Tag Archives: rıza

Beş ayın sonunda empatik oldum mu?

Mart ayında bir ödeve başladım, duygusal emek ve duygusal zeka hakkında. Empati bu ödevin temel öğelerinden biriydi başından beri.

Böylece işte aylarca partnerim acı çekti, bense “ay aman kıskançlık ediyor” demediysem de “abartıyor canım bir şey olduğu yok” deyip geçiştirdim. Yani onun acısını hissetmedim ve meşru bulmadım. Bu ayların sonunda da “e sen benim canım acıdığında yanımda olmayacaksan sevgi dediğin ne ki?” dedi bana. Yani, benim sevgi dediğim şeyde empatik bir motivasyon olmadığını fark ettik. Sonrasında haftalarca bunu konuştuk.

İlişkiyi açınca içeri doluşanlar: empati, duygusal emek ve diğer karın ağrıları

Konum tabii hep ilişkiler ve cinsellik etrafında döndü – özellikle de açık ilişki bağlamında.

Demem o ki: ben on küsür yıldır açık ilişki yaşıyorum, ve hiç de öyle duygusal olarak kolay bir şey değil. Hepimiz hep güvensiz hissediyoruz. Partnerim başkasıyla çıkınca korkuyorum. Ben çıkınca o korkuyor. Bu diğer insanlarla işler ciddileşince panik oluyoruz. Bunların hepsi oluyor. Ve bunların ciddi bir kısmı geçen yıl oldu benim ilişkimde.

Empati seksi bir şey mi?

Tabii erkeklik hep devreye girdi. Zaten empati dediğini yapman hiç gerekmeyebilir, özellikle başkalarıyla ilgilenmene hiç gerek olmazsa (bak Trump’a mesela).

Ben erkeğim. Bildiğin düz erkek.

Erkek doğdum erkek yaşarım. Kime ne, kime ne?

Neyse ki kimsenin sorduğu sorguladığı yok.

Sen de tacizcinin tamamlayıcısı rolünde misin benim gibi?

Erkek egemen toplumun baskısı tikel olaylarda değil, genel bir toplumsal ortamda hissediliyor. Sırf taciz veya tecavüz edilen kadınlar değil kendini güvensiz hisseden. Bu vakıaların çokluğu, yaygınlığı ve normalliği yüzünden tüm kadınlar güvensiz hissediyorlar, ve haklılar. Biri onlara bakış attığında veya yaklaşıp tanışmak istediğini söylediğinde, kadının aklına gelenlerle erkeğin aklına gelenler bir değil. Erkek durumu “olduğu gibi” ele alabilir, yani “biri bana baktı işte ne yani” diye düşünebilir. Kadının aklına gelen “bu kişi bana ne yapacak?” oluyor, çünkü baskı sistemi baskıda olanın üzerinde psikolojik, duygusal ve ruhsal bir etki yaratıyor. Ve bu etki kalıcı – doğrudan o kadının başına bir şey gelmemiş olsa da.

İşte duygusal adaletsizlik burada başlıyor, çünkü flört etmeye eşit zeminde başlamıyoruz, sevişmeye de.

Duygusal adalete giriş

Bu arada birkaç kitap okudum ve bu kitaplardan anladıklarımı da not aldım. Hepsini merak edersen diye değil, ben sonra hepsini derli toplu bulabileyim diye yazıyorum şuraya listesini bak:

Yani, iki kategori var kafamda: kişisel meseleler, toplumsal meseleler. Kişisel meseleleri küçümsüyorum (5), toplumsal meselelerin de zaman ve mekan konusunda avantajları var (1,2). Buradan cinselliği de pek önemsemediğim sonucu çıkıyor, ki bu bayağı tuhaf çünkü cinsellikle ilgili bir blogum var ve şu anda bu blogun 172. yazısını yazıyorum. Önemsemediğim bir konu için abartılı bir çaba israfı.

Senden bana ne?

Bunca şey okumama rağmen (veya tam da bu yüzden), bazen kafam karıştı. Bazen de ilişkilerle ilgili aydınlanma yaşadım resmen – ve tabii cinsellik de nasibini aldı.

