erkek yaşarım. Kime ne, kime ne?

Neyse ki kimsenin sorduğu sorguladığı yok.

Sen de tacizcinin tamamlayıcısı rolünde misin benim gibi?

Erkek egemen toplumun baskısı tikel olaylarda değil, genel bir toplumsal ortamda hissediliyor. Sırf taciz veya tecavüz edilen kadınlar değil kendini güvensiz hisseden. Bu vakıaların çokluğu, yaygınlığı ve normalliği yüzünden tüm kadınlar güvensiz hissediyorlar, ve haklılar. Biri onlara bakış attığında veya yaklaşıp tanışmak istediğini söylediğinde, kadının aklına gelenlerle erkeğin aklına gelenler bir değil. Erkek durumu “olduğu gibi” ele alabilir, yani “biri bana baktı işte ne yani” diye düşünebilir. Kadının aklına gelen “bu kişi bana ne yapacak?” oluyor, çünkü baskı sistemi baskıda olanın üzerinde psikolojik, duygusal ve ruhsal bir etki yaratıyor. Ve bu etki kalıcı – doğrudan o kadının başına bir şey gelmemiş olsa da.

İşte duygusal adaletsizlik burada başlıyor, çünkü flört etmeye eşit zeminde başlamıyoruz, sevişmeye de.

Duygusal adalete giriş

Bu arada birkaç kitap okudum ve bu kitaplardan anladıklarımı da not aldım. Hepsini merak edersen diye değil, ben sonra hepsini derli toplu bulabileyim diye yazıyorum şuraya listesini bak:

Yani, iki kategori var kafamda: kişisel meseleler, toplumsal meseleler. Kişisel meseleleri küçümsüyorum (5), toplumsal meselelerin de zaman ve mekan konusunda avantajları var (1,2). Buradan cinselliği de pek önemsemediğim sonucu çıkıyor, ki bu bayağı tuhaf çünkü cinsellikle ilgili bir blogum var ve şu anda bu blogun 172. yazısını yazıyorum. Önemsemediğim bir konu için abartılı bir çaba israfı.

Senden bana ne?

Bunca şey okumama rağmen (veya tam da bu yüzden), bazen kafam karıştı. Bazen de ilişkilerle ilgili aydınlanma yaşadım resmen – ve tabii cinsellik de nasibini aldı.

Bak çok iyi bildiğimiz bir duygu var. Öfke. Öfke ve kızgınlık, sınırlarımız aşıldığında yaşadığımız bir duygu. Sınır meselesi önemli, çünkü sınırlarını çizmek bir iktidar meselesi. Oğlan çocuklar, büyüyünce adam olacakları için, iktidarla haşır neşir olmayı bilsinler diye öfkeyi öğreniyorlar. Kendimin ve ilişkilerimin sınırlarını hep ben koymuşumdur. Yani sırf ben tek başıma koymuşumdur demiyorum tabii ki, ama sınırlar hiç benden bağımsız olarak belirlenmedi. Ve bu da süper normal bir şey benim için, bir kez olsun sorgulamadığım bir şey. Bu sınırlar aşılır gibi olunca pek öfkelenmiyorum, ama şaşırıyorum ve “Ay yok sen onu öyle yapamazsın.” deyiveriyorum. Mesela biri bana olur olmaz dokununca veya özel hayatımla ilgili soru sorunca, basitçe o kişiyi itiyorum sohbetten ve zamanla da hayatımdan. Bu benim öfke yönetiminde iyi olduğumu söyler.

Ama öfkeden başka duygularım pek yok. Yani, varlar da, o duyguları hep öfkeyle maskeliyorum.

Seksi ve öfkeli

Bazı pratik şeyler de öğrendim bence. Özellikle rıza konusunda ve gergin durumlara nasıl tepki verebileceğim konusunda. Hatta çocukluğuma bile gittim bir ara.

