Monthly Archives: June 2022

Duyguların senin mi benim mi?

Empati hakkında okuyorum ve düşünüyorum bir zamandır. Bir şey fark ettim kafamı karıştıran. Empatik bir insan olmadığımı falan söylüyorum ya, aslında bunun ardında yatan bir tuhaflık var. Bu yazıda önceki yazılarıma çok referans vereceğim. Artistlik olsun diye değil, yazıyı kısa tutmak için yapıyorum bunu. İdare et bu seferlik.

Duygularım

Şöyle bir duygular listesi var: “kızgınlık” (anger), “üzüntü” (sadness), “mutluluk” (happiness), “korku” (fear), “kıskanma ve imrenme” (jealousy and envy), “utanç ve suç” (shame and guilt) ve “intihara yönelim” (suicidal urge).

Bu duygular hissedene bir mesaj veriyorlar. Bir şey yapmasını istiyorlar. O şeyi yapınca, duygular ricat ediyorlar. Bu duygularla eylemlerin eşleşmiş listesi de şurada.

Eylemlerim

Bir duygu yaşadığımızda, şu adımları izlememiz gerekiyormuş:

uyarı/dürtü -> duygu -> his (duyguya isim vermek)
-> hissin dürtüye uygun olup olmadığını kontrol etmek
-> eylem veya eyleme geçmemeye karar vermek

Böylece doğru eyleme geçersek duygular geri çekileceklermiş.

Empatinin 6 yüzü

Şöyle bir liste var empati kurmakla ilgili:

1. Duygu bulaşması (emotion contagion): Bir başkasında bir duygunun belirdiği veya senden bir duygu beklendiği hissi.

2. Empatik isabetlilik (empathic accuracy): Kendinde ve başkalarında duygusal hal, düşünce ve niyetleri doğru tespit edebilme yeteneği.

3. Duygu ayarı (emotion regulation): Kendi duygularını anlama, regüle etme ve onlar üzerinde çalışma becerisi.

4. Bakış açısı alma (perspective taking)

5. Başkaları için endişelenme (concern for others)

6. Kavrayışlı ilişkiye geçme (perceptive engagement): Empatine dayanarak kavrayışlı kararlar alma ve karşındaki kişinin ihtiyaç duyduğu şekilde harekete geçme (veya geçmeme) yeteneği.

Bu altı açıdan bakıyorsun empati becerine.

Senin duyguların, benim eylemlerim

Şimdi bu üç şeyi birleştirelim. Duygu, eylem, empati.

Empati süreci demek ki kabaca şöyle işlemeli: Biri bir şey hissedecek, sonra onu ben hissedeceğim bulaşma yoluyla, sonra o duyguyu ayarında tutup doğru eylemi bulacağım, o eyleme geçeceğim.

Ama arada tuhaf bir adım var. Bir çeşit, duyguyu onaylama adımı. Bu kontrol adımı yüzünden empati kuramıyorum çoğunlukla.

Bir şey oluyor, sonra biri bir şey hissediyor, ben bu kişinin bu hissini anlıyorum, ama sonra o hissin bu duruma kıyasla abartılı olduğuna karar veriyorum ve o kişinin beklediği aciliyet veya kararlılıkla eyleme geçmiyorum.

Bak mesela, arkadaşımın iş yerinde bir sıkıntı oluyor ve sinirleniyor. Ciddiye alınmadığı veya haksızlığa uğradığı için öfkeleniyor. Sonra günlerce uyuyamıyor. Bu insanın düzgün bir işi, sabit bir geliri var, evi sevgilisi var, tatil planları var, sağlığı yerinde. Filistin’de veya Yemen’de yaşamıyor tabii ki, ama mesela Kürdistan’da veya kendi şehrinin bile gecekondu mahallesinde yaşamıyor. Bu şartlar altında, haksızlığa kızmasını anlıyorum, ama biraz da göreceli bakmak lazım. Öyle uyku tutmayacak kadar ciddi bir şey olamaz bu. O kadar yoğun bir tepki vermesini anlıyorum ama kabul edemiyorum. Dolayısıyla da onun ihtiyacı olan duygusal desteği veremiyorum. Duygusal destek verebilirim, ama bütün enerjimi ona yöneltmemi beklemesi bana saçma geliyor.

