Monthly Archives: January 2017

Zincirler

Bu ay çok enteresan bir şey oldu.

Bir Cihan, Kadıköy’de metroda içinin ısındığı bir griojelikız’la muhabbet açmak istedi, ama çekindi, sonra pişman oldu, bir internet sitesi açıp griojelikız’dan onunla irtibata geçmesini istedi, binlerce insan yanıt verdi, ve nihayetinde griojelikız Cihan’ı buldu ve görüştüler.

Sitenin ismi Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var?. Mutlaka git oku, hem şimdi yorum kutusuna yazılanları da paylaşıyor. Ben aşağıya onun ilk iletisini kopyalamakla yetineceğim.

Siteye bu ismi vermesinin (birincil) sebebi griojelikız’ın metroda okuduğu kitabın adının bu olması. Metroda yanına oturunca gözü kaymış, o da kitabı okumaya başlamış. Sonra griojelikız onunla sohbet açınca utanıp kendi kitabını açıp okumuş. Metrodan inince kafasına dank edince de işte bu siteyi açmaya karar vermiş.

Cihan’ın okuduğu kitabın ismi de İnsan Olmak.

Benzer şeyler benim de başıma geldi, sanırım birçok insanın da başına gelmiştir öyle ya da böyle. Benim örneklerimde, bir göz göze gelme ve gülümseme, veya çok çok çok kısa bir konuşma oluyor genellikle. Sonra sessizlik ve birinin olay mahallini terk etmesiyle mutsuz son.

Benimse dikkatimi başka bir şey çekti Cihan’ın öyküsünde.

Aynı durumu düşün, ama yanında gazete okuyan kişi orta yaşlı bir adam veya yaşlı bir teyze olsun. Sana aynı şeyi söylemiş olsun: “Okuduysan sayfayı çevirebilir miyim?” Yüzün kızarır muhtemelen, ehüehueheue deyip evet diyebilirsin veya gözlerini kaçırabilirsin, ama sonuçta olsa olsa komik bir durum olur. Böyle bir şey olsa, ki gazete/kitap okurken değil ama başka vesilelerle başıma geldi benim, sonuç şudur: Muhabbet açılır.

Şimdi şunları düşünelim:

  • Aynı durumda kalan bir kadın olursa ne olur?

  • Yanındaki insan bir genç kadın değil de başka herhangi bir şey olunca neden aynı utancı duymazsın?

  • Nihayet: Her gün saatlerimizi geçirdiğimiz bir mekanda karşılaşan iki insan neden sıradan bir etkileşim kuramazlar?

Acaba diyorum ataerkillikle ilgili bir şeyler olabilir mi burada?

Bak öyküye dönelim: Kadın “Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var?” okuyor. Erkekle iletişime geçmeye çalışıyor. Erkek (zincirlerinden başka kaybedecek neyi var?) afallıyor, açıp “İnsan Olmak” okuyor. Ne güzel tesadüfler…

Halbuki Cihan griojelikız’a “ay ehuehue, kusura bakma, gözüm kaydı, kitap ilgimi çekti” diyebilmeli. Ben otobüstekiyeşileteklikız’a “eteğin ne güzelmiş” diyebilmeliyim. Göksu birlikte erik topladığı insandan telefonunu isteyebilmeli.

Tüm bunların olabilmesi için, feminizmin birkaç kazanımına ihtiyacımız var:

Birincisi, erkeklerin hayır’ı bir yanıt olarak kabul etmeleri lazım. (“İnsan Olmak” lazım.) Yani evet sohbet açabilmeliyiz, ama karşımızdaki insanın bizimle ilgilenmeme ihtimali korkunç, feci, dehşet verici bir şey olmaktan çıkmalı. Bir insanın bir insanla ilgilenmemesi (belki “tipi değilsin”, ama belki de sadece o anda başka bir şey düşünmek istiyordur) neden bu insanlardan birinin başarısızlığına delil olsun ki? Böyle bir sohbetin gerçekleşebilmesi için, sıradanlaşması ve normalleşmesi gerekir: “Birader çantan açık kalmış” dediklerinde nasıl şaşırmıyorsak ve “Sağolasın” deyip fermuarı çekiyorsak öyle olabilmeli. Mesela:

– Okuduysan sayfayı çevirebilir miyim?
– Ehuehuehue, kusura bakma, gözüm kaydı, kitap ilgimi çekti.
– Sorun değil, çeviriyorum o zaman? :)
– Olur. :) Ben Cihan.
– Selam Cihan, ben de … . Memnun oldum.
– Ben de. Zamanın varsa bir çay içmek ister misin?
– Çok sağol, maalesef eve dönmeyi tercih edeceğim.
– Başka bir zaman?
– Hayır, teşekkür ederim.
– Peki, teşekkürler. :(
– …
– …
– Bitirdin mi sayfayı?
– Evet, galiba zaten zamanlamamızı denkleştirdik bile. :)
– Ben bu durakta ineceğim. Memnun oldum, iyi akşamlar.
– İyi akşamlar.

İkincisi, “ilk görüşte aşk” olayını biraz deşmemizde fayda var. Hayır yanıtını kabullenmenin en büyük avantajı, sonrasında bu gibi “risk aldığımız” anların daha az gergin olması. İlişkilerimizi kurarken ilk görüşe, “gerçek” aşka, “işte bu” hissine bu kadar dayanmamızın altında, bu “risk sıçraması” var. Yani, öz güvenimizden tut da toplumsal kabule kadar, bir yığın şeyi riske ediyoruz birine çıkma teklif ettiğimizde mesela. Bu yüzden de “Bu kadar şeyi riske ettiğime değecek biri bu” hissine ihtiyacımız var.

Dan Savage buna “rounding up to one” diyor. Yani “the one” olan kişinin kendisinden ziyade, bizim illa ki bir “the one”a ihtiyacımız olduğundan, onu yuvarlak hesap o özel kişi olarak görmeye başlıyoruz. (Türkçe’ye “doğru kişi”yi aramak ve bulduğun kişiyi “doğrultmak” diye mi çeviririz?) İlişkilerimizi de böyle 0-1 sistemiyle analiz ettiğimizden, hatalar krize, krizler ayrılıklara dönüşüveriyor. (Çünkü yüzde yüz doğru kişi değilsen, bir elmanın iki yarısı değilsek, birbirimiz için yaratılmamışsak, birlikte olmamalıyız asla!)

Üçüncüsü, bir kadınla bir erkeğin ilişkilenme biçimleri bu kadar keskin sınırlarla çizilememeli.

Hatırlıyorum, yıllar önce, kız arkadaşım vajinasında bir yabancı parça fark etti. İsmini hatırlamıyorum şimdi, ama bulaşıcı bir şeydi, kist değildi de ona benzer bir şeydi galiba. Neyse, hastaneye gittik. İlk soru: Evli misin?

Hemşirenin asıl sormak istediği şey “Seks yapıyor musun?” veya “Seks yaptın mı hiç?”, ama öyle sormuyor. Eğer kız arkadaşım dalgınlıkla “hayır” dese, hemşirenin kafası karışacak. Soru tıbbi bir soru esasında ve mesela seks yapıyorsa beni de içerecek süreç ve saire. Konuyu düzünden konuşamadığımız için, dolambaçlı bir biçimde birbirimizi kandırıyoruz. Kız arkadaşım orada “Hayır ama erkek arkadaşım var” manasında bir şeyler söyledi, böylece o andan itibaren hastane deneyimini bir sosyal kabusa dönüştürdü. Haftalar sonra keşfettik ki “doğru” yanıt “Nişanlıyım” gibilerden bir şey olmalıymış.

Hadi bunlar muhafazakar insanlar deyip geçelim şimdilik. Ama daha genel olarak da “friendzoning” (“seni arkadaş olarak görüyorum”) gibi kalıplarla yaşamıyor muyuz? İki tür ilişkilenme tanımlı: 1) Sevgili 2) Arkadaş. Bu kadar. İkisinin de ne yapıp ne yapmayacakları belli. Kutular hazır. Tüm tanıdıklarını da bu kutulara sağlamca yerleştirince mesele tamamlanır.

Oysa belki de bir insan başka bir insanla bir şey yapmak istiyorsa bunu söyleyebilmeli. (Dön ilk hususa: hayır yanıtına aklı basmak şartıyla.) Evet, bu yapacakları şey ikisi arasındaki ilişkiyi başka bir yere götürebilir, ve evet, bunu göz önünde bulundurmakta fayda var. Ama eğer sadece iki durak kabul ediyorsak, arabayı yolun ortasında kenara çekip çimlere uzanmak mümkün olmayacaktır.