Sonra oturdum düşündüm. Hakikaten de duygu bulaşması veya empatik isabetlilik konusunda çocukluğumda beni eğiten tek bir örnek bile gelmiyor aklıma. Başkalarının duyguları başkalarınındı. Benimle bir alakası yoktu. Duygu ayarı’ndan itibaren tüm diğer maddelerle ilgili örnekler geliyor aklıma. En çok da, kavrayışlı ilişkiye geçme konusunda: Tanıdığımız birinin ihtiyacını tahmin edip o ihtiyaca tekabül eden yardımı sunmak basbayağı temel bir erdem olarak aşılanmış bana. Yani, o kişinin duygularıyla bir işimiz yok, hatta o kişinin bizimle konuşması veya bizden bir şey rica etmesi de uygun değil, ben kendim düşünüp bulmalıyım ona nasıl yardımcı olabileceğimi. Bunun romantik bir yanı da yok değil. Hani filmlerde hikayelerde falan olur ya, gizliden gizliye destek olan ve sonradan da kahramanın farkına varıp minnettar kaldığı kişiler. İşte öyle bir erdem algım var.

Erkek olmak böyle bir şey.

Kendi duygularınla kapalı kapılar ardında uğraşırsın (bunu becerebilenler yazar çizer, beceremeyen alkolik olur mesela).

Başkasıyla ilgili de sahne arkasında iş görülür. Asla sahneye çıkıp ağlayan kişiye sarılmazsın, onu ağlatan karın ağrısını bulur eyleme geçersin. Zaten o kişiyle niye muhatap olasın? O kişinin bir öznelliği yok ki. Tek özne sensin.

Empati duygusal bir olay mı?

Beş ay ve yaklaşık yirmi yazı sonunda, iyi olduğum yerlerin bilincine vardım, kör noktada kalmış bazı yerleri yakaladım, hiç bakmadığım açıdan baktım cinselliğime de aşk ilişkilerime de. Bu ödevi böylece teslim ediyorum. Geçer not almazsa bütünlemeye gideriz mecburen.

Empatini dışa vurmak için yedi elzem adım

Arthur Ciaramicoli’nin The Power of Empathy kitabını okudum.

Empatiye hepimiz sahibiz, yani başkalarının duyguları bize bulaşıyor ve bu duyguları büyük ölçüde anlayabiliyoruz ve onların bakış açısından durumu inceleyebiliyoruz. Ama buradan sonra sıklıkla kendi kafamıza eseni yapıyoruz: sonuca varıyoruz, yargılıyoruz, nasihat veriyoruz, ve hatta kişiyi manipüle ediyoruz. Ciaramicoli diyor ki, empatik biçimde ifade edilmemiş empati empati değildir. Bu konuda zaten onlarca yazı yazdığım için burada şimdi teorik bir tartışmaya girmek istemiyorum, sana da faydası olmaz benim eyyorlamamın.

Kitaptan öğrendiğim bir şeyi seninle paylaşmak istedim: empatini dışa vurmanın yedi adımı.

  1. Açık uçlu sorular sor.
  2. Yavaşla.
  3. Anlık hükümlere varmaktan kaçın.
  4. Bedenine kulak ver.
  5. Geçmişten öğren.
  6. Öykünün ilerlemesine ve gelişmesine izin ver.
  7. Sınırlarını çiz.

Kısaca bunların ne olduğunu da söyleyeyim empati açısından.

1. Açık uçlu sorular sor: Karşındaki kişinin hikayesini samimi bir merakla anlamaya çalış. Onun aklından geçenleri veya hissettiklerini bildiğini varsayma. “Bunu yaparken X mi düşünüyordun?” deme, “Bunu yaparken ne düşünüyordun?” de.

2. Yavaşla: Öyküde bir adımdan diğerine geçerken aradaki boşlukların üzerinden atlama. “O bunu dedi, ben de şunu dedim.” diyorsa “O bunu deyince aklından ne geçti? Kendini nasıl hissettin?” gibi sorular sor ve öykünün zaman akışını yavaşlat.

3. Anlık hükümlere varmaktan kaçın: Hükme varmak için bol bol zamanın olacak. Karşındaki öyküsünü anlatırken onun öyküsüne odaklan. Genel geçer yargılarla öyküyü geçiştirme, o öyküden öğrenebileceğin yeni şeyler olabilir.

4. Bedenine kulak ver: Duygu bulaşmasından kaçış yok. Karşındakinin duyguları sende de bazı duygular doğuracak. (Bu duygular onunkiyle birebir aynı olabilirler, veya yan ürün duygular olabilirler.) Bu duygulardan çok şey öğrenebilirsin.

5. Geçmişten öğren: Karşındakinin bağlamına dikkat et. Onun geçmiş deneyimleri, olaylardan senden farklı etkilenmesine ve bu yüzden de olan biteni farklı yorumlamasına yol açıyor olabilir.