Empatinin hangi adımında çuvallıyorum?

Onun bakış açısından baktığımda (perspective taking) aslında kendi bakış açıma geri mi dönüyorum? Yoksa bu ayrıcalıklı konumu yüzünden bu kişi için aslında pek de endişenmiyor muyum (concern for others)?

Aslında ortada başka bir sorun daha var: Duygu benim değil ki, o kişinin. Dolayısıyla eyleme geçmesi gereken o. Peki ben ne yapabilirim? Onun duygusuna eşlik mi etmeliyim, yoksa onun eyleme geçmesi için ona yardım mı etmeliyim, veya onun ihtiyaç duyduğu eylemi ikamet edecek bir şey mi yapmalıyım?

Bu soru öyle çok da bariz değil. Karşımdaki insanın beklentilerini ve benimle olan ilişkisini yanlış tahmin edebilirim.

Nasıl yapacağımı hiç bilemedim. Yani bu kendi duygularımın yönetimiyle ilgili kısımla, başkalarının duygularının bana etkisi hakkındaki kısım birbiriyle nasıl konuşuyorlar? Birinden diğerine nasıl geçmem gerekiyor empati olaylarını doğru yapabilmek için? Empatik olmadığımda, tam olarak hangi kısmı yanlış yapıyorum?

Biraz daha düşüneceğim bu meseleleri. Aklıma başka bir şey gelirse söylerim sana da.

Duygu yönetimi

Duygular, eylem gerektiren nörolojik programlar. Duygunun gerektirdiği eylemi gerçekleştirirsen, duygular geri çekiliyorlar.

Bunu söylerken fark edebileceğin gibi, uygun eylemi bulabilmemiz için, duygumuzu doğru tespit etmemiz gerekiyor. Dolayısıyla, duyguyla hissi ayırmamız gerekiyor. Türkçe’de bu ayrım çok saçma, o yüzden İngilizce’de ne kast ettiğimi söyleyeyim (bu meseleleri İngilizce kitaplarda okudum ve Türkçe çeviriler de pek dandikler açıkçası). Duygu = emotion. His = feeling. His, kendini nasıl hissettiğinle ilgili, yani bizzat senin zihinsel erişimin olan bir şey. “Kendimi x hissediyorum.” diyebilirsin. Duygu (emotion) ise dil-öncesi, daha hayvansal bir özelliğimiz. Tüm hayvanlar bir tehdit altında olduklarında korkuyorlar (duygu). Yani demek ki şöyle bir şey yapmamız gerekiyor:

duygu -> his (duyguya isim vermek) -> eylem

Tabii burada duygu sanki kendiliğinden ortaya çıkıyormuş gibi görünüyor, oysa duygular bizim dış dünyadan gelen etkilere verdiğimiz bir tepki. O yüzden belki şöylesi daha doğru:

uyarı/dürtü -> duygu -> his (duyguya isim vermek) -> eylem

Ama bu da tam doğru değil, çünkü sanki duygularımızı hiç de yönetmemiz gerekmiyormuş gibi, illa ki her duygumuzu ilk halleriyle kabul edip eyleme geçmemiz lazımmış gibi bir izlenim yaratıyor. Oysa bu yanlış. İki örnekle açıklayayım.

