Bir aydır etrafında dolaştığım, ama aslında ağzımda geveleyip durduğum meseleye harbiden bir giriş yapasım var bugün.
Toplumsal adalet gibi ciddi konular beni ilgilendiriyor. Üzülüyorum, öfkeleniyorum, endişeleniyorum, uykularıma giriyor, harekete geçme dürtüm canlanıyor, ve basbayağı her gün çözüme katkım olması için bir şey yapıyorum, bir şeyler yapınca (ve özellikle de yaptıklarımın sonuçlarını görünce) seviniyorum, bu şeyleri başkalarıyla yaptıkça hayatım anlamlanıyor. Falan filan. Elalemin geçtiği acılar bana dokunuyor.
Elalem olmayanların, yakınımdaki insanların çektiği acılar ve sevinçlerse bana hiç koymuyor.
Son birkaç yılda bunun olumsuz sonuçlarını gördüm ilişkilerimde.
Acından bana ne?
Partnerimle açık ilişki yaşıyoruz başladığımızdan beri. Geçen yıl hayatıma giren yeni bir kişi, ilişki önceliklerimi değiştirir gibi oldu ve alışageldiğimiz zaman, enerji, mekan dengelerini bozdu. Partnerim bu değişikliklerden korktu ve benden daha net olmamı istedi. Ben bu netliği sağlayamadım çünkü kendim de ne istediğimi bilemiyordum. Bu belirsizlik halinde partnerime güvence veremedim ve durumu geçiştirdim. Durumu geçiştirebildim, çünkü partnerimin ne kadar acı çektiğini görmedim – daha doğrusu gördüm de ciddiye almadım diyelim. (Gerçi hayatıma giren yeni kişi de durumu pek kolaylaştırmadı, ama oraya girmeyelim şimdilik.)
Birçok ay geçtikten sonra ve partnerim ısrar ettikçe ben nihayet olaya uyandım, ama bu arada ilişkimize çok zarar vermiş olduğumu fark ettim.
Şu soruları sordum kendime: Partnerimin üzüntüsü bana neden bulaşmadı? Bu üzüntüye yol açan tatmin edilmemiş ihtiyaçları neden merak etmedim? Bu ihtiyaçlarına karşılık verecek şekilde neden harekete geçmedim?
(Bu sorular önemli, çünkü konu toplumsal adalet falan olunca tam da bu basamaklardan geçerek belirliyorum ne yapıp ne yapmayacağımı.)
Sevincinden bana ne?
İkinci örneğimi tersten vereyim: Sevişirken partnerimin hoşlandığı şeyler (de) yapıyorum, çünkü onun zevk aldığını görmek beni mutlu ediyor. Ama onun zevk almasından ben şahsen zevk almıyorum oturduğum yerde. Ne bileyim, ona oral seks yaparken mesela, evet, onun tepkilerini izlemekten hoşlanıyorum, ama arada dikkatim dağılabiliyor, veya uzun sürerse canım sıkılabiliyor. O daha çok zevk aldıkça ben daha çok zevk almıyorum.
Uzun süreli ilişkide bu sorun olabiliyor. İlk zamanlarda ikimiz de heyecanlı olduğumuzdan pek fark etmiyorduk bu durumu. Sonrasında birbirimize uyum sağladıkça ve yeni şeyler keşfettikçe de heyecanımızı canlı tuttuk. Ama aynı zamanda o da benim neyden ne kadar zevk aldığımı anlamaya başladı. Uzun vadede, yapageldiğim birçok şeyi aslında sırf bir görev duygusuyla yaptığımı tespit edince o da zevk almamaya başladı ve bir kısır döngüye girdik.
Daha bir dünya örnek verebilirim, ama bunun yerine bence asıl konuya girebiliriz artık.
Empati zımbırtısı
İlişki krize girince bu sorunların altında yatan asıl meseleyi bulmaya çalıştık. Kabaca empati eksikliği diyebileceğimiz bir yere geldik.
Yani konu şu: Ben birtakım hatalar yaptım. Bu hatalar için özür diledim ve sebep olduğum hasarları telafi etmek için elimden geleni yapıyorum. Ama bu hatayı tekrar etmeyeceğimin garantisi ne? Bu garanti, bu hataya yol açan asıl sorunu bulup düzeltmeye başlamamda. Bu sorunun ne olduğunu el yordamıyla buluyoruz, şimdilik empati üzerinde okuyorum işte, buradan bir şey çıkar mı diye.
Empatinin altı veçhesine baktığımda fark iyicene ortaya çıkıyor.
(1) Başkalarının duygularının bana bulaşması zaman alıyor. Kişisel ilişkilerimde bu ciddi bir sorun, çünkü duyguyu gördüğümde onun çağırdığı eylemi hemen yerine getirmem gerekiyor. Bu sorun toplumsal meselelerde ortadan kalkıyor, çünkü zaman bol: tecavüz edilip öldürülen genç kadınlarla ilgili farklı farklı hikayeleri farklı farklı kişilerden ve kaynaklardan takip edebilirim, bu hikayelerin gerçek anlamını birçok makaleden öğrenebilirim, ne yapmam gerektiğini düşünebilir ve başkalarının ne yaptığını araştırabilirim. Bunlar günler, haftalar, hatta aylar sürebilir. Bu süreçte üzüntü, endişe, öfke, umut gibi duygular kademeli olarak bulaşıyorlar bana. Ve sonunda bu duygularla ne yapacağıma ben karar veriyorum; kimse bana ne zaman nasıl harekete geçeceğimi dikte etmiyor.
