Daily Archives: August 1, 2022

Beş ayın sonunda empatik oldum mu?

Mart ayında bir ödeve başladım, duygusal emek ve duygusal zeka hakkında. Empati bu ödevin temel öğelerinden biriydi başından beri.

Böylece işte aylarca partnerim acı çekti, bense “ay aman kıskançlık ediyor” demediysem de “abartıyor canım bir şey olduğu yok” deyip geçiştirdim. Yani onun acısını hissetmedim ve meşru bulmadım. Bu ayların sonunda da “e sen benim canım acıdığında yanımda olmayacaksan sevgi dediğin ne ki?” dedi bana. Yani, benim sevgi dediğim şeyde empatik bir motivasyon olmadığını fark ettik. Sonrasında haftalarca bunu konuştuk.

İlişkiyi açınca içeri doluşanlar: empati, duygusal emek ve diğer karın ağrıları

Konum tabii hep ilişkiler ve cinsellik etrafında döndü – özellikle de açık ilişki bağlamında.

Demem o ki: ben on küsür yıldır açık ilişki yaşıyorum, ve hiç de öyle duygusal olarak kolay bir şey değil. Hepimiz hep güvensiz hissediyoruz. Partnerim başkasıyla çıkınca korkuyorum. Ben çıkınca o korkuyor. Bu diğer insanlarla işler ciddileşince panik oluyoruz. Bunların hepsi oluyor. Ve bunların ciddi bir kısmı geçen yıl oldu benim ilişkimde.

Empati seksi bir şey mi?

Tabii erkeklik hep devreye girdi. Zaten empati dediğini yapman hiç gerekmeyebilir, özellikle başkalarıyla ilgilenmene hiç gerek olmazsa (bak Trump’a mesela).

Ben erkeğim. Bildiğin düz erkek.

Erkek doğdum erkek yaşarım. Kime ne, kime ne?

Neyse ki kimsenin sorduğu sorguladığı yok.

Sen de tacizcinin tamamlayıcısı rolünde misin benim gibi?

Erkek egemen toplumun baskısı tikel olaylarda değil, genel bir toplumsal ortamda hissediliyor. Sırf taciz veya tecavüz edilen kadınlar değil kendini güvensiz hisseden. Bu vakıaların çokluğu, yaygınlığı ve normalliği yüzünden tüm kadınlar güvensiz hissediyorlar, ve haklılar. Biri onlara bakış attığında veya yaklaşıp tanışmak istediğini söylediğinde, kadının aklına gelenlerle erkeğin aklına gelenler bir değil. Erkek durumu “olduğu gibi” ele alabilir, yani “biri bana baktı işte ne yani” diye düşünebilir. Kadının aklına gelen “bu kişi bana ne yapacak?” oluyor, çünkü baskı sistemi baskıda olanın üzerinde psikolojik, duygusal ve ruhsal bir etki yaratıyor. Ve bu etki kalıcı – doğrudan o kadının başına bir şey gelmemiş olsa da.

İşte duygusal adaletsizlik burada başlıyor, çünkü flört etmeye eşit zeminde başlamıyoruz, sevişmeye de.

Duygusal adalete giriş

Bu arada birkaç kitap okudum ve bu kitaplardan anladıklarımı da not aldım. Hepsini merak edersen diye değil, ben sonra hepsini derli toplu bulabileyim diye yazıyorum şuraya listesini bak:

Yani, iki kategori var kafamda: kişisel meseleler, toplumsal meseleler. Kişisel meseleleri küçümsüyorum (5), toplumsal meselelerin de zaman ve mekan konusunda avantajları var (1,2). Buradan cinselliği de pek önemsemediğim sonucu çıkıyor, ki bu bayağı tuhaf çünkü cinsellikle ilgili bir blogum var ve şu anda bu blogun 172. yazısını yazıyorum. Önemsemediğim bir konu için abartılı bir çaba israfı.

Senden bana ne?

Bunca şey okumama rağmen (veya tam da bu yüzden), bazen kafam karıştı. Bazen de ilişkilerle ilgili aydınlanma yaşadım resmen – ve tabii cinsellik de nasibini aldı.