Bir patlamanın yaşandığı bir ortamda bulundun diyelim. (Mesela IŞİD’in Ankara’daki barış yürüyüşüne yaptığı bombalı saldırıya tanıklık etmiş olabilirsin.) Bu sende travma yaratacaktır. Patlamayı ölümle, arkadaşlarının yaralanmasıyla, terörle ilişkilendirecek beynin. Dolayısıyla evde rüzgar yüzünden kapı çarptığında ilk tepkin yoğun bir korku olacak. Bu korkuya uygun tepki, koşarak ortamdan uzaklaşmak. Ama bu duygu doğru duygu değil. Kapıyı duyduğunda çok şaşırsan da, bunu tetiklediği duyguyu sorgulayabilirsin ve belki de doğru duygunun panik değil irkilme olması gerektiğine karar verebilir, bu yüzden de koşarak kaçmamayı tercih edebilirsin.

İkinci örneğim Will Smith’in Oscar törenindeki saçmalığı. Çok öfkeleniyor, çünkü şahsi sınırlarının aşıldığını hissediyor. Ama bu öfkesinin ifade edilebileceği bir ortamda değil. (Mesela evde olsa tuvalete kapabilir veya kafasını bir yastığa gömüp bağırabilir.) Burada, öfke duygusunu utanç duygusuyla maskeleyip başına öne eğebilirdi. Bu duyguyu sorgulamadığı için, bula bula şiddetle sınırlarını yeniden kurmayı deniyor.

Bu iki örnek tabii ki birbirinden çok farklı. Biri kişinin geçmişi ve tetiklenen travmalarla ilgili, diğeri sosyal ortamla ve bu ortamın izin verdiği normlarla ilgili.

Sonuçta, aslında belki de algoritmamız şöyle olmalı:

uyarı/dürtü -> duygu -> his (duyguya isim vermek)
-> hissin dürtüye uygun olup olmadığını kontrol etmek
-> eylem veya eyleme geçmemeye karar vermek

Bunları Karla McLaren’in Art of Empathy kitabından öğrendim.

Bu adımları takip etmek için faydalı olabilecek üç şey daha var kitapta. Birincisi ilk adımla ilgili, yani duygulara doğru isim vermekle ilgili: Duygusal söz dağarcığı. İkincisi, duygularını ayarlama becerisi. Bu bir bakıma amigdala etkinliğini azaltıp, duyguların sağlıklı biçimde zihinsel süreçlerden geçirilebilmesi ve duygular altında ezilmemekle ilgili. Üçüncüsü de son adımla ilgili, yani doğru eylemi bulmakla: Duygular ve Eylemler.

Bu yazıyı burada bırakacağım. Bunları okurken tuhaf bir şey fark ettim ve yeni bir yazı fikri geldi aklıma. Sonraki yazıya bak.

Bahar geldi, hala libidom düşük.

Nasıl olacak da olacak?

Kışın hadi havalar soğuk, kat kat giyiniyoruz. Dışarıda olsan paltolu kadının çekici bir yeri olsa da göremezsin, ev de soğuk zaten öyle ten tene dokunmak pek mümkün değil. Kışın libidom düşük oluyor genellikle, ona tamam.

Yazın da öyle sıcak oluyor ki bazen, sevişip bir de bu yüzden terlemeye üşeniyorum. Üstelik bir de sevişirken iyicene ısınıyoruz, hava zaten 35 derece, iyice bunaltıcı oluyor.

Ama bahar? Bahar gelince benim libidom normalde tavan yapar. Alçak tavanlı bir cinselliğim olduğunu kabul etsem de, yine de bir kış gibi olmaması lazım durumların. Cidden kaygılandım bak kendi hakkımda şimdi. Belki geçici bir şeydir, belki havaların ısınmalı soğumalı dalgalanması kafamı karıştırmış olabilir. Ama ya bu bir cinsellikten soğuma belirtisiyse? Ve hatta daha genel bir depresyon yolundaysam? Ay bir bu eksikti dert edilecek.