6. Öykünün ilerlemesine ve gelişmesine izin ver: Bazen (çoğunlukla?) ateşli bir biçimde anlatılan bir öykünün asıl konusu, anlatılan konu değildir. Asıl öykünün altından bambaşka, daha derin bir sorun çıkabilir. Eğer anlatılan öyküye odaklanır ve bu öyküyü beslersen, altta yatan konuya hiç erişemeyebilirsin. Beklersen, öyküyü sonuna kadar dinlersen ve gelişmesine izin verirsen, doğal bir biçimde asıl derde ulaşabilirsin.

7. Sınırlarını çiz: Sorun senin değil, sorunu çözmek zorunda değilsin. Sorunla muhatap olma, kişiyle muhatap ol. (Bunu, karşındaki senden öğüt isterse bile aklından çıkarma.)

Ben sanırım bunların hiçbirini ciddi ciddi yapmıyorum. Biraz deneyip, becerebilirsem döner buraya yazarım.

Duygu yönetimi

Duygular, eylem gerektiren nörolojik programlar. Duygunun gerektirdiği eylemi gerçekleştirirsen, duygular geri çekiliyorlar.

Bunu söylerken fark edebileceğin gibi, uygun eylemi bulabilmemiz için, duygumuzu doğru tespit etmemiz gerekiyor. Dolayısıyla, duyguyla hissi ayırmamız gerekiyor. Türkçe’de bu ayrım çok saçma, o yüzden İngilizce’de ne kast ettiğimi söyleyeyim (bu meseleleri İngilizce kitaplarda okudum ve Türkçe çeviriler de pek dandikler açıkçası). Duygu = emotion. His = feeling. His, kendini nasıl hissettiğinle ilgili, yani bizzat senin zihinsel erişimin olan bir şey. “Kendimi x hissediyorum.” diyebilirsin. Duygu (emotion) ise dil-öncesi, daha hayvansal bir özelliğimiz. Tüm hayvanlar bir tehdit altında olduklarında korkuyorlar (duygu). Yani demek ki şöyle bir şey yapmamız gerekiyor:

duygu -> his (duyguya isim vermek) -> eylem

Tabii burada duygu sanki kendiliğinden ortaya çıkıyormuş gibi görünüyor, oysa duygular bizim dış dünyadan gelen etkilere verdiğimiz bir tepki. O yüzden belki şöylesi daha doğru:

uyarı/dürtü -> duygu -> his (duyguya isim vermek) -> eylem

Ama bu da tam doğru değil, çünkü sanki duygularımızı hiç de yönetmemiz gerekmiyormuş gibi, illa ki her duygumuzu ilk halleriyle kabul edip eyleme geçmemiz lazımmış gibi bir izlenim yaratıyor. Oysa bu yanlış. İki örnekle açıklayayım.

Bir patlamanın yaşandığı bir ortamda bulundun diyelim. (Mesela IŞİD’in Ankara’daki barış yürüyüşüne yaptığı bombalı saldırıya tanıklık etmiş olabilirsin.) Bu sende travma yaratacaktır. Patlamayı ölümle, arkadaşlarının yaralanmasıyla, terörle ilişkilendirecek beynin. Dolayısıyla evde rüzgar yüzünden kapı çarptığında ilk tepkin yoğun bir korku olacak. Bu korkuya uygun tepki, koşarak ortamdan uzaklaşmak. Ama bu duygu doğru duygu değil. Kapıyı duyduğunda çok şaşırsan da, bunu tetiklediği duyguyu sorgulayabilirsin ve belki de doğru duygunun panik değil irkilme olması gerektiğine karar verebilir, bu yüzden de koşarak kaçmamayı tercih edebilirsin.

İkinci örneğim Will Smith’in Oscar törenindeki saçmalığı. Çok öfkeleniyor, çünkü şahsi sınırlarının aşıldığını hissediyor. Ama bu öfkesinin ifade edilebileceği bir ortamda değil. (Mesela evde olsa tuvalete kapabilir veya kafasını bir yastığa gömüp bağırabilir.) Burada, öfke duygusunu utanç duygusuyla maskeleyip başına öne eğebilirdi. Bu duyguyu sorgulamadığı için, bula bula şiddetle sınırlarını yeniden kurmayı deniyor.

