Sen de tacizcinin tamamlayıcısı rolünde misin benim gibi?

Ben erkeğim. Bildiğin düz erkek.

Erkek doğdum erkek yaşarım. Kime ne, kime ne?

Neyse ki kimsenin sorduğu sorguladığı yok.

Ama böyle olunca, ne yaptığımın farkına varmıyorum zaman zaman. Yani, ne yaptığımı biliyorum, ama yaptığımın anlamını bilemiyorum. İki örnek vereyim sana:

Evdesin sevgilinle. Belki oturma odasında bir şeyler yapıyor, diyelim ki raflardaki kitapları kurcalıyor ayakta. Arkasından yavaşça yaklaşıp sarılıyorsun beline. Belki boynunu kokluyorsun sonra.

Ne romantik, değil mi?

Bilmem ki… Devam edelim örneğe.

Belki geçen hafta iş yorgunu eve dönüş yolunda, metrobüste kitap okurken fortçunun biri tam da bunu yaptıysa? Ve belki sevgilin uzaklaşmaya çalışınca adam ısrarla arkasından geldiyse? Ya bu deneyimi ona akşam vakti evinin ortasında (güvenli saydığı bir yerde) ona yeniden yaşatıyorsan?

“Belki” diyorum ya, aslında “muhtemelen” demem lazım. Geçen hafta değilse geçen ay. Sor bak etrafındaki kadınlara dolu metrobüste bunu yaşamayan var mı diye. Ben kategorik olarak dolu metrobüse binmeyen kadınlar tanıyorum.

İkinci örneğim seksle ilgili olacaktı, ama yazdım yazdım sildim. Dilimi döndürüp düzgünce yazamadım işte, anla. İkinci örneği sen yaz aslında. Sevişirken o çok sevdiğin şey var ya, artık bilemiyorum özel bir pozisyon mudur, oral mı olur, alengirli bir fantezi mi olur. Şimdi onu ilk kez yaparken hayal et kendini. Yataktasınız ve olayın heyecanıyla inisiyatif alıp deniyorsun.

Sonra şuna bak bir: Kız çocukların yüzde 11’i, veya yüzde 20’si, veya yüzde 33’ü cinsel tacize maruz kalmışlar. Üstelik bunlar Türkiye istatistiği değil. Dünya ortalaması hiç değil. O severek yaptığın seksi şeyi bir dayının, amcanın, kuzenin ona yapmış olması ihtimali çok yüksek.

Bu hikayeleri sana “ay erkek egemen toplum ne berbat bir şey, değil mi yoldaşlar?” diye vahvahlanalım diye anlatmıyorum. Berbat bir şey, evet, ama biz bu berbat şeyin aktif üyeleriyiz. Hayatında hiç kimseyi hiç taciz etmediğini dahi varsaysam, durum değişmiyor.

Ben bu yukarıda verdiğim gibi örnekleri yaptım partnerlerimle. Bu örnekler onlarda geçmiş deneyimi tetikledi. Ve onların iyileşme sürecini baltaladım. Bu baltalama kısmını ben yaptım, başka kimse değil: aktiften kastım bu. Üstelik evin oturma odası, yatağımız gibi ilişkimizde düzenli paylaştığımız yerleri şimdi taciz deneyimiyle ilişkilendirmiş oldum. Bu ilişkilendirmeyi de ben yaptım, metrobüsteki hıyar değil: aktiften kastım bu.

Halbuki insan sorabilir önce. Evet, benim gibi öküzsen ve bu konuları nazikçe açıp kapatmayı bilmiyorsan, sormak çok garip ve münasebetsiz olabilir. Üstelik romantizmin de içine etme riski var.

Neden bunları önceden tahmin edemiyorum? Yüzlerce haber, binlerce forum iletisi okudum, onlarca şahsi hikaye dinledim. Duyarsız bir hödük de değilim sanki. Peki neden bunları etrafımdaki gerçek kadınlarla ilişkilendirmiyorum? İlişkilendiremiyor muyum yoksa? Bak yine empatiye geldik.

Önceki yazıda hatırlarsan empatiyi engelleyen konulardan birinin mesafe olduğundan bahsetmiştim. Kadınla erkek arasındaki toplumsal cinsiyet mesafesi gerçekten de Mars’la Venüs arasındaki mesafeyi andırıyor.

Bu mesafeyi kapatmak için (ve daha genel anlamda empati kurmak için) geliştirilebilecek alışkanlıklar var. Biraz bunlardan bahsedesim var bugün. (Günün kitabı, Roman Krznaric’in yazdığı Empathy.)

Deneyimsel maceralar

Başkalarının neyi nasıl deneyimlediğini onlarla birlikte öğrenmek ve empati becerilerimizi geliştirmek için üç yöntem varmış.

  • İçine gömülme / Immersion: Hani aktörlerin canlandırdıkları karakteri anlamak için bütün hayatlarını değiştirdikleri örnekler var ya, öyle şeyler bunlar. Mesela kör bir karakteri canlandıracaksa set dışındaki bütün hayatını da gözleri kapalı geçiren insanlar var aylarca. Yani o kişinin içine gömülüp, onun deneyimini doğrudan yaşamaya çalışmaya dayalı bu yöntem.
  • Keşif / Exploration: Bu yöntemde, deneyimini doğrudan yaşamak için değil, farklı deneyimleri ve insanları kendi bağlamları içinde keşfediyorsun. Belki de en güzel örnek Che’nin motosikletle Latin Amerika gezisi. Halkla doğrudan temas ederek toplumsal gerçeklikle tanışıyor.
  • İşbirliği / Cooperation: Senden farklı insanlarla bir şeyler yaparak da onları tanıyabilirsin. Bunun en güzel örneği, bir felaketin sonunda bir araya gelip sorunlarını çözen insanlar.
    Bunu New York’taki ikiz kule saldırısı sonrasında gözlemlemişler. O kriz anını anlatan insanlar kimin kime nasıl su verdiğini, yarasına merhem sürdüğünü, yoldan geçen birinin abur cubur dağıttığını falan anlatırken mutlu oluyorlarmış. Trajik bir durum ama bir çeşit bir araya gelme ve dayanışma hissi aslında insanlara insanlıklarını hatırlatıyor. Benzer örnekler deprem ve yangın anlarında Türkiye’de de oluyor sanki.