Bak çok iyi bildiğimiz bir duygu var. Öfke. Öfke ve kızgınlık, sınırlarımız aşıldığında yaşadığımız bir duygu. Sınır meselesi önemli, çünkü sınırlarını çizmek bir iktidar meselesi. Oğlan çocuklar, büyüyünce adam olacakları için, iktidarla haşır neşir olmayı bilsinler diye öfkeyi öğreniyorlar. Kendimin ve ilişkilerimin sınırlarını hep ben koymuşumdur. Yani sırf ben tek başıma koymuşumdur demiyorum tabii ki, ama sınırlar hiç benden bağımsız olarak belirlenmedi. Ve bu da süper normal bir şey benim için, bir kez olsun sorgulamadığım bir şey. Bu sınırlar aşılır gibi olunca pek öfkelenmiyorum, ama şaşırıyorum ve “Ay yok sen onu öyle yapamazsın.” deyiveriyorum. Mesela biri bana olur olmaz dokununca veya özel hayatımla ilgili soru sorunca, basitçe o kişiyi itiyorum sohbetten ve zamanla da hayatımdan. Bu benim öfke yönetiminde iyi olduğumu söyler.

Ama öfkeden başka duygularım pek yok. Yani, varlar da, o duyguları hep öfkeyle maskeliyorum.

Seksi ve öfkeli

Bazı pratik şeyler de öğrendim bence. Özellikle rıza konusunda ve gergin durumlara nasıl tepki verebileceğim konusunda. Hatta çocukluğuma bile gittim bir ara.

Sonra oturdum düşündüm. Hakikaten de duygu bulaşması veya empatik isabetlilik konusunda çocukluğumda beni eğiten tek bir örnek bile gelmiyor aklıma. Başkalarının duyguları başkalarınındı. Benimle bir alakası yoktu. Duygu ayarı’ndan itibaren tüm diğer maddelerle ilgili örnekler geliyor aklıma. En çok da, kavrayışlı ilişkiye geçme konusunda: Tanıdığımız birinin ihtiyacını tahmin edip o ihtiyaca tekabül eden yardımı sunmak basbayağı temel bir erdem olarak aşılanmış bana. Yani, o kişinin duygularıyla bir işimiz yok, hatta o kişinin bizimle konuşması veya bizden bir şey rica etmesi de uygun değil, ben kendim düşünüp bulmalıyım ona nasıl yardımcı olabileceğimi. Bunun romantik bir yanı da yok değil. Hani filmlerde hikayelerde falan olur ya, gizliden gizliye destek olan ve sonradan da kahramanın farkına varıp minnettar kaldığı kişiler. İşte öyle bir erdem algım var.

Erkek olmak böyle bir şey.

Kendi duygularınla kapalı kapılar ardında uğraşırsın (bunu becerebilenler yazar çizer, beceremeyen alkolik olur mesela).

Başkasıyla ilgili de sahne arkasında iş görülür. Asla sahneye çıkıp ağlayan kişiye sarılmazsın, onu ağlatan karın ağrısını bulur eyleme geçersin. Zaten o kişiyle niye muhatap olasın? O kişinin bir öznelliği yok ki. Tek özne sensin.

Empati duygusal bir olay mı?

Beş ay ve yaklaşık yirmi yazı sonunda, iyi olduğum yerlerin bilincine vardım, kör noktada kalmış bazı yerleri yakaladım, hiç bakmadığım açıdan baktım cinselliğime de aşk ilişkilerime de. Bu ödevi böylece teslim ediyorum. Geçer not almazsa bütünlemeye gideriz mecburen.

Hayır’a Evet demek.

Acayip çekici bulduğun o kadınla konuşmak için cesaretini topluyorsun. Acaba çoktan biliyor mudur senin ondan hoşlandığını? Geçen gün bacaklarına baktığını fark etti mi yoksa?

Gidip direkt konuşsan mı? Ya da belki de yüzüne bakarak sormayı beceremeyeceğini hissettiğinden mesaj atmayı mı tercih etsen? Ama ya hiç yanıt bile vermezse? Zaten ne yazacaksın ki? Bir yolunu bulup ona yaklaşıyorsun. Gidip selam veriyorsun.

Artık bilemeyeceğim nasıl yapıyorsun, ama bir şekilde ondan hoşlandığını söylemeyi başarıyorsun.

Ve o da seni reddediyor.

Nasıl reddediyor bilmiyorum. Belki görünüşünü kurtarmana izin verir. (“Şu anda bir ilişkiye başlamaya hazır değilim.” vb.) Belki kızar bu teklifine. (“Yok artık, deli misin?” vb. veya hatta direkt yüzüne karşı gülebilir.) Belki korkar senin bu reddedilmeye vereceğin tepkiden. (“Hayatımda başka biri var.” vb.) Veya belki de hepten geçiştirmek ister seni. (“Seni arkadaş olarak görüyorum ben.” vb.)