Bu iki örnek tabii ki birbirinden çok farklı. Biri kişinin geçmişi ve tetiklenen travmalarla ilgili, diğeri sosyal ortamla ve bu ortamın izin verdiği normlarla ilgili.

Sonuçta, aslında belki de algoritmamız şöyle olmalı:

uyarı/dürtü -> duygu -> his (duyguya isim vermek)
-> hissin dürtüye uygun olup olmadığını kontrol etmek
-> eylem veya eyleme geçmemeye karar vermek

Bunları Karla McLaren’in Art of Empathy kitabından öğrendim.

Bu adımları takip etmek için faydalı olabilecek üç şey daha var kitapta. Birincisi ilk adımla ilgili, yani duygulara doğru isim vermekle ilgili: Duygusal söz dağarcığı. İkincisi, duygularını ayarlama becerisi. Bu bir bakıma amigdala etkinliğini azaltıp, duyguların sağlıklı biçimde zihinsel süreçlerden geçirilebilmesi ve duygular altında ezilmemekle ilgili. Üçüncüsü de son adımla ilgili, yani doğru eylemi bulmakla: Duygular ve Eylemler.

Bu yazıyı burada bırakacağım. Bunları okurken tuhaf bir şey fark ettim ve yeni bir yazı fikri geldi aklıma. Sonraki yazıya bak.

Sen de tacizcinin tamamlayıcısı rolünde misin benim gibi?

Ben erkeğim. Bildiğin düz erkek.

Erkek doğdum erkek yaşarım. Kime ne, kime ne?

Neyse ki kimsenin sorduğu sorguladığı yok.

Ama böyle olunca, ne yaptığımın farkına varmıyorum zaman zaman. Yani, ne yaptığımı biliyorum, ama yaptığımın anlamını bilemiyorum. İki örnek vereyim sana:

Evdesin sevgilinle. Belki oturma odasında bir şeyler yapıyor, diyelim ki raflardaki kitapları kurcalıyor ayakta. Arkasından yavaşça yaklaşıp sarılıyorsun beline. Belki boynunu kokluyorsun sonra.

Ne romantik, değil mi?

Bilmem ki… Devam edelim örneğe.

Belki geçen hafta iş yorgunu eve dönüş yolunda, metrobüste kitap okurken fortçunun biri tam da bunu yaptıysa? Ve belki sevgilin uzaklaşmaya çalışınca adam ısrarla arkasından geldiyse? Ya bu deneyimi ona akşam vakti evinin ortasında (güvenli saydığı bir yerde) ona yeniden yaşatıyorsan?

“Belki” diyorum ya, aslında “muhtemelen” demem lazım. Geçen hafta değilse geçen ay. Sor bak etrafındaki kadınlara dolu metrobüste bunu yaşamayan var mı diye. Ben kategorik olarak dolu metrobüse binmeyen kadınlar tanıyorum.

İkinci örneğim seksle ilgili olacaktı, ama yazdım yazdım sildim. Dilimi döndürüp düzgünce yazamadım işte, anla. İkinci örneği sen yaz aslında. Sevişirken o çok sevdiğin şey var ya, artık bilemiyorum özel bir pozisyon mudur, oral mı olur, alengirli bir fantezi mi olur. Şimdi onu ilk kez yaparken hayal et kendini. Yataktasınız ve olayın heyecanıyla inisiyatif alıp deniyorsun.

Sonra şuna bak bir: Kız çocukların yüzde 11’i, veya yüzde 20’si, veya yüzde 33’ü cinsel tacize maruz kalmışlar. Üstelik bunlar Türkiye istatistiği değil. Dünya ortalaması hiç değil. O severek yaptığın seksi şeyi bir dayının, amcanın, kuzenin ona yapmış olması ihtimali çok yüksek.

Bu hikayeleri sana “ay erkek egemen toplum ne berbat bir şey, değil mi yoldaşlar?” diye vahvahlanalım diye anlatmıyorum. Berbat bir şey, evet, ama biz bu berbat şeyin aktif üyeleriyiz. Hayatında hiç kimseyi hiç taciz etmediğini dahi varsaysam, durum değişmiyor.