Toplumsal cinsiyet mesafesini bu deneyimsel maceralarla aşmama imkan yok.

Belki kadınlarla birlikte aktivizm yapınca bir şeyler öğrenebilirim, ama aktivizmden öğrendiklerimden romantik ve seks hayatımı geliştirmeye giden yol uzun.

Sohbet zanaati

Muhabbet açma ve karşındakini dinleme becerisi hepimizde biraz var, bunu bir alışkanlık haline getirerek çeşit çeşit insanlar hakkında birçok şey öğrenebilirmişiz.

Bu da pek uymuyor durumuma. Çünkü denedim ve çuvalladım.

Etrafımdaki kadınlarla öylesine konu açıp nelerin travma tetiklediğini öğrenmek bir mayın tarlası. Öncelikle, kadının bunu konuşmak isteyip istemediğini anlamak zor, ve ısrar ediyor pozisyonda kalmak istemem. İkincisi, bunu konuşmanın kendisi travmayı tetikleyebiliyor. Bunları böyle “olabiliyor” diye anlatıyorum ama yanıltmayayım seni. Bunlar olabildiler, oldular, bizzat benim başıma geldiler. Daha doğrusu, ben bizzat bunu başkalarının başına geldirttim.

Oturduğun yerde geziye çıkmak

Son çaremiz, kimseye bulaşmadan sanat sepete bulaşmak. Tiyatro, sinema, fotoğraf, edebiyat ve internetteki zımbırtılar empatiyi güçlendirebilirler. (Bak sen bu blogu okuyarak erkek cinselliği hakkında benimle empati falan kuruyor olabilirsin mesela.)

Burası sağlam liman.

İlk aklıma gelen, Naomi Alderman’ın The Power romanı oldu. Ama biraz daha düşününce, yıllar önce okuduğum Orhan Kemal’in Tersine Dünya‘sını hatırladım. Konuları birbirine çok uzak değil. Henüz okumadıysan, Tersine Dünya’da erkek ve kadın rolleri değişmiştir ve gündelik hayattan kesitler verilir.

Bu iki kitap arasında iki ciddi fark var. İlki drama, ikincisi komedi. İlkinin yazarı kadın, ikincisininki erkek.

Erkek yazarın konuyu mizah unsuruyla yumuşatması aslında erkeklerin birbirine karşı nazik ve hoşgörülü olmalarının bir sonucu olabilir gibi. Ben ergendim o kitabı okuduğumda. Onlarca yıl geçmiş, hala hatırladığıma göre beğenmişim üstelik. Ama hiç de şahsen bana dokunmadı. Komedinin böyle bir kolaya kaçar yanı var. Sanki seninle ilgili değilmiş gibi bir izlenim uyandırıyor.

Okumanın izlemenin kendisi otomatik olarak empatiyi geliştirmiyor, çünkü o kitapları okuyup o filmleri izlerken hala erkek olarak izliyorum. Yani neyin bana dokunup dokunmayacağına hala ben karar veriyorum.

Neyin nerede ters gittiğini anlamam lazım. Okumaya ve yazmaya devam öyleyse.

Empati seksi bir şey mi?

Empatik misin? Ben değilmişim. Öyle diyorlar. Ben inanmıyorum onların lafına.

Empatiyi iki açıdan anlatıyorlar: başkasının perspektifinden bakmak ve başkasıyla duygudaşlık yaratmak. Perspektif olayında onların bağlamını anlamak, düşünce ve hislerini besleyen geçmiş deneyimleri tahmin etmek gibi şeyler var. Duygudaşlık derken de, onların hissettiklerini senin de derinden hissetmenden bahsediyorum.

Bence bunlar bende var. Ama iki ciddi durumda hiç de empatik olmadım / olmayageldim: bunlardan biri cinsellik, diğeri de açık ilişki konusunda.

Empatik cinsellik

Cinsellikte empati yoksunluğumdan birlikte olduğum hemen herkes şikayet ediyor.

Önce şuradan başlayayım: öküz değilim, partnerimin zevk alması ve tatmin olması baş önceliğim. Bunu böyle söyleyince çok mekanik bir “yapılacaklar listesi”nde üstü çizilecek bir şeymiş gibi oldu. (Bu konuda çok yazdım, onlara bak zamanın olursa.)

Şikayet emek sarf etmememden değil. Şikayet, partnerime zevk vermekten zevk almamam. Yani, soyut olarak eğlenceli bulsam da, rasyonel olarak yapmak istesem de, faaliyetin doğrudan kendisinden zevk almayışım. Parmak da kullansam dil de kullansam partnerimde sanki bir görev yerine getiriyormuşum hissi uyandırıyorum. Öyle olunca da partnerim çabucak orgazm olması gerekiyormuş gibi bir strese giriyor.

Buradaki duygudaşlık eksikliğini görüyor musun? O zevk alıyor, ben o zevkten hiçbir şey anlamıyorum.

Empatik açık ilişki

Açık ilişkide de zevk değil acı ile ilgili aynı şey oluyor bana.

Uzun uzun açık ilişki anlatmayacağım şimdi sana. Özetle, açık ilişkiyi “doğal olarak” kıskançlık duymayan insanların yaşadığı doğru değil. Kıskançlık bir eylem. Bu eylemin altında ıstırap, endişe, kaybetme korkusu duyguları var. Bu duyguları hepimiz yaşıyoruz farklı ölçülerde. Bu duyguların altında da güvenlik, güven duyma ve istikar ihtiyaçları var. İhtiyaçlar karşılanmayınca duygularımız kendilerini eylemlerde dışa vuruyorlar. İhtiyaçlar evrensel, duygular kişiye has, davranışlar ise bizim tercihimiz. Davranışlarımız sırf anlık duygularımızla belirlenmiyorlar.

Ay ne uzun özet oldu. Demem o ki: ben on küsür yıldır açık ilişki yaşıyorum, ve hiç de öyle duygusal olarak kolay bir şey değil. Hepimiz hep güvensiz hissediyoruz. Partnerim başkasıyla çıkınca korkuyorum. Ben çıkınca o korkuyor. Bu diğer insanlarla işler ciddileşince panik oluyoruz. Bunların hepsi oluyor. Ve bunların ciddi bir kısmı geçen yıl oldu benim ilişkimde.