Bu son noktaya bir sonraki yazıda tekrar değineyim diyorum.

Şimdilik diyeceğim şu: Ne kadar sevimli ve romantik olursa olsun, Cihan’la griojelikız’ın öyküsü biraz da trajik. (Hele ki, eğer griojelikız onunla hiç iletişime geçmeseydi, veya iletişime geçip “O benim, peşimi bırak.” deseydi mesela.) Her halükarda, olan – ve benim de birçok gez başıma gelen – şey dramatik.

Kurtuluş? Kurtuluş feminizmde.

***

Cihan’ın kaleminden, o gün olanlar:

Kadıköy – Tavşantepe metrosunda 1 Ocak 2017 pazar günü 21:15 gibi kadıköy istasyonunda

“Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var” okuyan gri ojeli birinin yanına oturdum. Normalde yandakinin gazetesini okurum ama kitap?! Gözüm kaydı bi kere kitaba okumaya başladım, sayfalara yetişebildiğim kadarıyla. Belirli bir süre sonra sanırım senkronizasyonu tamamladık ki o sayfayı değiştirirken ben de bitirmiş oluyordum.

İnanılmaz iletişim kurma isteği duyduğum o sıralarda ilk açılışa özel %50indirim veren teknoloji marketlerin kapısını açtıklarında sağa sola koşturan birbirini ezen zilyon tane adam gibi kafamda düşünceler fikirler birbirini eziyor ve bir şeyler söylemek için matematiksel formüllerle uğraşıp doğru bir sonuç çıkarmaya çalışıyor derken sen gel bana “okuduysan sayfayı çevirebilir miyim ?” de.

Gitti tüm formüller denklemler patates oldu. Ben ki normal ortamda çenesi düşen adam yakalanmanın da verdiği yetkiye dayanarak saçma sapan bir şeyler dedim ve kendi kitabımı çıkarıp okumaya başladım. Ya mal bari merbaha ben cihan de di mi ? Yok… Neyse ineceğim durağa “Hastane/Adliye” durağına geldim nutkum tutuldu ve sadece indim. “lan olm napıyorsun?!” diyip geri dönene kadar kapılar kapandı. Kendime saya söve metrodan çıktım. Arabaya bindim hala kendime sövüyorum derken çok zayıf bir ihtimalin peşine düşmek geldi aklıma. Bir durak seçtim ve o durağa arabayla hızlıca gittim 2çıkışı da görebilecek şekilde arabayı bıraktım ve bakındım ama yok bu dizi veya film mi veya tekrardan serendipity’i mi çekiyoruz! Olmayacak tabii. Sonra eve geldim gelirken aklıma bir ton şey geldi ve bir arkadaşımla konuşup bu fikirde karar kıldım.

Aşadağıki kutucuğa sana ulaşabileceğim bir şeyler yazarsan ve eğer hatırlıyorsan benim okuduğum kitabın ismini de yazarsan troll insanlardan kurtarmış olursun beni.

Site yaptığım mallığı düzeltebilmek için ve haliyle seni bulabilmek için. tabii ben yanlış anlamadıysam ve bulunmak istiyorsan:))

Geleyim mi?

Yanıtlamam gereken önemli sorulardan biri, orgazm olayı hakkındaki beklentilerim.

Soru kabaca şöyle: Bir cinsel ilişkide orgazmın varlığı ne kadar önemli ve benim bununla ilgili beklentilerim cinsel ilişkiyi nasıl etkiliyor?

Kısa yanıt, çok şeyimde olmadığı. Uzun yanıta gelirsem…

Her şeyden önce, bir cinsel ilişki yaşayıp da benim boşalmadığım çok seyrektir. Yani mesela hayatımda belki 10-15 kez olmuştur en fazla. Bunlar da çoğunlukla ya sonraya saklama hevesimden (bir saat sonra daha müsait bir ortam olacaksa mesela) ya da işin ortasında bir şeyler ters gittiğindendir.

Demem o ki, ben hep orgazm oluyorum sayılır.

Peki bu neden böyle?