Ben bu yukarıda verdiğim gibi örnekleri yaptım partnerlerimle. Bu örnekler onlarda geçmiş deneyimi tetikledi. Ve onların iyileşme sürecini baltaladım. Bu baltalama kısmını ben yaptım, başka kimse değil: aktiften kastım bu. Üstelik evin oturma odası, yatağımız gibi ilişkimizde düzenli paylaştığımız yerleri şimdi taciz deneyimiyle ilişkilendirmiş oldum. Bu ilişkilendirmeyi de ben yaptım, metrobüsteki hıyar değil: aktiften kastım bu.

Halbuki insan sorabilir önce. Evet, benim gibi öküzsen ve bu konuları nazikçe açıp kapatmayı bilmiyorsan, sormak çok garip ve münasebetsiz olabilir. Üstelik romantizmin de içine etme riski var.

Neden bunları önceden tahmin edemiyorum? Yüzlerce haber, binlerce forum iletisi okudum, onlarca şahsi hikaye dinledim. Duyarsız bir hödük de değilim sanki. Peki neden bunları etrafımdaki gerçek kadınlarla ilişkilendirmiyorum? İlişkilendiremiyor muyum yoksa? Bak yine empatiye geldik.

Önceki yazıda hatırlarsan empatiyi engelleyen konulardan birinin mesafe olduğundan bahsetmiştim. Kadınla erkek arasındaki toplumsal cinsiyet mesafesi gerçekten de Mars’la Venüs arasındaki mesafeyi andırıyor.

Bu mesafeyi kapatmak için (ve daha genel anlamda empati kurmak için) geliştirilebilecek alışkanlıklar var. Biraz bunlardan bahsedesim var bugün. (Günün kitabı, Roman Krznaric’in yazdığı Empathy.)

Deneyimsel maceralar

Başkalarının neyi nasıl deneyimlediğini onlarla birlikte öğrenmek ve empati becerilerimizi geliştirmek için üç yöntem varmış.

  • İçine gömülme / Immersion: Hani aktörlerin canlandırdıkları karakteri anlamak için bütün hayatlarını değiştirdikleri örnekler var ya, öyle şeyler bunlar. Mesela kör bir karakteri canlandıracaksa set dışındaki bütün hayatını da gözleri kapalı geçiren insanlar var aylarca. Yani o kişinin içine gömülüp, onun deneyimini doğrudan yaşamaya çalışmaya dayalı bu yöntem.
  • Keşif / Exploration: Bu yöntemde, deneyimini doğrudan yaşamak için değil, farklı deneyimleri ve insanları kendi bağlamları içinde keşfediyorsun. Belki de en güzel örnek Che’nin motosikletle Latin Amerika gezisi. Halkla doğrudan temas ederek toplumsal gerçeklikle tanışıyor.
  • İşbirliği / Cooperation: Senden farklı insanlarla bir şeyler yaparak da onları tanıyabilirsin. Bunun en güzel örneği, bir felaketin sonunda bir araya gelip sorunlarını çözen insanlar.
    Bunu New York’taki ikiz kule saldırısı sonrasında gözlemlemişler. O kriz anını anlatan insanlar kimin kime nasıl su verdiğini, yarasına merhem sürdüğünü, yoldan geçen birinin abur cubur dağıttığını falan anlatırken mutlu oluyorlarmış. Trajik bir durum ama bir çeşit bir araya gelme ve dayanışma hissi aslında insanlara insanlıklarını hatırlatıyor. Benzer örnekler deprem ve yangın anlarında Türkiye’de de oluyor sanki.

Toplumsal cinsiyet mesafesini bu deneyimsel maceralarla aşmama imkan yok.

Belki kadınlarla birlikte aktivizm yapınca bir şeyler öğrenebilirim, ama aktivizmden öğrendiklerimden romantik ve seks hayatımı geliştirmeye giden yol uzun.

Sohbet zanaati

Muhabbet açma ve karşındakini dinleme becerisi hepimizde biraz var, bunu bir alışkanlık haline getirerek çeşit çeşit insanlar hakkında birçok şey öğrenebilirmişiz.

Bu da pek uymuyor durumuma. Çünkü denedim ve çuvalladım.