Görüşmeye başladığım bir kişiyle sık görüşür oldum, çok şey paylaşır oldum. Asli partnerim de neler olup bittiğini anlamaya çalışıp bana sorular sordu. Ben bu sorulara düzgünce yanıt veremedim, çünkü yanıtları bilmiyordum ve yanıt vermem gerektiğini hissetmedim. Böylece partnerim çok acı çekti ve ben bunu geçiştirdim.

En çok sevdiğim insanın acısını hissetmedim içimde. Yine duygudaşlık eksikliği bak.

Bu konuları anlamak için Roman Krznaric’in Empathy kitabını okudum.

Neler empatiye engel olur?

Diyor ki, empatiyi engelleyen dört sosyal bariyer varmış: önyargı, otorite, mesafe ve inkar.

Önyargı bildiğin şey.

Otoriteden kasıt mesela polisin emirlere uyması ve böylece kendi davranışıyla bu davranışların sonuçları arasındaki sorumluluğunu görmezden gelmesi.

Mesafeden birçok şey anlaşılabilir: fiziksel mesafe (“ay bana ne Filistin’de ne oluyorsa oluyor”) ve zamansal mesafe (“gelecek nesiller kuraklıktan aç kalacakmışsa ne olmuş yani”), sosyal mesafe (“ekmek alamıyorlarsa pasta yesinler”) empati önünde engel olabilir.

İnkar daha tuhaf: duygudaşlıktan kaçmak değil de, o duygunun o kişide olduğunu toptan reddetmek gibi bir şey. Bu sonuncunun bir sebebi, empati yorgunluğu (her gün onlarca felaket haberi okuyunca bir süre sonra etkilenmemek).

Bu engelleri nasıl aşarız?

Krznaric üç yöntem öneriyor bu engelleri aşmak için:

1. Ötekileştirmeden kaçınıp karşımızdaki kişiyi yeniden insanlaştırmak: onun bireyliğini ve öznelliğini tanımak.

Şöyle sorular sorabilirmişiz kendimize:

  • İnsanların seninle ilgili ne gibi varsayımlar yaptığını düşünüyorsun? Bunlar ne kadar doğru sence?
  • Biriyle ilgili yanlış yargı veya varsayımda bulunduğun üç örnek düşün. Bu hatanın sonuçları ne oldu?
  • Başkalarıyla ilgili ne sıklıkla varsayımda bulunuyorsun? Hangi çeşit insanlarla ilgili varsayımda bulunuyorsun?

2. Karşımızdaki kişiyle paylaştığımız (ve paylaşmadığımız) şeylerin farkına varmak.

Burada “Sana nasıl davranılmasını istiyorsan insanlara öyle davran.” kuralının ötesinde geçip “İnsanlara, kendilerine nasıl davranılmasını istiyorlarsa öyle davran.” kuralını koyuyor.

3. Düşmanımızla empati kurmak.

Bu yöntem, anlama ve yargılama arasındaki mesafeyi açıyor. Karşımızdaki kişiyi anlamak için çaba sarf edebiliriz ve bu sürecin sonunda hala onların ırkçı şakalarını yargılayabiliriz.

Tüm bunlardan bana ne?

Ben partnerimin ne duygusuna ne zevkine kafa yoruyorum.

Bunun sebebi önyargı veya otorite değil.

Biraz inkar var ama daha genel anlamda: ben genel olarak cinselliği pek ciddiye almıyorum ve duyguları da geçiştirmeye meyilliyim. Yani sadece onun duygularıyla ilişkilenmek değil mesele, kendi duygularımı da sallamıyorum genellikle.

Sosyal mesafe açık ara önde geliyor tabii ki açıklamada. Erkek olduğuma göre, cinsellikte de “egemen” taraftayım. Bu bana öyle çok ciddi fırsatlar ve iktidar vermiyor. Ama cinsellikle ilgili hiçbir travmam olmamasını sağlıyor. Cinsellik benim için konulardan bir konu. Duygularda da durum aynı: neredeyse hiç duygusal emek sarf etmem gerekmiyor sosyalleşirken.

Böyle olunca bu kitabın önerdiği yöntemler işe yaramıyorlar. Mesele karşımdaki kişiyi ötekileştirmem değil, bencillik de değil. Mesele yapısal ve de toplumsal.

Bunlarla ilgili ne yapabileceğimi merak ettim şimdi bak. Feminist devrim olsa güzel olur, ama onu yapana kadar ben ne yapabilirim?

İlişkiyi açınca içeri doluşanlar: empati, duygusal emek ve diğer karın ağrıları

On beş yıldır ilişkilerim hep açık ilişki. Ama açık ilişkiden anladığım ve yaşadığım tabii ki zamanla değişti. Bunun yanı sıra, tabii ki “açık ilişki” diye genel-geçer bir kategori yok: her insanla yaşadığın şeyler, o insandan beklediklerin, o insanın senden bekledikleri falan değişiyor, dolayısıyla da açık ilişkinin tanımı pek de açık olamıyor.

Son açıklıkta ortalık karıştı. Yani daha doğrusu, ben berbat ettim işleri.

Geçen yıl görüşmeye başladığım yeni kişinin hayatıma yavaşça girmesi mümkün değildi. Bir yandan acayip bir çekim oluştu aramızda. Bir yandan da ortak ortamlarda bulunduğumuz için çokça birlikte zaman geçiriyorduk zaten. Böylece hayatıma girişi çok hızlı oldu. Normalde ben böyle şeylerde pek yavaşımdır. Ne kendi hislerimi anlarım, ne ne istediğimi ifade edebilirim, ne de karşımdakini anlarım. Tüm bunlar bir dünya duygusal emek gerektiren şeyler, benimse işim gücüm var bununla mı uğraşacağım yani?

Kriz şöyle ortaya çıktı: Birlikte yaşadığım uzun süreli partnerim olan kişi, bu yeni insanın ilişkimizi riske attığını hissetti. Yani zamanla yeni kişinin onun yerini alacağından korktu. Ben bu korkusunu pek paylaşmadım açıkçası, çünkü ben kiminle birlikte yaşamak istediğimi biliyorum bence. Aylarca, bu yeni ilişkinin bizim için ne anlama geldiğini konuştuk, ve ben pek de netlik getiremedim hislerime.