Sonuç aynı: Kalakaldın orada şimdi lök gibi.

Ne yapabilirsin ki? Hiç de düşünmemişsin bak sağlam bir çıkış taktiği.

Düşünüyorsun. Rezil mi oldun? Mahcup mu oldun? Endişeli misin?

Tüm bunlar aynen benim de yapageldiğim ve düşündüğüm şeyler.

Bir anlığına, bu kendime odaklı bakış açısından çıkıp karşımdaki kadının neler hissettiğine bakmaya çalışsam ne olur? Keyfi yerinde mi? Tuhaf mı hissediyor? Tehdit altında mı hissediyor? Rahatsız oldu mu? Söylemek istediği başka bir şey olabilir mi?

Reddedilen benken, niye beni reddeden kişiyle empati kurayım ki? Yanıtım duygusal adalet. Kim bilir benim bu çıkma teklifimi nasıl yorumladı. Geçmiş deneyimleri buna nasıl etki ediyor olabilir? Kendini güvende hissediyor mu?

Duygusal adalet bu soruları sormamı gerektiriyor. Ama yanıtları vermiyor.

Zaten ben de yerin dibine girmişken onunla uğraşacak duygusal enerjim yok. Daha ziyade, oradan koşarak kaçasım ve zamanı geri alasım var.

Ama aslında bu konuda yapabileceğim bir şey var: Hayır’a Evet demek. Hayır’ı her nasıl dediyse demiş olsun. İster “şimdi değil”, ister “bilmem ki”, ister “hayır”, ister “isterdim ama…” demiş olsun, Hayır’ı duyabilirim. Ve duyduğumu ona gösterebilirim.

En kolayı “Hm, yanıtının Hayır olduğunu anladım. Teşekkür ederim. Bu durum senin için rahatsız edici olduysa üzgünüm.” demek mesela.

Bunu açıkça söylememle geçiştirmem arasında ciddi bir fark olabilir onun açısından. Benimse, zaten reddedildiğime göre, bunu söylemekle kaybedeceğim başka bir şey yok.

Soyut soyut konuşmuyorum, denedim bunu ben.

Karşımdaki kadın için etkisi olumlu oldu (onun sonradan söylediğine göre), aynı zamanda benim için de bir nefes alma fırsatı oldu. Hayır’ı açıkça kabul edince konuyu kapatabildim; böylece ortamdaki tuhaf gerginlik kırıldı; ben de sanki bu teklif ve reddedilme hiç olmamış gibi konuyu işe, derslere, gündelik konulara getirip gevşetebildim.

Sonrasında düşününce de, sanki çok sağlam bir çıkış taktiğim varmışmış gibi hissettiğimi fark ettim. Biliyorum ki taktiğim maktiğim yoktu, ama bana varmış da onu uyguluyormuşum gibi geldi o anda.

Bence denemene değebilir.

Duygusal adalete giriş

Zeka katsayısı (IQ) tartışmalarını bilmem duymuş muydun. Lineer ve mekanik düşünmenin ayrıcalıklı tutulduğu toplumların bunu “zeka”nın tek kriteri sayıp uydurdukları bir seviyelendirme sistemi. Elbette analitik düşünme becerisini ölçmek önemli, ama soruların soruluş biçimine aşinalık bile önemli bir etken. (Mesela yıllarca üniversiteye giriş sınavlarına hazırlanmış biri IQ testlerini daha rahatça çözecektir.) Öte yandan bir insanın zeki olup olmadığını bu sınavın ölçtüğünü sanmak abartılı olacaktır. Tam da bu yüzden “duygusal zeka”, “fiziksel zeka” vb. başka kavramlar öne sürüldü, zekayı farklı açılardan ölçmenin yolları olarak. Bu da benim empati yazılarımla örtüşüyor, çünkü bu “diğer” zekalarda erkekler genellikle geri zekalı çıkıyorlar.

Neyse, asıl konuya gireyim.