Tek açıklama benim erkenci olmam olamaz. Çünkü bazen gayet uzun zaman alıyor yeterince heyecanlanmam. Ve bu zamanı hep dolduruyorum maşallah.

Diğer açıklama, benim fizyolojik olarak yalnızca bir kez boşalabilmem olabilir. Partnerim boşalsa da devam ediyoruz. Dolayısıyla bir nt>t’ olayı var: Benim boşalmam t’ zaman alıyorsa, partnerim ise t zaman alıyorsa, partnerim n kez boşalana kadar ben devam ediyorum, böylece seksin minimum süresini de t’ olarak belirliyorum.

Bu denkleme dikkatle bakalım. Hemen bilimselleşelim durduğumuz yerde.

Önce: Eğer t'<15 sn. ise, bu, durum bir hastalık sayılan erken boşalma dediğimiz işlevsel bozukluk.

Şimdi daha dikkatli bakalım: nt>t’.

Bu denklem diyor ki, benim boşalmam ne kadar uzun sürerse sürsün, partnerim devam ediyor. Ama ben yalnızca bir kez boşaldığıma göre, eğer t>t’ olursa ne olacağını düşün (ya da “hatırla”, çünkü bence kahvelerde konuşulandan çok daha fazla ilişkide yaşanıyor bu olay).

Kronometre 0’dan başlar, t’ anına gelir; adam boşalır. Perde.

Tamam, tamam, o kadar da öküz değilim, kıçımı dönüp yatmıyorum. Ama, eğer çok meşakkatli olacaksa da arada bir partnerimi boşladığımı kabul etmeliyim.

Tabii olayı daima ondan dinlemende fayda var. Çünkü benim “arada bir” dediğim şeyin “büyük çoğunlukla” olduğuna dikkatimi çekti geçen gün. Dediğine göre, onun orgazm yaşamadığı cinsel ilişkilerimiz, cinsel ilişkiler meclisinde anayasayı referanduma falan gerek olmadan değiştirebilirmiş. (O tam böyle demedi, gündemi seks hayatıma ben sıkıştırıyorum.)

Şimdi sorunun özüne inelim: Benim seksten beklentilerim arasında, partnerimin orgazm olması var mı?

Örneğin, partnerim orgazm olmadıysa o seks benim için tatmin edici midir?

Ya da, orgazm oluşunu görmek bana kendimi nasıl hissettirir? (Nasıl hissettirir derken tahrik olmalardan falan bahsetmiyorum, hemen sulandırma işi. Bir partner olarak kendime verdiğim değeri, kendi öz-değerlendirmemi nasıl etkiler? Onu soruyorum.)

Ve yahut, partnerim ne sıklıkta ve kaç kez orgazm oluyorsa kendi performansımı başarılı kabul ederim?

Biliyorsun şimdi yeni bir moda var. Köşe yazısı, yorum, makale falan yazarları, yazıları olgunlaşıp çetrefillenince, bir anda soru sorma formatına dönüp ortama “beraber düşünelim” havası veriyorlar. Böylece okurla bu suç ortaklığını kurunca, kendileri bu soruların yanıtlarını vermekten kaçabiliyorlar. “Ahanda böyle ucunu açık bıraktım.” bahanesiyle, yazıyı en kilit yerinde kesiveriyorlar.

Ben de modaya uyacağım, çünkü işime geliyor.

Angarya

Enteresan bir ikilem fark ettim.

Şimdiye kadar hep, sevişirken aklımın hep sevişmede olması gerektiğini, aksinin partnerimi önemsemiyor olmak (veya eğer başka insanları hayal ediyorsam, partnerimi aldatmak) anlamına geleceğini falan düşünürdüm. O yüzden de zihnim çok meşgul olduğu zamanlar ya sevişmekten kaçınırdım (bir çeşit “ay bugün başım ağrıyor” gibi düşün) ya da sevişmeyi görece kısa tutardım ki zihnim dağılmasın işin ortasında.

Çok güzel, çok zarif fikirler bunlar tabii.

Ama sonra, orgazma ulaşması benim alışageldiğimden daha uzun süren biriyle birlikte olmaya başladım.