Eğer internette açık ilişkiler, çok-aşklılık gibi konularda bir şeyler okuduysan, hep bir “bolluk” rejiminden bahsederler. Sevginin peynir olmadığını, yani öyle bölüp paylaştırılınca biten sınırlı bir şey olmadığını söylerler. Birçok insanı birçok farklı şekillerde sevdiğimizi falan anlatırlar. Bunların hepsi doğru muhtemelen, ama kıt olan şeyleri görmezden gelince işler kolaylaşmıyor kendiliğinden. Zamanımız sınırlı. Mekanımız sınırlı. Enerjimiz sınırlı. Libidomuz sınırlı. Duygusal emek kapasitemiz sınırlı. Ay hele benimki hiç sorma.

İşte ben bu yeni ilişkiden ne istediğimi ve bu yeni ilişkinin nereye doğru gittiğini netleştiremedim. Bir yandan tabii ki çok nepnet olmam mümkün değildi çünkü keşif ve merak aşamasındaydım. Ama aynı zamanda paldır küldür başlayan heyecanlı bir ilişki esnasında asıl partnerime güven veremedim.

Böylece işte aylarca partnerim acı çekti, bense “ay aman kıskançlık ediyor” demediysem de “abartıyor canım bir şey olduğu yok” deyip geçiştirdim. Yani onun acısını hissetmedim ve meşru bulmadım. Bu ayların sonunda da “e sen benim canım acıdığında yanımda olmayacaksan sevgi dediğin ne ki?” dedi bana. Yani, benim sevgi dediğim şeyde empatik bir motivasyon olmadığını fark ettik. Sonrasında haftalarca bunu konuştuk.

Empati çok mu lazım? Bende az mı var?

Bu empati olayı önemli mi değil mi bilemiyorum, ama eğer ortada “Kadınların beyni erkeklerinkinden daha empatik.” diyen makaleler ve kitaplar varsa, muhtemelen toplumsal cinsiyet olayları devreye giriyordur. Duygusal emeği kadının erkekten “doğası gereği” daha iyi yaptığını söylemek tabii ki çok rahatlatıcı olurdu benim için. Böylece bu meseleyle uğraşmam gerekmezdi. Ama bunu diyecek olsam zaten bu bloğu da hiç açmazdım.

Konuya girelim. En az iki tür empati varmışmış.

Bilişsel (cognitive) empati, karşındakinin bakış açısını benimsemekle ilgili. Karşındakinin geçmişini ve bağlamını göz önünde bulundurarak, onun söylediği veya hissettiği şeyleri tahmin etmekle ilgili. Mesela bembeyaz bir Türk olsan bile, Kürdistan’dan bir arkadaşın Türkiye devleti hakkında konuştuğunda onun ev yıkan kardeş öldüren bir makineden bahsettiğini anlayabilirsin.

Duygusal (affective / emotional) empati, karşındakinin duygusal tepkisini paylaşmakla ilgili. Bu duygu yansıtması gibi, yani karşımızdakinin duygusunu doğrudan kendimizin hissetmesiyle ilgili. Bunu mesela film izlerken yaşıyoruz: baş karakterin canı acıyınca biz de üzülüyoruz, o korkunca biz de geriliyoruz.

Bence bende bilişsel empati var, çünkü bu stratejik olarak gerekli ve ben toplantılarda falan kullandığımı biliyorum. Karşımdaki kişinin kullandığı kelimeleri, yüz ifadesini, beden dilini anlayabiliyor, buna karşılık onu dilediğim şekilde etkileyecek sözcükleri, yüz ifadesini ve beden dilini kullanabiliyorum. (Uç örnek olsun: psikopatlarda tam da bilişsel olup duygusal olmayan empatiden bahsediliyor.)

Partnerimin canı acıyınca bunun bana dokunmadığından bahsetmiştim. Yani acaba bende duygusal empati mi eksik?

Bu da çok mantıklı gelmiyor bana, çünkü ben bayağı aktivist falan bir insanım. Başka insanların dertlerini ve acılarını anlamakla kalmıyorum, bu dert ve acılar beni üzüyor, kızdırıyor ve harekete geçiriyor.

Yine de bir fark var sanki.

Filipinler’deki bir fırtınada evini ve sevdiklerini kaybeden insanlarla empati kurabiliyorum. Filistin’de bombardımanlar yüzünden artık ev inşa etmekten vazgeçmiş insanlarla empati kurabiliyorum. Ya da en azından teoride empati kuruyorum diyelim. Çünkü ben aslında bu insanların hiçbirini tanımıyorum. Yaptığım şey biraz daha dolambaçlı. Önce bilişsel empatiyle onların bağlamına kendimi koyuyorum, sonra acıyla eşleşiyorum. Yani önce onların perspektifine geçiyorum (ya da işte geçtiğimi varsayıyorum diyelim, ben oturduğum yerden nasıl geçecekmişim onların yerine), sonra bu soyut adımdan sonra onların derdini tanıyorum.

Tanıdığım insanlarla bunu yapmıyorum pek.

Şöyle bir açıklama getirdim buna şimdilik: Aklımda “yüksek değerler” ve “alçak değerler” diye iki kategori var. Yüksek değerler muhtemelen politik, sosyoekonomik, felsefi konularla ilgili. Alçak değerler de muhtemelen kişisel ve kişiler arası konularla ilgili. Eğer bir duyguyu “yüksek” değerlerle ilişkilendiriyorsam, bu duyguyu “meşru” buluyorum ve böylece empatiye layık buluyorum. Eğer bir duyguyu “alçak” değerlerle ilişkilendiriyorsam, muhtemelen bu duyguyu bir çeşit kapris veya ayrıcalık olarak yorumlayıp görmezden geliyorum.

Yüksek değerler ve alçak değerler dediğim bu şeylerin toplumsal cinsiyetle tertemiz ayrıştığını fark ettim. Bir ev kadınının dertleri (ev işlerinden kaynaklanan dertleri) beni ilgilendirmiyor mesela, ama kur krizinden kaynaklı enflasyon beni ilgilendiriyor. COVID-19 kaynaklı ölümler beni ilgilendiriyor, ama bir arkadaşımın teyzesi ölmüşse onun tuttuğu yas bana hiç bulaşmıyor.