Duygusal adalet (emotional justice) diye bir kavramla tanıştım. Kabaca şu: Erkek egemen toplumun baskısı tikel olaylarda değil, genel bir toplumsal ortamda hissediliyor. Sırf taciz veya tecavüz edilen kadınlar değil kendini güvensiz hisseden. Bu vakıaların çokluğu, yaygınlığı ve normalliği yüzünden tüm kadınlar güvensiz hissediyorlar, ve haklılar. Biri onlara bakış attığında veya yaklaşıp tanışmak istediğini söylediğinde, kadının aklına gelenlerle erkeğin aklına gelenler bir değil. Erkek durumu “olduğu gibi” ele alabilir, yani “biri bana baktı işte ne yani” diye düşünebilir. Kadının aklına gelen “bu kişi bana ne yapacak?” oluyor, çünkü baskı sistemi baskıda olanın üzerinde psikolojik, duygusal ve ruhsal bir etki yaratıyor. Ve bu etki kalıcı – doğrudan o kadının başına bir şey gelmemiş olsa da.

İşte duygusal adaletsizlik burada başlıyor, çünkü flört etmeye eşit zeminde başlamıyoruz, sevişmeye de.

Ben genellikle “rıza” (consent) kavramını anladığımı, ona göre hareket ettiğimi düşünmüşümdür, yani en azından bu konuya kafa yormaya başladığım son yıllarda.

Yanılıyormuşum.

İşte bunu öğrendim son haftalarda.

Flört etmeye eşit zeminde başlamadığımızı fark ettiğinde, tüm rıza tartışması başka bir şekil alıyor. Çünkü tekliflerin “ben sordum, o Hayır dedi, ben de yoluma gittim” gibi düz bir mantık izleyemiyor. O teklifin karşı taraftaki karşılığı bambaşka olabilir. Ve esasında bu eşitsizliğe hassasiyet göstermek, adalet kavramını ilişkilerimize entegre etmek anlamına geliyor.

Bana Hayır diyen birine “teşekkür ederim yanıtın için, rahatsız ettiğim için özür dilerim, iyi günler” demem gerektiğini anlamam için bu kadar zaman geçmiş olması üzücü tabii, ama geç olsun güç olmasın diyelim. Bunu gerçekten öğrenmem daha zamanımı alacak gibime geliyor. Aklımdaki rıza/taciz kavramları alt üst oldu diyebilirim sana rahatça.

Kadını erkekle değiştir, öyle oku.

“Her erkek rıza meselesinin önemini anlıyor on dakikada, bir gay bara girdiğinde.”

Bir süredir, neyi normal bulduğumu düşünüyorum. Bir yandan da, kadınların neyi rahatsız edici bulduğunu. İzin almadan dokunmak veya sokakta laf atmak gibi öküzlükler değil kastım – o kadarına kafam basıyordu önceden de. Ama mesela şu sözcükler var bir kafede gördüğün bir insanla ilgili: bakmak, dik dik bakmak, süzmek, bakış atmak. Ya da hoşlandığın kişiyle ilgili şunları düşün: asılmak, üstelemek, çıkma teklif etmek, sarkıntılık etmek.

Bu gibi sözcüklerin ne anlama geldiğini uzun süredir erkekler tanımlamış. Şimdilerde kadınlar bu tanımlara karşı çıkıyorlar. Bir öpücükten ne olacak’ı reddediyor, altı üstü sarıldım’a seslerini yükseltiyorlar. İyi, hoş. Ben de, neyin ne olduğunu anlamaya ve sınırları baştan çizmeye (daha doğrusu, etrafımdaki kadınların sınırlarına saygı göstermeye) çalışıyorum. Ama şöyle bir sorun var ki ben bunu yaparken bir yandan aynı toplumla muhatap olmaya devam ediyorum. Peki gündelik hayatımda bu erkek-egemen kültürün yeniden üretildiği yerleri ve durumları, dur otur bir kadının uyarısına ihtiyaç duymadan, kendi başıma nasıl keşfedebilirim?

Yaklaşık bir yıldır denediğim bir şeyi paylaşmak istiyorum. Lafım heteroseksüel erkeklere. Tüm feministler de etrafındaki erkeklere bunu önerebilirmiş gibi geliyor.

Okuduğun kitapları düşün. Romantikli, aşklı meşkli romanları ve şiirleri. Git kütüphanene bak. Yusuf Atılgan olsun, Sait Faik olsun, Ümit Yaşar olsun, Oğuz Atay olsun, içini yoğun bir sevda duygusuyla dolduran, aşık olduğunda, terk edildiğinde, aldatıldığında, karnında kelebekler uçarken okuduğun kitapları al eline.