(2) Aynı zaman ve mesafe hususları, duyguları isabetli biçimde tespit etmemde de geçerli. Ormanda köyü yanıp kül olan birinin gerçekten ne hissettiğini benim isabetli biçimde anlamama gerek yok, çünkü onun duygularını bana tane tane anlatan videolar, kitaplar ve röportajlar var. İçimde derin bir adalet duygusu oldukça, yolumu bulacağım ve ilişki kuracağım o kişiyle. Özel hayatımda ise isabetli tahminde bulunmak doğrudan benim görevim çünkü kimse bunu benim için yapmıyor, yapmayacak. Bu görevi yapmıyorum, çünkü politik emekle aram iyiyken duygusal emekle aram kötü.
(3) Duygularımı regüle etmekte sıkıntı çekmiyorum. Çok yoğun duyguların üstüme üstüme geldiği durumlarda tepkilerimi filtreleyip hislerimi yönetebiliyorum. Böylece duyguların altında ezilmiyorum ve onları yavaşça sindirebiliyorum. Kişisel ilişkilerimde bu, dramatik krizler çıkarmamam ve çıktıklarında da onları idare edebilmem anlamına geliyor. Toplumsal meselelerde de stratejik düşünmeme izin veriyor bu duygusal ayar mekanizmam.
(4) Karşımdakinin bakış açısını edinmekte de zorlanmıyorum. Politik ortamlarda bu tabii ki daha kolay, çünkü duygulardan ziyade düşüncelerini ve önceliklerini anlamam bekleniyor karşımdaki kişinin (mesela, bir toplantıda bir konuyu tartışırken). Toplumsal konularda da zamanla perspektif kazanıyor insan. Kişisel ilişkilerimde de aynı şekilde, partnerimi tanıdıkça onun bakış açısını edinebiliyorum.
(5) Başkaları için endişelenme konusunda ise ciddi sıkıntılarım var. Sanırım bunu, üniversitedeki Kürdistanlı arkadaşlara borçluyum. Ben Türkiye’nin batısında doğdum ve büyüdüm. Antalya’nın batısına gitmem istisnaidir. Kürdistanlı arkadaşlar kampüsteki toplantılarımızda bize hayatımızın (görece) ne kadar huzurlu ve ayrıcalıklı olduğunu öğrettiler. Bunu bizi eleştirerek değil, kendi yaşadıklarını tane tane anlatarak yaptılar. Tabii ki onların hikayelerinden hareketle Filistin’i, Yemen’i, Latin Amerika’yı, savaşı da anlamaya başladık yirmili yaşlarımızın başında. Konuya dönersek: Benim acı çeken halklar (ve kadınlar, ve LGBT bireyler, ve, ve, ve) için endişendiğim bariz olsa gerek. Ama öte yandan, etrafımdaki, oturup çay içtiğim insanların dertlerini göreceleştirdiğim bir gerçek. Bunu kendi duygularım için de yapıyorum bak. Partnerimle ayrılma noktasına geldiğimizde, işimi kaybetme riski altındayken, veya birçok arkadaşım beni yarı yolda bıraktığında, tabii ki üzülüyorum, ama öyle pek de çok üzülmüyorum. Hayatımın özünde iyi olduğu bilinciyle, dertlerimi geçiştiriyorum. Bunu etrafımdakilere de yapıyorum herhalde, ve bu ciddi bir sorun, çünkü nihayetinde, arkadaşlarıma duygularına hakları olmadığı mesajını veriyorum dur otur.
(6) Son olarak, nasıl ki tanımadığım insanlara toplumsal düzeyde faydalı olmaya çalışıyorsam, birlikte olduğum insanların da ihtiyaçlarına yanıt vermeye yatkınım. Bu anlamda, eğer ne yapmam istendiği açıksa (tahmin etmem gerekmiyorsa) ve somutsa (beklenen davranışın tam olarak ne zaman nerede nasıl yerine getirileceği netse), harekete geçiyorum genellikle. Yani birinin önceki basamaklardaki duygusal emeği sonucuna erdirip bana bir talep veya ricayla gelmesi gerekiyor ki ben harekete geçeyim. Bu da kriz anlarında pek manalı bir yöntem değil elbette.
Yani, iki kategori var kafamda: kişisel meseleler, toplumsal meseleler. Kişisel meseleleri küçümsüyorum (5), toplumsal meselelerin de zaman ve mekan konusunda avantajları var (1,2). Buradan cinselliği de pek önemsemediğim sonucu çıkıyor, ki bu bayağı tuhaf çünkü cinsellikle ilgili bir blogum var ve şu anda bu blogun 172. yazısını yazıyorum. Önemsemediğim bir konu için abartılı bir çaba israfı.
Sanki tüm bu kategorilerin altında başka bir şey varmış gibime geliyor, ama ne olduğunu henüz çözemedim. Aslında, bu sorunlarımın erkeklerde ne kadar yaygın olduğunu da merak ediyorum, ama kime nasıl sorabileceğimi bilemiyorum.