Sorunum empati eksikliği, ama bu empati eksikliğinin altında erkek olmam var.

Empatik olmam gerekmemiş pek. Niye gereksin ki? Başkaları bu işleri benim için yapmışlar hep.

Bunlardan bahsedeceğim önümüzdeki haftalarda. Seks, acı, ihanet, pek yakında! Bizden ayrılmayın!

Şey’in hiç de muhteşem olmayan yeniden geri dönüşü

Ne yapsan ne kadar zaman geçse bir türlü yok olmayan solcu örgütlere döndü blog. Ben geri geldim. Yeni hikayelerim var. Hiç de “yoğun istek üzerine” falan değil dönüşüm. Ödevim var, yapmaya geldim.

En son demişim ki “geçmişte taciz ettiğim, rahatsız ettiğim, gereksiz ısrarlarımla gerdiğim vb. en az üç kadınla irtibata geçip yukarıda yazdığım hesap-verebilirlik adımlarını uygulamaya çalışacağım”. Bunu Aralık 2020’de demişim ve kendime 6 ay süre koymuşum. Ben aslında bunu yaptım ve sonra sana anlatmaya üşendim çünkü hiç de görkemli olmayan bir şekilde 17 kişilik bir uzun liste yaptım, bunlardan 5’iyle iletişime geçtim (insanın çocukluk/gençlik arkadaşlarını bulması Facebook’ta kolay ama ciddi bir konuyu öylece açamıyor ki insan 20 yıldır konuşmadıysan), 3’üyle oturdum konuştum. Üstelik de 6 aylık mühletin içinde! Bunu sonra anlatırım. Şimdi ödevim başka.

Bak 2021’den beri benim ilişkilerim karıştı karmaşıklaştı. Yeni bir ilişkiye başladım. Bu yeni ilişki ikincillikten birincilliğe geçti, ama birincil ilişkim de birincil kaldı. Yani demem o ki harbiden çok-aşklı bir yerlere geldim ilişkilerimde. Gerçi birincil partnerimin tek birincil ilişkisi ben değildim. Ay bu yazdıklarım anlaşılıyor mu Türkçe yazınca? Diyorum ki: Benim 1 tane asıl partnerim vardı, ama bu kadının 2 tane asıl partneri vardı. Ben yeni bir tali ilişkiye başladım ama bu ilişki hızla asli hale geldi. Böyle deyince daha mı kolay oldu acaba.

Neyse, diyorum ki, çok-aşklı bir durumdaydım öncesinde de, ama aktörden çok gözlemci rolündeydim çünkü çok-aşklı ilişki benim yaptığım değil başıma gelen bir şey gibiydi. Evet her Pazar oturup sonraki haftayı planlıyorduk falan ama yani bu lojistik meseleler dışında beni duygusal emek anlamında zorlayan bir durum yoktu.

Bak dikkat et, “duygusal emek anlamında” zorlamıyordu diyorum. Çünkü duygusal anlamda elbette ki zorluyordu.

Yeni durumda (2 asli partnerimin olduğu durumda yani) artık yalnızca kendi duygularımı değil, başkalarının duygularını da idare etmem gerekti: yaptığım ve yapmadığım ve söylediğim ve söylemediğim şeylerin diğer insanlar üzerinde etkisini tahmin ve tespit etmem, hatta bir de buna göre harekete geçmem gerekti.

Böyle deyince sanki bunları önceden yapmıyormuşum gibi geliyor, değil mi?

Öyle esasında.

Ödev de bu aslında.

Velhasıl kelam, ortalığı ahıra çevirdim ve her iki ilişkimi de yüzüme gözüme bulaştırdım. Şimdi de kararım, duygusal emek ve duygusal zeka hakkında düşünmek ve kendimi geliştirmek. Bu “kendini geliştirmek” lafının ne kadar manasız olduğunu bildiğimden, bu soyut hedefi somut bir ödeve dönüştürüp düşündüklerimi buraya yazmaya karar verdim.

Daha fazla spoiler yapmak istemiyorum (hem, diğer yazılara da malzeme kalsın, değil mi ama?) ama herhalde bu yukarıdaki girizgahta ataerkil kültürü görmekte zorlanmıyorsundur. Ben zorlandım önce… sonra daha az zorlanır oldum ama hala kolay değil. Diyeceğim o ki: merak etme, oturup burada şahsi sorunlarım hakkında günlük tutmayacağım, blog hala düz erkek cinselliği hakkında olacak.

Yeniden hoşgeldin ve hoşgeldim.

Evet, tüm erkekler! #YesAllMen

Ben bu konuda yazmıştım daha önce, ama şimdi yazdıklarımı tekrar okumak ve üstüne başka bir şeyler koymak ihtiyacı hissettim.

Önce nerede kaldığımızı hatırlatayım. İki sene önce #MeToo hareketiyle ilgili olarak şöyle şeyler yazmışım:

Yani, #NotAllMen diyenlere verilecek feminist yanıt “Konu ataerkil sistem ve bu sistemin yarattığı meşruluk zemini.” vb. söylemler yerine doğrudan #YesAllMen olabilir mi?

Hepimizi, tüm erkekleri korkutacak bir dalga mı bu?

Benim yanıtım, evet.

Nasıl ki tüm kadınlar şu veya bu şekilde cinsel saldırıya maruz kalmışlarsa, tüm erkekler de şu veya bu şekilde bir kadının rıza göstermediği cinsellik içeren davranışlarda bulundular. İnsanı şok edecek kadar çoğumuz kadınlara tecavüz ettik. Birçoğumuz kadınları sokakta veya iş yerlerinde (veya otobüste) taciz ettik. Bazılarımız bunu yaptığında ergendi, kimimiz hala yapıyor. Daha medeni olanlarımız, bu gibi cinsel zorlamaları yalnızca kendi partnerlerimize uyguladık. Açık ve net bir rıza ifadesi yokken, varmış gibi davrandık.