Bak çok iyi bildiğimiz bir duygu var. Öfke. Öfke ve kızgınlık, sınırlarımız aşıldığında yaşadığımız bir duygu. Sınır meselesi önemli, çünkü sınırlarını çizmek bir iktidar meselesi. Oğlan çocuklar, büyüyünce adam olacakları için, iktidarla haşır neşir olmayı bilsinler diye öfkeyi öğreniyorlar. Kendimin ve ilişkilerimin sınırlarını hep ben koymuşumdur. Yani sırf ben tek başıma koymuşumdur demiyorum tabii ki, ama sınırlar hiç benden bağımsız olarak belirlenmedi. Ve bu da süper normal bir şey benim için, bir kez olsun sorgulamadığım bir şey. Bu sınırlar aşılır gibi olunca pek öfkelenmiyorum, ama şaşırıyorum ve “Ay yok sen onu öyle yapamazsın.” deyiveriyorum. Mesela biri bana olur olmaz dokununca veya özel hayatımla ilgili soru sorunca, basitçe o kişiyi itiyorum sohbetten ve zamanla da hayatımdan. Bu benim öfke yönetiminde iyi olduğumu söyler.

Ama öfkeden başka duygularım pek yok. Yani, varlar da, o duyguları hep öfkeyle maskeliyorum.

Seksi ve öfkeli

Bazı pratik şeyler de öğrendim bence. Özellikle rıza konusunda ve gergin durumlara nasıl tepki verebileceğim konusunda. Hatta çocukluğuma bile gittim bir ara.

Sonra oturdum düşündüm. Hakikaten de duygu bulaşması veya empatik isabetlilik konusunda çocukluğumda beni eğiten tek bir örnek bile gelmiyor aklıma. Başkalarının duyguları başkalarınındı. Benimle bir alakası yoktu. Duygu ayarı’ndan itibaren tüm diğer maddelerle ilgili örnekler geliyor aklıma. En çok da, kavrayışlı ilişkiye geçme konusunda: Tanıdığımız birinin ihtiyacını tahmin edip o ihtiyaca tekabül eden yardımı sunmak basbayağı temel bir erdem olarak aşılanmış bana. Yani, o kişinin duygularıyla bir işimiz yok, hatta o kişinin bizimle konuşması veya bizden bir şey rica etmesi de uygun değil, ben kendim düşünüp bulmalıyım ona nasıl yardımcı olabileceğimi. Bunun romantik bir yanı da yok değil. Hani filmlerde hikayelerde falan olur ya, gizliden gizliye destek olan ve sonradan da kahramanın farkına varıp minnettar kaldığı kişiler. İşte öyle bir erdem algım var.

Erkek olmak böyle bir şey.

Kendi duygularınla kapalı kapılar ardında uğraşırsın (bunu becerebilenler yazar çizer, beceremeyen alkolik olur mesela).

Başkasıyla ilgili de sahne arkasında iş görülür. Asla sahneye çıkıp ağlayan kişiye sarılmazsın, onu ağlatan karın ağrısını bulur eyleme geçersin. Zaten o kişiyle niye muhatap olasın? O kişinin bir öznelliği yok ki. Tek özne sensin.

Empati duygusal bir olay mı?

Beş ay ve yaklaşık yirmi yazı sonunda, iyi olduğum yerlerin bilincine vardım, kör noktada kalmış bazı yerleri yakaladım, hiç bakmadığım açıdan baktım cinselliğime de aşk ilişkilerime de. Bu ödevi böylece teslim ediyorum. Geçer not almazsa bütünlemeye gideriz mecburen.

Empati duygusal bir olay mı?

Empatiyi duygusal zekanın bir alt kümesi olarak anlatıyorlar. Ben de öyle öğrenmeye çalıştım. (Bak neredeyse yirmi tane yazı yazmışım öğreneceğim diye.) Ama şimdi kafam karışık.

Beş tane kitap okudum bu konuda, birkaç tane de makale. En çok işime yarayan bilgi, empatinin altı yönü oldu: Duygu bulaşması (emotion contagion); Empatik isabetlilik (empathic accuracy); Duygu ayarı (emotion regulation); Bakış açısı alma (perspective taking); Başkaları için endişelenme (concern for others); Kavrayışlı ilişkiye geçme (perceptive engagement).