Bak bunları seninle paylaşıyorum, çünkü bu blog da sanki bu duruma katkıda bulunmış olabilir. Ergenlikte, porno ve arkadaşlar sağ olsunlar, seks benim başkalarına yaptığım şeylerden ibaretti. Mastürbasyon yaparken de genellikle bu açıdan, yeni benim hayal ettiğim (ve çoğunlukla tanıdığım bildiğim) o kadına neler yaptığımı gözümün önüne getirirdim.

Sonra biraz daha adam oldum, gerçek hayatta da cinsellik yaşadım az çok. Pek daha sonra, üniversitenin ortalarına doğru muhtemelen, duruma ayar gibi oldum. Bu konuyu düşünürken blogda da yazdım aklımdan geçenleri. Zamanla, seks, benim bir başkasıyla beraber yaptığım bir etkinlik olmaya başladı.

Bundan öyle kayda değer bir feminizm falan çıkmaz bence, ama şundan eminim: kadını nesneleştirmediğinde, cinsellik hem daha derin bir şey oluyor, hem de daha çok emek istiyor.

Libidoyla ilgili sorum biraz da bu: Böyle bir derinliğe ihtiyacım var mı? Ve bu kadar duygusal emek vermek istiyor muyum?

Derinliğe ihtiyacım var, ama cinsellik yoluyla sağlanması gerekmeyebilir. Zaten bir dünya performans kompleksim var. Derin ve sağlam bir ilişkiyi başka şekilde de kurabilirim. Duygusal emek hakkında da iki aydır yazıyorum (bak önceki yazılara dilersen), özetle: zahmetli bir şey ve çoğunlukla kadınların erkekler adına da yaptıkları bir şey – yani benim için ekstra zor: hem yapmayı öğrenmek zahmeti var, hem de sonra emeğin kendisi var. Kim uğraşacak bunlarla? Hadi diyelim ki uğraşacağım, niye bunu seks gibi kaygan bir zeminde yapayım?

Ayrıca benim libidom hep de düşük olmuştur. Hiçbir partnerimin cinsellik talebini karşılayabildiğimi hatırlamıyorum – üstelik burada niteliği görmezden gelsek de, nicelik olarak bile arz talep dengesi kurulmamıştır hiç.

Sorularım çok genel, ve de yanıtım yok. Hayattan mı soğudum? Cinsellikten mi soğudum? Uğraşasım mı yok? COVID-19’un bir yan etkisi olabilir mi? (Yani, virüsün fizyolojik etkisi olabileceği gibi, aylarca evde kalmanın psikolojik etkisi de olabilir.) Yeni bir partnerim olsa durum değişir mi? Reddedilmekten sıkıldım da içime mi kapandım? Geçici bir durum mu, kalıcı mı?

Acaba başka erkekler de benzer şeyler yaşıyorlar mı? Yaşıyorlarsa, nasıl tepki veriyorlar? Ne yapıyorlar konuyla ilgili?

Sado-mazo güven

Blogun ilk aylarında, bilmediğim konular hakkında yazıyordum daha çok. Hakkında ilk kez düşünmeye başladığım konularda, bu ilk düşüncelerimi dağınık bir biçimde buraya koyuyordum. Sonrasında yavaş yavaş, okuduğum şeyleri paylaşmaya, sonra da biraz olsun araştırdığım şeyleri yazmaya başladım.

Bugünlük, fabrika ayarlarına dönüyoruz.

Bir partnerimin cinsellikle ilgili sorunları var. Bu sorunlar, geçmiş sevgililerinin ısrarcı, manipülatör ve şiddetli davranışlarından kaynaklanıyor genel olarak. Sevişirken kendini serbest bırakamıyor, çünkü partnerinin onu kullandığı hissi geliyor sürekli. Adamın sevişirken onu incitmesine de gerek yok. Daha genel bir his bu: erkeklerin onunla o olduğu için değil, sevişmek/eğlenmek için birlikte oldukları sezgisiyle yaşıyor.