Tek tek bakıldığında belki sen ben travmatik bir deneyim yaşatmadık kimseye. Ama o kadın seni de beni de hatırlıyor. Çünkü yaptığımız şey diğer yaşadıklarıyla birlikte yığılarak yarattı #MeToo’nun açığa çıkarttığı sosyal travmayı. Ve çünkü muhtemelen sana bana daha çok güveniyordu o kadın ve bu yüzden kafasında yer etti o yaptığın, yaptığım.

Hepimizi hatırlıyorlar.

Peki ne olacak?

Şanslı olanlarımız, stratejik sebeplerle affedilecekler. Yani, kadınlar, sırf başka hedeflere saldırmanın daha etkili olacağını düşündükleri için bizim yaptıklarımızı sümen altı edecekler.

Çok şanslı olanlarımız gerçekten affedilecekler. Belki değişmiş olduğumuzu gördükleri için, belki zamanla onlara insan gibi (“kadın gibi” değil yani) davrandığımız için, ve eğer yaptığımız çok derin bir iz bırakmamışsa, yeni bizi teşvik etmek adına eski defterleri kapatacaklar.

Çok çok şanslı olanlarımızla ise kadınlar gelip konuşacaklar. Yapmış olduğumuz şeyi ve onlara nasıl bir etki bıraktığını doğrudan bize anlatacaklar. Belki birlikte, bu noktadan sonra durumu telafi etmek ve o kadına saygı duyduğumuzu göstermek için ne yapabileceğimizi konuşacağız. Yani af falan değil, adil bir barış yapacağız.

Şans dediğime bakma. Bu kadınların bizimle nasıl ve ne zaman hesaplaşacakları, büyük ölçüde, bizim şu anda ve bugünden itibaren ne yaptığımıza bağlı.

Hiçbir erkek muaf değil bu dersten.

#YesAllMen

Şimdi yeni bir yazı yazmamın sebebi şu.

8 Aralık 2020’de Twitter’da Hasan Ali Toptaş’la ilgili birçok cinsel taciz suçlaması ortaya atıldı. Toptaş bu iddiaları reddetmedi, yalnızca 9 Aralık’ta üç cümlelik bir özür mesajı yayınladı. 10 Aralık’ta Everest Yayınları Toptaş’la ilişkilerini kestiklerini açıkladı. Bu arada sanırım TRT 2 de bir yayınını mı kaldırmış, bir şeyler olmuş.

Kadınların söylediklerinin doğruyu yansıttığını (yani mesela, taciz meselesinin yalnızca Twitter’da ses çıkaran 20 kadınla sınırlı olduğunu) varsayarak devam edeceğim.

Hasan Ali Toptaş, 62 yaşında, görece sosyal iktidar ve ayrıcalık sahibi bir adam. Muhtemelen birçoğumuzdan daha çok ve daha rahat cinsel tacizde bulunmuştur. (Öte yandan, muhtemelen aramızdaki en çürük yumurta olmadığı da kesin.)

Şimdi yukarıda ilk yazdıklarıma dönelim.

İddiam, erkek olarak yetiştirilmiş hepimizin, fırsatını bulduğumuz ölçüde, kadınlara “hadlerini bildiren” veya “hak ettikleri” ve muhtemelen “amaan amma da abarttıkları” bir şeyler yapmış olduğumuz.

Bu cümledeki “hepimizin” sözcüğü önemli.

Hasan Ali Toptaş’ın iki günde tüm kariyerini çöpe atan süreci, tacize uğramış kadınlar için bir şifa oldu mu? Veya, bu süreç diğer erkekleri “adam” etmeye yaradı mı?

Şunu demek istiyorum aslında: Eğer sezgilerim doğruysa ve hepimiz, tüm erkekler, geçmişimizin bir yerinden bu ipe bağlıysak, o zaman Toptaş’ı veya türevlerini yalıtarak yalnızca iyi erkeklerden oluşan, kadınların rahat edebilecekleri bir toplum kurmamız mümkün olmayacak.

Kadınların rahat edebilecekleri tek toplum, erkeksiz bir toplum olabilecek (ki muhtemelen kadınların da bir kısmı yine diğer kadınları rahat bırakmayacaklar). Buna teorik bir itirazım yok. Stratejik olarak, daha gerçekçi bir senaryoya oynamalıyız gibime geliyor sadece.

Kadınların talep ettiği adaletin cezalandırıcı (punitive) değil dönüştürücü adalet (transformative justice) olmasını sağlamamız lazım.

Kadınlar bu adaletin inşa edilmesi için hali hazırda olağanüstü çalışıyorlar: travmalarının üstünden atlayıp seslerini yükseltiyor ve diğer erkeklerin karşı saldırılarına kendilerini hedef ediyorlar.

Ama yetmez, yetmiyor. Başka bir şeyler daha gerekiyor. (Merak etme, devlet mevlet demeyeceğim tabii ki şimdi.) Aklıma şunlar geliyor, belki bir başlangıç olarak:

1. Erkeklerin özür dilemeyi öğrenmeleri gerekiyor.

“Üzgünüm. Özür dilerim.” dememiz çok az şey ifade ediyor. Özür dilemenin kendisi, hesap verebilirliğin dört adımından ikincisi.

İlk adım, gerçek bir özdüşünüm (self reflection) sürecinde, somut eylemimizi ve bu eylemin karşımızdaki kişiye olan somut etkisi anlamamız. İkinci adım, özür dileme eyleminin kendisi. Üçüncü adım, hatamızı onarma (ve bunun için, diğer insana danışmamız gerekir). Dördüncü adım, davranış değişikliği.

Birçoğumuzun yaptığı gibi, olayı yalnızca ikinci adıma indirgediğimizde, ne incittiğimiz kişi bize inanıyor, ne Everest Yayınları bize inanıyor, ne de diğer erkekler herhangi bir şey öğreniyorlar.