Etrafımdaki kadınlarla öylesine konu açıp nelerin travma tetiklediğini öğrenmek bir mayın tarlası. Öncelikle, kadının bunu konuşmak isteyip istemediğini anlamak zor, ve ısrar ediyor pozisyonda kalmak istemem. İkincisi, bunu konuşmanın kendisi travmayı tetikleyebiliyor. Bunları böyle “olabiliyor” diye anlatıyorum ama yanıltmayayım seni. Bunlar olabildiler, oldular, bizzat benim başıma geldiler. Daha doğrusu, ben bizzat bunu başkalarının başına geldirttim.

Oturduğun yerde geziye çıkmak

Son çaremiz, kimseye bulaşmadan sanat sepete bulaşmak. Tiyatro, sinema, fotoğraf, edebiyat ve internetteki zımbırtılar empatiyi güçlendirebilirler. (Bak sen bu blogu okuyarak erkek cinselliği hakkında benimle empati falan kuruyor olabilirsin mesela.)

Burası sağlam liman.

İlk aklıma gelen, Naomi Alderman’ın The Power romanı oldu. Ama biraz daha düşününce, yıllar önce okuduğum Orhan Kemal’in Tersine Dünya‘sını hatırladım. Konuları birbirine çok uzak değil. Henüz okumadıysan, Tersine Dünya’da erkek ve kadın rolleri değişmiştir ve gündelik hayattan kesitler verilir.

Bu iki kitap arasında iki ciddi fark var. İlki drama, ikincisi komedi. İlkinin yazarı kadın, ikincisininki erkek.

Erkek yazarın konuyu mizah unsuruyla yumuşatması aslında erkeklerin birbirine karşı nazik ve hoşgörülü olmalarının bir sonucu olabilir gibi. Ben ergendim o kitabı okuduğumda. Onlarca yıl geçmiş, hala hatırladığıma göre beğenmişim üstelik. Ama hiç de şahsen bana dokunmadı. Komedinin böyle bir kolaya kaçar yanı var. Sanki seninle ilgili değilmiş gibi bir izlenim uyandırıyor.

Okumanın izlemenin kendisi otomatik olarak empatiyi geliştirmiyor, çünkü o kitapları okuyup o filmleri izlerken hala erkek olarak izliyorum. Yani neyin bana dokunup dokunmayacağına hala ben karar veriyorum.

Neyin nerede ters gittiğini anlamam lazım. Okumaya ve yazmaya devam öyleyse.

“O”nun Hikayesi ve daima sevişmeye hazır kadın

reageO’nun Hikayesi“, 1954 yılında Pauline Réage mahlasıyla Anne Declos’un yazdığı bir erotik roman. Kitabın büyük bir kısmı BDSM (bondage, dominance, submission, masochism) diyebileceğim seks sahnelerinden oluşuyor; ancak anlaşılan kitabın asıl önemi gönüllü seks köleliğini işlemesinden geliyor.

KİTABIN Konusu

Parisli bir moda fotoğrafçısı olan O’nun sevgilisi René onu eğitmek üzere iki hafta boyunca başka erkeklerle paylaşır ve çeşitli işkencelerden geçirir. Ardından O’yu Sir Stephen’a hediye eder; böylece O sevmediği birine itaat etmeyi öğrenerek eğitimini sürdürecektir.

Stephen’ın onu götürdüğü başka bir mekanda çok daha kapsamlı ve burada yazmayı midemin kaldırmadığı bir eğitimden geçer, kalçasına Sir Stephen’ın ismi ‘sahibi’ olarak dağlanır.

Son bölümlerini de anlatmayayım ilgini çektiyse okursun diye.

BDSM ve KÖLELİK

Şimdilerde öyle çok da herkesin gündemi olmayan şey, o tarihte Sade’la falan da beraber sanırım önemli bir konuymuş – en azından Fransa’da: Birini sevmenin anlamı.

Benzer bir tatışma yıllar sonra Emmanuelle‘de de geçiyor bak; Emmanuelle cinsel özgürlüğü hiç arzulamadığın birine kendini sunmakla ölçüyor. O’nun Hikayesi’nde de O, René’ye bağlılığını, sırf René istiyor diye hiç de sevmediği insanların ırzına geçmesine ve ona fiziksel şiddet uygulamasına izin vermekle ispat ediyor.