Böylece, tuhaf sahneler yaşanır oldu, özellikle cunnilingus sırasında. Yarınki toplantıda konuşulacak konuları ve aktarmam gereken ön bilgileri düşünürken mesela, partnerim “Yoruldun mu?” ya da “Sıkıldın mı?” diye soruyor. Ne diyeyim? İnsan sırf onu heyecanlandırmak için ımh ımh falan diyebiliyorum eyvallah (bir de yani, gerçekten eğleniyorum, hoşuma gidiyor onun bedeniyle oynaşmak, çok da yalan sayılmaz çıkardığım sesler), ama böyle bodoslama sorunca ne diyeyim? Zaten azıcık sessiz kalınca hemen malum sonuçlara varıveriyor o da.

Neyse işte, bununla birlikte, “Bunu mecbur olduğunu hissettiğin için yapmanı istemiyorum.” ve “Keyif almadığın bir şeyi yapmamalısın.” temalı konuşmalar yaşadık. Ben de, “Eh, peki, madem öyle, ben de hiç kasmayayım kendimi.” diye rahatladım, yaydım kıçımı yatmaya başladım. (Hazırmışım demek ki yan gelip yatmaya.)

Gel zaman git zaman, ortaya çıktı ki, benim keyfimin geldiği sıklık esasında partnerimin ihtiyaçlarının yanına bile yaklaşamıyor. Yani evet ben sadece canım istediğinde ona uzun uzun zaman ayırıyordum; ama bu sefer de kriz tersten, “Beni hiç arzulamıyorsun.” yönünden çıktı.

Tabii ki bütün krizler gibi bu da büyüdü, büyüdü, yeni krizler doğurdu, çoluk çocuğa karıştı, ortalık iyice karıştı, torun tombalak derken kocaman bir krizler geniş ailesine sahip olduk.

Baktım oluru yok, şöyle enteresan bir çözüm ürettim:

Sevişmeye çok azıcık keyfim varken başlıyorum (bu demek oluyor ki sıklıkla ben başlatıyorum seksi, bu da arzulanırlık tartışmasını rafa kaldırıyor), partnerimle oynaşmaya, ona dokunmaya başlıyorum. İşte sonra eller diller işin içine giriyor. Dürüstçe şöyle söyleyeyim: partnerime odaklı bir 15-20 dakikadan sonra anca benim ilgimi çekmeye başlıyor olay. O da zaten bundan bir 5-10 dakika sonra orgazm olduğundan, kafam rahat oluyor. Onun en heyecanlı olduğu noktada ben de ona odaklanmış oluyorum, sonrasında da zaten ben heyecanlanmış olduğumdan onu hiç hayal kırıklığına uğratmıyorum.

Bir diğer deyişle: Eskiden sevişmenin orta yerinde ona odaklanıyordum. Böyle olunca, bu işin ortasında dikkatim dağılıyordu. Oysa şimdi dikkatim dağınık başlıyorum, ama başlangıçta onun da dikkati çok derli toplu olmuyor, o yüzden onu rahatsız etmiyor bu durum.

Peki “sevişirken aklımın hep sevişmede olması gerektiği, aksinin partnerimi önemsemiyor olmak (veya eğer başka insanları hayal ediyorsam, partnerimi aldatmak) anlamına geleceği” hikayesine ne oldu, diye sorarsan…

Bilmem.

Kendi işini kendin gör (?)

Yeni biriyle tanıştın, birkaç buluşmadan sonra iyice yakınlaştınız ve bir de baktın ki berabersiniz. Acayip mutlusun. O sabah birlikte uyandınız, kalktın kahvaltı hazırlamaya gittin, o da önce elini yüzünü yıkamaya gitti, sonra sana katıldı. “Kaç dilim ekmek yersin?” diye sordun, “Glüten alerjim var, ekmek yeyince iki saat kusuyorum ve gün boyu ishal oluyorum. Kusura bakma. Ben bir baksam olur mu buzdolabında yiyebileceğim ne var diye?” diye yanıtladı.

Ne yaparsın? “Ay yok, seninle hiç uğraşamam.” deyip ayrılır mısın? Baştan söyleyecek hali yok, ilk fırsatta söylemiş işte. Sen de herhalde ilk randevuya elinde başvuru formuyla gelip “Alerjin var mı? Ailende şeker hastalığı olan var mı?” falan diye sorularla yapmadın açılışı.