Bunların ciddi bir kısmında, bir erkek onu reddeden (veya ona açıkça Evet demeyen) bir kadına bir şey diyor, bir şey yapıyor. Bazen sokakta arkasına takılıp onu takip ediyor, bazen evinin önünde bekliyor, bazen sosyal bir barda uygunsuz bir laf ediyor, bazen onun dudağına yapışıveriyor. Sen bunları okurken kendini özdeşleştirmemişsindir belki. Ben şahsen, adamla değil, onun davranışıyla da değil, ama adamın ruh haliyle kendimi özdeşleştirdiğimi hatırlıyorum. Tutkusunu, bunalımını veya telaşlı kaygısını anlıyorum.

Çünkü bizler (bu kitaplar ve okuyucuları) erkek egemen toplumun kaybeden erkekleriyiz. Ve çoğunluktayız. (Üstelik, bu çoğunluğun çoğunluğu da tacizle tecavüzle dışa vuruyor kendi öz güven eksikliğini. Bunları bir kenara koyalım şimdilik.) Reddedilmişlik hissiyle tuhaf ve çapraşık şekillerde başa çıkıyoruz.

Ama yine de erkek-egemen toplumun kazanan tarafındayız; erkeğiz en nihayetinde ve tecavüz olmasa da aşırı ısrar etme hakkı verilmiş hepimize.

Şimdi şunu yap bu metinleri okurken: Bu gibi kadın-erkek etkileşimi olan her sahnede kadını erkeğe çevir. Erkeği ise bir şeye çevirme, o olduğu gibi kalsın. Kadın yerine kendini koy, ama erkek olarak koy, yani nasılsan öylecene koy. Şimdi ana karakter ne deyip ne yapıyorsa hepsini ısrarcı bir gay erkek sana yapıyor gibi düşün. Bunu cidden role girerek yap ama, lafın gelişi değil. Karşında o kişi varmış ve o lafları edip o şeyleri yapıyormuş gibi düşün ve hislerini dikkatle izle.

Bazen (şaşırtıcı derecede sık biçimde), rahatsız olacaksın.

Rahatsız olduğun anda okumayı bırak. O anı yaşa. İşte cinsiyetçilik, bu. O anda karakter ve yazar hakkında aklından geçenleri bir kenara not etmeden okumaya devam etme.

Tüm kadın-erkek ilişkili roman ve şiirlerde bunu yap. Hem kendi tavırlarınla ilgili birçok şey öğrenebilirsin böyle, hem de ne tür edebiyatın erkek egemen kültürün yeniden üretimine katkı koyduğunu görebilirsin.

Bunu bir yıldır deniyorum kendi üzerimde. Çok işe yaradığını ve bazı davranışlarımda az biraz düzelme olduğunu bile söyleyebilirim sanki. (Bu türde on küsur kitap okumuşum geçen yıl.)

Dilersen ve becerebilirsen bunu sinemaya, tiyatroya ve müziğe de uygulayabilirsin (Ne malzeme çıkar meyhane müziklerinden!).

Burada derdim hangi yazar cinsiyetçiymiş diye adamlar öldükten yirmi yıl sonra aforoz mahkemesi kurmak değil. Yukarıda örneğini verdiğim yazarlar, yazdıkları dönemde toplumsal cinsiyet konusunda mimlenmiş insanlar değillerdi – hatta o anki topluma genel olarak bakarsak feminist bile sayabilirsin belki. Ama konu bu yazarları veya dönemlerini veya bugünkü kıstaslarla bakıldığında anlamlarını değerlendirmek değil. Konu erkekler olarak nasıl sosyalleştiğimiz. Bu kitapların her birimizin oluşumundaki önemini düşünsene. Aziz Nesin’e atfedilen “Türkiye’de her iki kişiden üçü şairdir.” lafı bir şey anlatıyor. Hiç şiir yazmamış olsan da, edebiyattan hiç hoşlanmasan da, bu yazarların yarattığı kültürel ve sosyal ortamda aradık ve bulduk kendimizi. Neyi normal bulduğumuz konusunda önemli bir rol oynadılar hepsi.

Bir konu nasıl sosyalleştiğimizse, diğer konu da bugün hala normal bulduğumuz ama aslında değiştirmemiz gereken şeyleri tespit etmemiz ve edebilmemiz. Recep İvedik’ten bahsetmiyorum bak, gerçekten de feminizme kafa yoran, kendini feminist veya feminizm müttefiki olarak tanımlamaya çalışan bizlerin de “normal” saydığı şeyler var ki kadınlar için bunlar kabul edilebilir falan değiller kesinlikle. İşte bu şeyleri, kitaplara baka baka keşfedebiliriz kendi başımıza. Ne birini rahatsız etmene gerek var, ne birinin sana akıl vermesine. Evde, oturduğun yerden erkek egemen kültürün kılcal damarlarını görebilirsin.