Bunu evrensel bir tanım olarak almak tabi ki mümkün değil, ama kendi hislerini böyle dışa vurmak isteyen biriyle de nasıl ve hangi temelde tartışabileceğimi bilmiyorum. (Sırf karşımdakinin temelini değil, kendi görüşlerimi de nasıl temellendireceğimi bilemiyorum.)Histoire_d_o

Neyse, zaten şiddet baskı falan içeren cinsel faaliyetlerle hiç aram yok – öyle ki partnerim defalarca “yok be yahu, ben biliyom denedim” demesine rağmen anal seksin onun canını acıtacağından korktuğumdan asla deneyemedik.

O yüzden kitabın ne asıl tartışmasına, ne de pornografik içeriğine dahil edebildim kendimi.

HER ZAMAN HAZIR BİR KADIN

Ama okurken dikkatimi çeken bir detayı paylaşmak istiyorum. Kitabın ilk sahnesinde René O’yu bir şatoya bırakıyor, bu şatoda özel kurallar altında çeşitli erkekler bazen yüzleri maskeli olarak, bazen O’ya göz bandı takarak O’yla cinsel ilişkiye giriyor, onu kırbaçlıyorlar falan. Bu “özel kurallar”dan biri çok enteresan:

Her zaman cinselliğe hazır olmasını ve bunu her zaman göstermesini istiyorlar. Bu sebeple asla vücudunu kapatan ve zor çıkarılan kıyafetler giymiyor, asla iç çamaşırı giymiyor ve -hazır olun- asla bacak bacak üstüne atmıyor, oturduğunda asla dizlerini birleştirmiyor ve gün boyunca asla dudaklarını kapatmıyor!

Yukarıda da dediğim gibi, bunu etik olarak falan tartışmakla ilgilenmiyorum – en azından bu yazı dahilinde. Ama şöyle bir şüphe uyandı bende: İyi ama tüm bu açıklık beni daha çok tahrik etmez ki!

Beni tahrik eden, aksine, her an, sevişirken bile, partnerimin üstünde birtakım kıyafetler olması ve sürekli onu soymaya devam edebilmem. Mesela bir eteği olsa bunu kaldırabilirim, sonra başka şeyler yaparken geri kapanır, böylece tekrar açabilirim. Veya bir gömleği olsa önünü açabilirim, partnerimin arkasındaysam gömleği yukarı sıvayabilirim, ve bunları seks boyunca tekrar tekrar yapabilirim.

Gerçekten de, çıplak ve bacakları açık bir kadına, rüzgarda eteği havalanıp taytı görünen bir kadına baktığımdan daha az bakacağımı sanıyorum.

Yani kitaptaki bu insanların sevgi anlayışlarıyla ve cinsel zevkleriyle kişisel bir ilişki kuramamanın yanında, bu zevklerin kendini dışa vurma biçimleri de benimkilerden oldukça farklı çıktı.

Senin partnerin sana “Ne istersen yaparım.” dese ne istersin?

#9 Kendine nazik olmanın 15 yolu

ETİK SÜRTÜK, ALIŞTIRMA #9: Kendine nazik olmak için yapabileceğin 15 basit şeyden oluşan bir liste yap: Örneğin “Dükkana gidip kendime bir çiçek almak.” veya “Ayaklarımı sıcak suya sokmak ve sonra da bir güzel masaj yapmak.” gibi. Bazen kendine şu soruyu sormak faydalıdır: “Kendimi daha güvenli, daha iyi, daha ilgilenilmiş hissetmek için ne yapabilirim?” Listendeki maddeleri küçük fişlere yaz. Kendini üzgün hissettiğinde ve keyfini biraz yerine getirmek istediğinde, bir kart çek ve yazılı şeyi yap.

Kendimi üzgün hissettiğimde genellikle nasıl daha iyi hissedebileceğim sorusu, üzgün olmamın sebeplerine odaklanıyor. Yani mesela hayatımda bir şey ters gidince, ayak masajı yapmanın bana pek bir faydası olmuyor. Hatta dikkatimi dağıtan şeyler daha da keyfimi kaçırıyor; ortada bir sorun varsa bu soruna odaklanmalıyım, niye başka şey yapayım?

O yüzden bu soruda ben iki ayrı liste görüyorum:kindtoyourself

* Kendini üzgün hissettiğimde, kendimi daha güvenli, daha iyi hissetmek için yapabileceklerim listesi.

* Keyfimi yerine getirmek istediğimde yapabileceklerim listesi.

üzgün OLDUĞUMDA…

1) Sorunu bir kenara yazarım ve üzerine düşünürüm. Sorunun altında yatan başka şeyler olup olmadığına kafa yorarım.