Sonracığıma, o ikinci adım da, Özür Dileme adımı da beş adımdan oluşuyor. Bunu tane tane yazmak isterim:

  1. “Özür dilerim.”: Bunu açıkça söylemekten kaçınmamamız lazım.
  2. Verdiğin zararın ismini koy: Tam olarak ne yaptığını, davranışını, kendi sözcüklerinle ifade et. Geçiştirme. Tacize taciz de, cinsiyetçiye cinsiyetçi. “Uygunsuz”, “dikkatsiz” gibi sıfatlardan kaçın.
  3. Etkinin ismini koy: Bu tavrın karşındaki insana etkisini açıkça ifade et. Karşındaki insanın duygularını tahmin et. (Yalnızca bu basamağa, yani ikini adımın üçüncü adımına geldiğinde karşındaki insanla gerçek bir bağ kurma ihtimalin oluşuyor.)
  4. Davranışının ismini koy ve sorumluluk al: Ne yaptıysan onu söyle. Ellediysen “Elledim” de. Üzgünsen, burada davranışını açıkça ifade ederek üzgün olduğunu gerçekten gösterebilirsin.
  5. Bir daha zarar vermemeye söz ver: Şimdi, “Bu davranışımın böyle bir etkisi oldu ve şu zarara yol açtı.” demiş olduğuna göre, bu davranışını tekrarlamayacağını söyle.

Özür dileme eylemi, bu adımların tamamlandığı noktada sonlanıyor.

Ama dönüştürücü adalet için, yani karşımızdaki insanın bizi gerçekten affetmesi ihtimali olması ve bizim de bu arada bir şeyler öğrenebilmemiz için, daha hala iki adım daha var.

Üçüncü adım, hatanı onarman. Taciz gibi travmaya yol açabilecek durumlarda onarmak için ne yapman gerektiğini bilemeyebilirsin. Ama şanslıysan etrafındaki insanlar ve çok şanslıysan bizzat incittiğin kadının kendisi sana yardımcı olacaktır. (Eğer etki daha somut ve doğrudansa, mesela senin yüzünden bir kadın kariyerinden olduysa, ona kariyerine dönmesinde yardımcı olabilirsin ve geçmiş iş arkadaşlarıyla konuşarak sorumluluk alabilirsin.)

Dördüncü adım, seni o davranışa iten değerler bütününe bakman ve kendini değiştirmek için bir plan yapman. Birçok durumda, bu planı açıkça ifade etmen gerekebilir: mesela kadınlara erkekler kadar saygı duymadığını fark edebilirsin ve bununla mücadele etmek için okumalar yapmaya karar verebilirsin.

Bu dört adımın tamamını samimiyetle yaptığımızda hakiki bir hesap verebilirlik (accountability) inşa etmeye başlıyoruz.

2. Erkeklerin de #MeToo demeleri gerekiyor.

Kadınlar “barışçıl” yollardan adalet bulabileceklerine inanmıyorlar. Haklılar.

Bu algıyı kırmak için bu olguyu kırmak gerekiyor.

Fark ettiysen, konuyu hep kadınlar açıyor. Erkekler savunmaya (veya hödüklerse karşı saldırıya) geçiyorlar. Bunu değiştirmemiz lazım.

Daha çok erkeğin, kimse bir şey sormadan konuyu açması, “Ben böyle böyle şeyler yaptım ve bunun şöyle şöyle etkileri oldu, üzgünüm, bunu tekrar etmemeye ve kendimi şunu şunu yaparak değiştirmeye karar verdim.” demeleri gerekiyor.

Tabii ki bunu Twitter’dan falan yapmana gerek yok. İlla ki öyle yapacaksan kadınların ismini vermen tabii ki saçma olur (ama hiç isim vermeyince de kaçak oynama sayılır belki). Belki yediğin haltları hatırlayınca, incittiğin kadınlarla doğrudan iletişim kurup özür dilemeyi seçebilirsin.

Adaleti, kadınların şikayetçi olduğu erkeklere saldırarak kuramayacağız. Çünkü gün gelecek sıra bize gelecek ve bunu hepimiz derinden hissediyoruz. Adaleti, kendimizle hesaplaşarak kurmaya başlayacağız.

3. Erkeklerin, kadınları meşgul etmeden bir adalet kurmaları gerekiyor.

Dedim ya adaleti kendimizle hesaplaşarak kuracağız diye, buradan “adalet içimizde” anlamı çıkmasın. Kişisel düzeyde bir şeyden bahsetmiyorum. Kişisel etkisi olabilse de, erkekler kolektifi açısından konuşuyorum.

Feminizm müttefiki erkeklerin taciz mağduru kadınlarla dayanışması iyi hoş. Ama yetmiyor. Sınıfımıza ihanet etmemiz, kadınların seslerini çıkarmadıkları durumlarda bile erkeklere karşı harekete geçmemiz gerekiyor.

Kadınlar bize ne yapmamız gerektiğini söylediler, üstelik dillerinde tüy bitti anlata anlata. Neler yapmamız gerektiğini biliyoruz. Bunları yalnızca kadınlar söylediklerinde yapmamız, sorumluluğu hep onlara devretmemiz anlamına geliyor. Böyle giderse, güven inşa edemeyeceğiz.

Emir ve direktif almayı öğrenmemiz lazım acilen. Emirleri teyit etmemiz lazım başına buyruk hareket etmemek için. Kadınları dinlememiz lazım. Ve her bir özel durumda, duruma muhatap kadını da dinlememiz lazım. Ancak erkeklere karşı eyleme geçmek için her seferinde kadınları beklersek, biz eli yüzü düzgün bir toplum kurana kadar deniz suyu seviyeleri on yirmi metre yükselecek geriye pek bir uygarlık kalmayacak.

Bu üçüncü maddedeki nüans açık mı emin değilim. Demek istediğim şu: Kadınların politik veya sosyal faaliyeti, ortamdaki erkeklerle mücadele etmek gibi bir ara basamaktan geçiyor hep. Bu erkeklerle erkeklerin de mücadele etmesi lazım ki diğer faaliyetteki görevleri eşit pay edebilelim. Bunun için, taciz konusunda erkeklerin proaktif bir rol üstlenmeleri, kendilerine ve etrafındaki erkeklere hesap sormaları gerekiyor. Böyle bir şeyler yani… Yoksa, feminizmi erkekler inşa edecekmiş gibi bir anlam çıkmasın lütfen.

4. Erkeklerin fırsatları kaçırmaması lazım.

Hasan Ali Toptaş olayı faydalı olabilir. Ama bunun için, Hasan Ali Toptaş hakkında konuşmayı bırakmamız gerek. Nitekim kadınlar tam da bunu yaptılar ve adını bile duymadığım başka yazarları da denkleme eklediler. Ama erkekler hala yalnızca listedeki erkekleri konuşuyorlar.