Ben diyorum bak, kadın ilgimi çekmiştiyse, hiç çemkirmem, hemen adapte olurum. Ha, büyük ihtimalle işgüzarlık edip gidip konunun internet-diyorsa-doğrudur-uzmanı da olmaya uğraşmam. Onu dinlerim, bir şey hazırlamadan önce sorarım, çoğunlukla da önceden okey verdiği yemeklere falan odaklanırım ki bir kaza çıkmasın. Yarın öbür gün, “Ya biz kendi ekmeğimizi evde kendimiz yapsak.” derse eyvallah, gece yatmadan ekmek makinesinin çalışıp çalışmadığına bakarım, evde malzemelerin olup olmadığını hep kontrol ederim, falan filan.

Yok, glüten takıntılı biriyle çıkmaya başlamadım. Konu o değil.

Örneği değiştirelim: Glüten bilmem ne demesin de, “Ben her sabah 6’da kalkıp jimnastik yapıyorum.” demiş olsun. Erken yatmaya, onun da uykusunu yeterince almasına özen gösterir misin?

Ya da: “Annem hasta, haftada en az iki günü onunla geçirmem lazım.” demiş olsun. Onunla gider misin? Hayatını buna göre düzenler misin?

Bu örnekleri çoğaltmak kolay. Mesele şu: Senin normalinin dışında bir özelliği, takıntısı, hastalığı, özel durumu vb. olsun partnerinin. Ayak uydurur musun?

Benim genel yanıtım: Evet. Bunu galiba şimdiye kadarki partnerlerim de kabul edecektir.

Ama işte kadın “Benim orgazm olmam için şu şu olması lazım.” deyince niye hiç sallamıyorum? Bu sorun üç farklı şekilde karşıma çıktı bak:

  1. Süre: Orgazm olması için bana gerekenden daha uzun zamana ihtiyacı vardı. (benden daha uzun dediğim de öyle saatler falan değil bak, ben de şipşak-foto sayılırım sonuçta)

  2. Sıklık: Cinsel tatmini için haftada iki-üç kez orgazm olması gerekiyordu. Bana sorsan haftada bir-iki anca, onların da kaçında ona orgazmı garanti ederim zeus bilir.

  3.  Faaliyet: Burada bak iki farklı sorunum oldu. Bir partnerim illa ki penetrasyonla heyecanlanıyordu, ama benim öyle uzun uzun ereksiyon koruyup (ve o heyecanlandıkça boşalmadan) ona hizmet sunmam pek mümkün değildi. Başka bir partneriminse, klitorisinin yirmi dakika kadar uyarılmasına ihtiyacı vardı orgazm için. Hadi bunu oral uyarma (cunnilingus) ile yapmaya varım, ama yirmi dakika nedir?

Neyse, diyeceğim o ki, benim partnerimi cinsel olarak tatmin etmekle ilgili genel tutumum kaba bir tabirle “Ne halin varsa gör” şeklinde özetlenebilir.

Peki bu neden böyledir?

Diğer konularda feminist feminist ahkam keserken, yataktaki gerginliklerimi neden çat diye meşru kabul ediyorum?

Hadi hakkımı yemeyeyim, dandik de olsa şöyle çözümler sunuyorum partnerime:

  • Yorulana kadar cunnilingus yapabilirim her seviştiğimizde, bu her seviştiğimiz dediğim çok sık olmasa da.

  • Ben yalnızca bir kez boşalıyorum, boşalınca da işim bitiyor. (Yani “işi bitmiş” oluyorum, manasında.) Mesela sen bir oyuncakla falan devam edersen ben de oynaşmaya, öpüp okşamaya devam edebilirim. Ama kendi işini kendin göreceksin yani sonuçta.

  •  Tüm bunlar kesmezse, ilişkimiz açık yahu, git eğlen, ihtiyaçlarını gider, beni germe.

Partnerim “İyi ama ben bunları seninle yaşamak istiyorum.” dediğinde o kadar da umurumda olmaması sinir bozucu. Yani, partnerimin sinirini bozucu demek istiyorum. Yoksa benim keyfim yerinde…ydi.

Şimdi ise soru şu: Bu kendinden menkul benmerkezcilikten nasıl kurtulabilirim? Partner(ler)imi umursamayı nasıl öğrenebilirim?