2) Sorunumu çözmek için yapabileceğim somut şeylerin bir listesini çıkarırım.

3) Sorunu kimlerle paylaşabileceğimi, kimlerin bana yardımcı olabileceğini düşünürüm. Bu arkadaşlarımla irtibata geçerim.

4) Şiir okurum. Şiir yazarım. Bunlar soruna odaklanmamı sağlar.

5) Dans ederim. Hislerimi bedenimle ifade etmek hislerimi anlamamı kolaylaştırır bazen.

6) Sevdiklerime sarılırım, genel olarak onlara daha çok dokunurum.

7) Odamdaki eşyaları veya eşyaların yerlerini, ruh halimi yansıtacak şekilde düzenlerim.

8) Çay içerim. Çay iyidir. :)

9) Topluluk içine çıkarım. Yalnız kalmanın böyle durumlarda faydadan çok zararı oldu bana. (Topluluk içine çıkmak sosyalleşmek demek değil.)

10) Yapmam gereken pratik şeylere el atarım. Temizlik, bulaşık, çamaşır gibi… Beynimi meşgul etmeyen şeyler yapmak hem konsantrasyonumu arttırır, hem de bu işleri aradan çıkarmış olmak beni motive eder.

11) Duş alırım.

12) Soruna odaklanmamı engelleyen şeylerin listesini çıkarırım. Yapmam gerekenler, aklıma takılan diğer işler vb. Bunlar gözümün önünde somutlanınca zihnimi meşgul etmeyi bırakırlar, çünkü onlara ne zaman odaklanacağımı belirlerim – o zaman bu zaman değildir.reading

13) Müzik dinlerim. Yeni müzisyenler ve müzik grupları keşfederim.

14) Saatlerce kitap okurum. Bu ilk bakışta dikkat dağıtıcı gibi gelebilir kulağa, ama kitaplar benim odaklanmamı sağlıyorlar ve kendi hayatıma kitabın filtresinden bakmanın çok yaratıcı etkisi oluyor.

15) Araba gürültüsünün olmadığı bir parkta çimlere uzanırım.

KEYFİMİ YERİNE GETİRMEK İÇİN…

1) Sevdiklerime mektup/kart yollarım. (Evet bunu gerçekten yapıyorum hala.)

2) Uzun süredir beklettiğim işlerden en az bir tanesi yaparım. Aylardır okunmayı bekleyen bir makale olabilir bu, ya da erteleyip durduğum başka bir iş olabilir.

3) Tiyatro ve sinema programlarına bakarım. O anda gidemiyor olsam bile gelecek hafta gitmeyi planlamak yeter keyfimi yerine getirmeye.

4) Saçma kara kalem çizimler yaparım.

5) Küçük (Şirinler boyutunda) şeytancıkların ordan oraya koşturup etrafı birbirine kattıklarını, müthiş bir gürültüyle eğlendiklerini canlandırırım gözümde.

6) Kitap okurum.devil

7) Dans ederim.

8) Uzun zamandır yemediğim bir şey yerim. (Bu çok basit bir şey de olabilir. Aylardır sakız çiğnemediğimi fark edip iki günde bir paket sakız bitirdiğim olmuştu.)

9) Deniz kıyısında gün batımını seyrederim.

10) Sevdiğim bir insanla, sarılarak uyurum. (Seks yapmam genellikle, keyifsizsem odaklanamıyorum pek.)

11) Eski fotoğraflara, eski yazılarıma vb. göz atarım.

12) Odamı temizlerim. (Temizlik yapmayı değil, gereksiz bulduğum şeyleri atmayı kast ediyorum. Odamdaki eşya miktarının azalması beni cidden çok keyiflendiriyor.)

13) Şehirde yeni bir yer keşfederim. Gitmediğim bir müzeye, bir mahalleye, bir parka giderim.

14) Denize girerim. (Bunu her zaman yapamıyorum tabii. Ama mümkünse liste başıdır kesin!)

15) İnternette kısa animasyon filmleri izlerim.

Listeleri hazırlarken aklıma “yeni” diyebileceğim bir şey gelmedi. Ama eski olup uzun zamandır yapmadığım şeyleri hatırladım. Şimdi geriye sadece yapmak kalıyor herhalde.