Etrafımdaki insanlarla konuşurken, kimisi bana senin duygusal zekan var ama başkalarıyla uğraşmıyorsun dedi, kimisi de hiç duygusal zekan yok dedi. Ben de, lan var mı yok mu karar verin ona göre neye çalışmam gerektiğini bileyim, dedim. Sonra bir noktada, duygu insanı olmakla eylem insanı olmanın aynı şey olduğuna uyandım. Ama hala duygu ve düşünce arasındaki ayrımla ilgili ne yapacağımı bilemiyordum. Bak şimdi neyi fark ettim!

Yukarıdaki altı yöne dikkatli bak.

İlki çok “duygusal”, sonuncusu çok “rasyonel”. Hatta tam da duygusaldan rasyonele doğru giden bir yelpaze. Bunların tamamıyla empati yapılıyor. Benimse ilk üçüyle sıkıntım var. Duygusal zekadan “duygularla haşır neşir olma”yı anlayan arkadaşlarım benim duygusal gerizekalı olduğumu düşünüyorlar. Duygusal zekadan “başkalarının duygularıyla muhatap olma”yı anlayanlar da duygusal zekam olduğunu düşünüyorlar. Ve ikisi de haklı.

Bak çocukluğuma döndüm bunu anlamak için. Kendi kendime terapi yaptım. Ev yapımı terapiden ne olur deme, koruyucu katkı malzemesi de yok, KDV’si de yok, tamamen organik.

Çocukluğumu yaşarken, yakın çevremde duygularını isimlendiren, başkalarının duygularını isimlendirip bu duygularla ilişkiye geçen kimse yoktu.

Bu duyguların sonuçlarıyla ilgili herkes bir şeyler yapıyordu tabii ki. Yardımcı olmak olsun, destek olmak olsun… gerçek, görülebilir dünyada bir dayanışma kültürü içinde büyüdüm. Üstelik ailemin bir kısmı sol politikayla da uğraştığı için bu dayanışma bizzat tanımadığımız kişileri de ilgilendiren (hatta, onları daha çok ilgilendiren) bir etkinlikti.

Tabii etrafımda böyle homojen biçimde hep aynı insanlar vardı demiyorum, ama benim aklımda böyle bir izlenim kaldığına göre ben herhalde bu tavırları kaydetmişim.

Sonra oturdum düşündüm. Hakikaten de duygu bulaşması veya empatik isabetlilik konusunda çocukluğumda beni eğiten tek bir örnek bile gelmiyor aklıma. Başkalarının duyguları başkalarınındı. Benimle bir alakası yoktu. Duygu ayarı’ndan itibaren tüm diğer maddelerle ilgili örnekler geliyor aklıma. En çok da, kavrayışlı ilişkiye geçme konusunda: Tanıdığımız birinin ihtiyacını tahmin edip o ihtiyaca tekabül eden yardımı sunmak basbayağı temel bir erdem olarak aşılanmış bana. Yani, o kişinin duygularıyla bir işimiz yok, hatta o kişinin bizimle konuşması veya bizden bir şey rica etmesi de uygun değil, ben kendim düşünüp bulmalıyım ona nasıl yardımcı olabileceğimi. Bunun romantik bir yanı da yok değil. Hani filmlerde hikayelerde falan olur ya, gizliden gizliye destek olan ve sonradan da kahramanın farkına varıp minnettar kaldığı kişiler. İşte öyle bir erdem algım var.

Erkek olmak böyle bir şey.

Kendi duygularınla kapalı kapılar ardında uğraşırsın (bunu becerebilenler yazar çizer, beceremeyen alkolik olur mesela).

Başkasıyla ilgili de sahne arkasında iş görülür. Asla sahneye çıkıp ağlayan kişiye sarılmazsın, onu ağlatan karın ağrısını bulur eyleme geçersin. Zaten o kişiyle niye muhatap olasın? O kişinin bir öznelliği yok ki. Tek özne sensin. Üstelik bak: o kişi erkekse “nedir mesele birader?” diye sorarsın doğrudan bir eylem ricasında bulunsun diye; kadınsa onu bile sormadan sırf tahminle iş görürsün. (Çünkü erkeğin öznelliğini birazcık da olsa tanırsın.)

Bununla söylemek istediğim şu: harbici erkeksi erkek olmayanlarımız (ben gibi) bile sonuçta erkek.