Diyeceğim o ki, sen de benim gibiysen ve gerçek hayatta kadınların yaşadıklarına empatiyle yaklaşmayı beceremiyorsan, senin için travmatik de olmayan ama kolaya da kaçmayan bir yöntem var. Ben şahsen denedim, çalışıyor.

OkCupid tespitleri: Sonuçta sevişicez di mi?

Her ne kadar OkCupid profilimi bu blogdaki keşif sürecimin bir parçası olarak açtıysam ve pratik olarak kimseyle çıkmaya ihtiyacım olmasa da, şöyle bir dinamik keşfettim:

Sohbeti ister ben başlatayım ister karşımdaki, sohbetimiz ister havadan sudan olsun ister derin felsefi, ortada her daim “Biz bir online dating sitesindeyiz.” hissi var. Bu histen de ben tabii düz (düz’ü hem hetero anlamında hem de bodos anlamında diyorum) bir erkek olarak “Yani sonuçta biz sevişir miyiz? Sevişiriz, değil mi?” moduna bağlıyorum.okcupidcom_logo_3742

Ama tabii bu kurgu burada bitmiyor, kadınlar da anlaşılan erkeklerin bu moda bağlayacaklarından eminler, o yüzden çok daha temkinli ve yer yer itici yorumlar yapmaları gerektiğini hissediyorlar.

Ama tabii kurgu burada da bitmiyor, biraz kafası çalışan düz erkekler kadınların bunu böyle yapacağını da hesaba katıp iyicene alttan alıyorlar.

Neyse işte lafı uzatmayayım, sonunda bu alt-metinlerle, imalarla dolu muharebeyi elbette sosyal yetenekleri bilenmiş olan kadınlar kazanıyorlar.

Nihayetinde benim gibi malların elinde kalan şöyle bir durum oluyor:

“Ben sevişmemiz seçeneğinin hep açık olduğunu varsayıyorum, sonuçta bir eş bulma sitesindeyiz yahu. Ve bu varsayımı açıkça dillendirip teyit etmek de istiyorum. Ama bu demek değil ki birbirimizi beğenmezsek ben sana “Ay ama bu kadar konuştuk, şimdi illa ki benle sevişmen lazım, yarı yolda bırakman etik değil.” diye çemkireceğim. Rahat olalım, aktif rızayı birinci planda tutalım, ama beklentilerimizle ilgili de birbirimizi kandırmayalım, olmaz mı?”out of the box

Hem, erkeklerin her daim sekse aç ve kadınların her daim sekse tok oldukları varsayımına dayanan bu oyun ne kadar işlevli? Ya buluştuğumuzda ben sana bakıp “Ya ben seni arkadaş olarak görüyorum.” veya “Ay göğüslerin çok büyük ben küçük göğüs seviyorum.” deyiverirsem? Niye bu ihtimal yokmuş da benim her cinsel hamlem tacizmiş gibi konuşuyoruz? Hadi gerçek hayatta bunu böyle yorumlamamızın sebepleri var… İyi ama bir eş bulma sitesinde (hele ki benim gibi profili bas bas bağıran biriyle konuşurken) bu kutuların dışına çıkamaz mıyız?

Kadınlar ne ister: Orgazm, tecavüz fantezileri ve tehlikeli sularda bilim

Daniel Bergner’in “What Do Women Want?” kitabıyla ilgili düşüncelerimi ve kadın arzusu hakkındaki bir noktayı şurada anlattım. Şimdi kitaptan öğrendiğim başka bir şeyi anlatmak istiyorum.secondbergner

Kadınlara pornografik videolar izletip vajinalarını takip ederek ne kadar heyecanlandıklarını ölçmüşler. Ayrıca kadınların ne kadar heyecanlandıklarını yazılı olarak belirtmeleri de istenmiş. Görüntüler şöyle: Bir erkekle bir kadın cinsel birleşme yaşıyor, V şeklinde vücudu olan çıplak bir erkek plajda yürüyor, bir kadın başka bir kadına oral seks yapıyor, bir erkek başka bir erkeğe oral seks yapıyor, bir kadın mastürbasyon yapıyor, iki erkek cinsel birleşme yaşıyor, falan filan… ve son olarak iki bonobo çayırda seks yapıyor. (s.3-5) Continue reading