Ben, sayfayı çevirmeye karar verdim.

Bu blogun anonimliğini riske atarak (ki kendi cinselliğimle ilgili ne çok utanç verici şey yazmış olmama rağmen hem de, bak!) geçmişte taciz ettiğim, rahatsız ettiğim, gereksiz ısrarlarımla gerdiğim vb. en az üç kadınla irtibata geçip yukarıda yazdığım hesap-verebilirlik adımlarını uygulamaya çalışacağım.

Muhtemelen başarısız bir girişim olacak. Özürden çok bahane olacak. Tıka basa “o kişi geçmişte kaldı” ile dolu olacak. Böyle böyle öğreneceğim, öğreneceksem.

Zaman alacak bunu yapmam. Çok düşünmem gerekiyor öncesinde. Aylar alacak. Ama önümüzdeki altı ay içinde gerçekleşecek. (Bak teslim tarihi de koydum kendime.) Sonra da gelip burada sana rapor vereceğim.

Bir Değişik Uyuzböceği

Herkese yeniden merhaba. Buraya ilk yazımı gönderdiğim günü hatırladım. Kendimi ve cinselliğimi keşfederken bunları bir yandan paylaşabilmeyi çok istemiştim. Ne yazık ki zararlı ilişkiler ve olumsuzluklar yaşadıklarımı adım adım anlatmama engel oldu, fakat paylaşma isteğim azalmış değil ve bir önceki görüşmemizden bu yana yaşadıklarımı aktarmaya hazırım.

Son yazımda aşk benzeri bir duygu hissettiğimden bahsetmiştim. Duygularımın tek taraflı olduğunu öğrendim, peşinden bir süre daha gittiğim halde işin sonunda birbirine kırgın iki arkadaş olarak kalıverdik ve benim sevgi temelli ilişkiler kurma kararım geçerliliğini yitirdi. O saatten sonra bir tane daha tek seferlik ilişkim oldu. Ancak paranoyalarım geçmediği gibi daha da artıyordu ve ben artık bu döngü içerisinde boğulmak üzereydim. Aksiyon halindeyken sorun yoktu ancak sonrası benim için bir kabusa dönüşüyordu yine de o kadar uzun zamandır bu şekilde hareket ediyordum ki kendime engel olamıyordum.

O noktadan itibaren “Sonrasında nasıl hissedeceğim?” sorusuyla ilerleme kararı aldım. Bir gün yine biriyle çok yakınlaştığımızda kendime bu soruyu yönelttim ve midemde başlayan bulantıyla birlikte giyinip evden çıktım. Bu kadar yaklaşmışken kendimi kontrol edebilmenin bana düşündürdüğü tek şey kendimle gurur duyuyor olduğumdu.

O günden sonra hayatımda bir şeyler gerçekten değişmeye başladı. Anlık hevesler için kalbini kırdığım ve yüzüstü bıraktığım iki kişi vardı. İkisiyle de konuşup geldiğim noktayı anlattım ve af diledim. İkisinin de verdiği ortak bir yanıt vardı: “Önemli olan bu kararı aldıktan sonra aynı şeyleri tekrarlamaman, bundan öncesi artık sadece seni ilgilendirir.”

Ferahlamıştım ancak bu durum çok uzun sürmedi. Epeyce alkol aldığımız bir gün, daha önce hiç görmediğim biriyle birlikte oldum. Aşağı yukarı altı aydır değişmek istediğimi söyleyip duruyordum ve ilk kez bu kadar yol almışken yaşadığım bu şey beni oldukça geri çekmişti. Ama bu sefer kendimi bırakmadım. Senin özün bu, ne kadar istesen de değiştiremezsin psikolojisinden kaçtım. Ve kararımı kaldığım yerden uygulamaya devam ettim. O gün benimle olan ve benzer şeyler yaşayan arkadaşlarım da bu süreçte beni yalnız bırakmadı. Konu üstüne konuştuk ve daha sonra hiç yaşanmamış gibi davranmaya karar verdik. Bu biraz kendini kandırmak gibiydi ama bu şekilde birkaç hafta içinde olumsuz etkiden kurtulabildim.

Bir şeylerin değişmekte olduğuna gerçekten inandığımda kendime şunu söylemeye başladım: “Evet, yaptığım her şeyden gurur duymuyorum ama en azından yaşadığım bu deneyimler bende kalıcı bir iz bırakmadı.” Psikolojik boyutla mücadele edebiliyordum ama size daha önce bahsettiğim paranoyalarım asıl kaynağı hastalıklar ve gebelikti. Kendime sağlıklı olduğumu söyleyişimin bir teselliden çok ‘gerçek’ olduğunu bilmeye ihtiyacım vardı bu nedenle gidip gereken testleri yaptırma kararı aldım.

Titreye titreye doktora gidişimin üstünden beş gün geçmişti ki sonuçlarımın çıktığını söyleyen bir telefon aldım. Kan tahlilinden bakılan hepatitler ve HIV negatifti ancak smear testinde bir bozukluk çıkmıştı. Doktorun söylediği üzere HPV benzeri bir virüs sebebiyle rahim ağzında bir hücrenin çekirdeğinde deformasyon görülmüştü. Hastaneye gidip koloskopi olmam ve düzenli kontrolü gerekiyordu. Koşarak annemin çalıştığı hastaneye gittim. Durumu anlattım. Annem test sonucunu alıp beni eve gönderdi.

İki saat sonra arayıp doktorla konuştuğunu, rahim ağzında enfeksiyon kaynaklı bir yara oluştuğunu ve bir yıl sonra testin tekrarlanıp çıkan sonuca göre hareket edileceğini söyledi. Bundan sonra tek eşli olmalı ve uzun bir süre hiç birliktelik yaşamamalıydım. Çünkü yaranın iyileşmemesi durumunda kanserli hücre oluşumu gözlenebilirdi.

Hissettiğim tek şey rahatlamaydı arkadaşlar. Kendimi kandırmıyordum artık. Gerçekten olumsuz bir durum vardı ama ben artık bu konuda bilinçliydim ve paranoyalarım sayesinde bunu, bana gerçekten zarar vermeden öğrenmiştim.

Sağlıklı kalmanız dileğiyle…

-uyuzböceği