Bu sezgiyi anlıyorum, çünkü bütün lise ve bir kısım üniversite yıllarımda o gözle baktığım onlarca kadın oldu. Tabii bu kadınların hepsi beni reddettikleri için benim bu gözümün kimseye çok ciddi bir zararı olmadı, ama etrafımdaki (reddedilmeyen) erkekler de benden farklı değillerdi – zaten hepimiz birbirimizden öğreniyorduk.

Bu korkunun sonuçlarından biri, penetrasyon veya oral seks gibi şeylerin devre dışı kalması. Hatta benim ona oral seks yapmam bile sorunlu, çünkü beni göremediği ve bana sarılamadığı zaman bu düşüncelerin başına üşüşmesi daha muhtemel. Başka bir sonucu da, seksin ortasında olaya hepten yabancılaşması ve bir mola istemesi.

Eğer bu blogdaki diğer yazılarımı okuduysan, benim kendi cinselliğimle de pek öyle barışık olmadığımı biliyorsundur. Partnerimin bu korkuları, benim kaygılarıma gayet uygun bir biçimde eşlik ediyorlar. Sanki ben çok sağlıklıymışım da sorunlu bir partner bulmuşum gibi anlaşılmasın yani yukarıdakiler.

Neyse işte, ortada genelleşmiş bir güven sorunu var ve nasıl aşacağımızı bilemiyoruz. Benim aklıma gelen ve yaptığım şeyler, ağırdan almak, her yeni şey için her seferinde açıkça rıza istemek, cinselliğin sonunda olup bitenler hakkında sakinca konuşmak ve nasıl hissettiğini dinlemek. Bu yaptıklarım sayesinde, krizsiz bir cinselliğimiz olmasına katkıda bulunuyorum, ama nasıl güven inşa edilir ben de bilemiyorum.

İşte bu bağlamda, neredeyse durup dururken, geldi bana BDSM’den bahsetti. Bir arkadaşıyla konuşuyormuş bir güven, bağlanma ve kendini serbest bırakma konularını. Arkadaşı önermiş. BDSM nedir bildiğini varsaymayacağım; Wikipedia diyor ki “involving bondage, discipline, dominance and submission, sadomasochism”. Yani esaret, disiplin, tahakküm, boyun eğme, sadomazoşizm gibi etkinlikleri içeriyormuş.

Arkadaşı bu konuyu acayip fanteziler yaşayalım diye değil, herhangi küçücük bir etkinliği bile yapmadan önce bir dünya anlaşma yapman gerektiği için ve sonrasında da her iki tarafında bu anlaşmalara sadık kalacağına güvendiğin için önermişmiş. Yani cinselliği bizim yaşadığımız gibi paldır küldür değil de, önce müzakere masasında o günkü sınırlarımızı tartışarak yaşarsak, belki güven inşa edebileceğimizi söylüyor.

Senden gizli saklım yok. BDSM benim için, porno sitesinde ben istemesem de sağda solda beliren bir kategoriden ibaret. Bundan başka ne bilirim, ne de ilgilenirim. Şimdiye kadar hiç “ay bu neymiş ki” deyip bakmışlığım da yok. Konu seks olunca, vanillayım ben bildiğin.

Zaten ilk tepkim de o oldu: “Ay ben vanillayım ayol, ne anlarım bu işlerden?” dedim. Hala da kafam karışık. Benim yapabileceğim bir şey değil gibi sanki. Ne kendimi birine öylece teslim edecek kadar güvenirim, ne de başka biriyle sevişirken yanlış bir şey yapmayacağıma.

Durup dururken bizi tehlikeli sulara atıyormuş gibi hissettim yani. Ama tabii onun açısından bakınca, tüm cinsellik başlı başına tehlikeli sulardan ibaret ve bu su hakkında oturup ciddi ciddi konuşabilmemiz lazım bir yolunu bulup.

Şimdilik konu askıda kaldı. O biraz bakacak neyin ne olduğuna. Sonra tekrar konuşacağız.